Domuzlar ve İnsanmerkezcilik

“Bütün alanlarda insandışını bertaraf etmeyi herşeyi insan yargılarının egemenliği altına sokmayı hedefleyen antropolojik bir bütüncülüğe doğru gidiyoruz. İnsan hakları burcunun etkisiyle hayvanları, doğayı ve bütün türleri genel olarak insanlaştırma, ahlaki bir antropoloji ve evrensel bir ekoloji kurma çabasındayız”[1]

“Kendi lanetli yanını temizleyen her şey kendi ölümünü imzalar.”[2]

Domuz gribi bir hastalık olarak yeni moda pandemilerden (salgın halindeki bulaşıcı hastalık) birisi olarak endüstriyalizmin korku kültürünün bir parçası haline geldi. Malum, korku kültürü insanları risklerle yüzleşmek, yerine insanları riskler karşısında pasifize etmeye dayalı bir olgu. Medya, bu konuda bu kültürün en güçlü taşıyıcısı olarak sürekli panik duygusunu yayıyor.

Batı'nın politik bağışıklık sistemi, kendi bünyesindeki virüsler nedeniyle tehdit altındadır. Sömürgecilikten bu yana, farklı olan ve "öteki"ni yok etmiş olan Batı, artık "aynı"nın aynasında, kendi kendinden üreyen ve türeyen cinsiyet ve zihniyetleriyle birbirinin kopyası olan bireylerin dünyasıdır.[3]

Bu aynılık meselesi önemli. Çünkü Batının aynının evreninde ötekini kurban etmeye dayanan ontolojik emperyalizminin en büyük nesnesi başta hayvanlar. Baudrillardın deyimi ile her şeyi insanlaştıran bir antropolojinin yasası içinde hayvanlar, ancak kayıp gönderge olarak fark edilemeyen etlere dönüştüler. Malum kayıp gönderge etin pornografisinin yazarı Carol J. Adams’a ait bir kavram. Bir olgunun nedenleri ile sonuçları arasındaki bağlantının kopması sonucu bizim o olgunun dayandığı nedeni bilmeyişimiz olarak da anlaşılabilir.

Domuz gribinin de ardında hem felaket kapitalizmini hem de onun daha derininde uygarlık dediğimiz sosyal düzeni görmek mümkün. Felaket kapitalizmi dedim, çünkü bu salgın sayesinde Tamiflu satışları tavan yapıyor. Tamiflunun yol açtığı son derece olumsuz yan etkenler göz ardı edilip, bizim felaketimiz Tamiflunun hissedarlarından neo-con Donald Rumsfeld’in cebini dolduruyor. Noami Klein’in ifade ettiği felaket kapitalizmi de bu zaten. Birilerinin, bir başkalarının yıkımından para kazanması, bunu kâra dönüştürmesi. Domuz gribi de kimi şirketler için kazanç anlamına geliyor.

Ancak domuz gribinin bir buzdağı olduğunu fark etmez de sadece görünen neden olan endüstriyel kapitalizm (ya da şirket tarımcılığı ekseninde endüstriyel hayvancılık işletmeleri) ekseninde meseleyi görürsek, daha derindeki etkileri gözden kaybederiz.

Ne yazık ki Mike Davis gibi Marksist yazarlar olayın izini sürmekte son derece başarılı olmalarına, görünen nedeni son derece net ortaya koymasına rağmen asıl etkenleri ıskalıyor.[4]

Salgın hastalıkların tarihi yeni değil. İnsanoğlu bitkileri ve hayvanları evcilleştirdikten hemen sonra başladı, kentler kurulduktan sonra da hızlı bir biçimde yayıldı. Ancak salgınların bu denli çok gündeme gelmesi biraz da mevcut hayat tarzımızın hastalık ve hayat algısı ile yakından ilgili. Hastalığı yapan mikropları düşman sayan zihniyet, doğayı egemenliği altına alan zihniyet. Aydınlanmanın vaadi insanlar için hastalık ve ölümün olmadığı, belirsizlik alanı olan doğanın öngörülebilir ve idare edilebilir bir şeye dönüşmesiydi. Ancak bastırılan her semptomun bir başka yerden uç vermesi gibi hastalık da aslında tam da doğayı öngörülebilir, idare edilebilir yani üzerinde tam bir egemenlik kurmada büyük başarılar elde ettiğimiz bir dönemde salgınlar şeklinde bize karşı direnç kazanıyor.

Antropolog Jack Weatherford, Vahşiler, Barbarlar ve Uygarlık’ta “ İnsanların hayvanları evcilleştirmesinden sonraki birkaç bin yıl boyunca hayvan kaynaklı hastalıklar hiç durmadan insan nüfusunu kırdı” diye yazar. Hâlâ da kırmaya devam ediyor. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre yaşanan salgın hastalıkların yüzde yetmişe yakını hayvanlardan kaynaklanıyor.

Kimilerini evcilleştiriyoruz, kimilerinin ise hayat alanlarına giderek onlarla yoğun temasa geçerek onların dışkılarının ya da başka atıklarının sulara, toprağa ve elbette yiyeceklerimize karışmasına olanak sağlıyoruz. Kimi zaman bir rüzgâr, toprakta biriken atık kaynaklı virüs ya da mikropların insanlara geçmesine neden oluyor. İnsanlar toplu yaşadıkları için de doğal olarak kapılan virüs ya da mikrop kaynaklı hasatlık insandan insana bulaşarak salgına dönüşüyor.

1992’de üçüncüsü yapılan Dünya Büyük Kentler Doruğunun kapanışında Tokyo Belediye Başkanı “20. yüzyıl, kentleşmenin yüzyılı oldu. 21. yüzyıl ise megapollerin yüzyılı olacak” demişti. 1995 yılında dünyada sadece 14 mega kent vardı. Bu sayının 2015 yılına kadar 21 olacağı düşünülüyor. Bu şehirlerin her birinin nüfusu 10 milyon ve üzeri ve müthiş bir kaynak tüketiyorlar. Megapoller her şey gibi hayvanları da ete dönüştüren bir devasa mideye dönüşmüş halde.

Geçmişte et bir arzu nesnesi, bir lüks tüketim ürünü, kudret ve zenginliğin sahip olduğu bir ayrıcalıktı. Ama onlar için yani egemenler için bile bugünkü ölçülerde et tüketimi söz konusu değildi. Et iktisadi bir ifade ile “kıt kaynaktı” ve her kıt kaynak gibi de pahalıydı.

Ancak modern demokrasinin liberal eşitlik ruhu ile biz eti de demokratikleştirdik. Böylece hayvanlarla olan ilişkimizi kökten dönüştürecek endüstriyel çiftçilik ve şirket tarımı için uygun bir zemin oluşmuş oldu. Sorunun bir yanında da bu yatıyor. Yani etsel demokrasinin eşitlik ruhu.

Bu kentler barındırdığı nüfus yoğunluğu bakımından salgın hastalıklar için de en büyük risk alanı. Yoğun nüfusun zorunlu kıldığı bir arada yaşam nedeni ile insanlar yakın temas içerisindeler. Bir arada çalışılan bürolar, fabrikalar, toplu konut alanları, kreşler, metro vb ulaşım araçları, eğlence yerleri salgın hastalıkların hızlı yayılmasına en elverişli bölgeler.

Elbette hastalıkların yayılmasında seyahatin de büyük payı var. Ortaçağ Avrupa’sında çok büyük bir nüfus kaybına yol açan veba ve çiçek salgınların kaynağı gemiler ve gemicilerdi. Gemilerden yayılan fareler yolu ile hastalık kapan gemicilerden kente yayılan mikrop toplu ölümlere neden oldu.

Günümüzde de hava yolu taşımacılığı bir başka salgın riski. Yıllık 1 milyarın üzerinde insanın seyahat ettiğini düşünürsek havalimanları hergün kalkıp inen uçaklar ile ciddi bir hastalık yayılım kapısı.

Kimi yazarlar son domuz gribi salgını için “NAFTA Gribi” adını veriyorlar, çünkü serbest ticaret anlaşmaları ile endüstriyel hayvancılık tesisleri daha ucuz maliyetleri olan yerlere taşınıyor, üstelik buraların çevre standartları da daha düşük ve bu yatırımcıları çevre yatırımları denen mali yükten kurtarmış oluyor.

Küreselleşme dediğimiz olgu ve hız salgınların da kürselleşmesine ve hızlı yayılımına olanak veriyor. Domuz gribi denilen olgunun nedenleri arasında tüm bunlar sayılsa da asıl sorumlu bir bütün olarak mega kentlerin doyurulması için yığınsal üretim mantığı ile işleyen hayvancılık endüstrisi.

NAFTA Gribi ya da Domuzları Kim Hasta Ediyor

Domuz gribi, Orthomyxoviridae* ailesinden olan herhangi bir virüs tarafından oluşan ve domuzlara özgü bir griptir. Hastalık tıp alanında İngilizce swine influenza virüs kelimelerinin baş harflerinin bir araya getirilmesiyle kısaca SIV olarak adlandırılır. Bilinen tüm SIV tipleri ya Influenzavirus A (çoğunlukla) ya da Influenzavirus C (ender) tipindedir.[ Nitekim Domuz gribi A tipi bir grip virüsünün yol açtığı salgın, bulaşıcı bir hastalıktır.[5] İnfluenza A virüsü insan ve domuz, kuş, at gibi hayvanlarda, influenza B sadece insanda, influenza C virüsü ise insan ve domuzlarda hastalık oluşturmaktadır. Sadece hayvanlarda hastalık oluşturan influenza A virüsünün alt tipleri de vardır. Bunun en bilinen örneği kuş gribidir.

Domuz gribinin ilkin Meksika’da patlaması hiç de rastlantı değil. Çünkü Meksika çok taraflı yatırım anlaşması sonrası küreselleşme denilen ve sermayenin maliyetleri daha çok düşürmek amacı ile seyyal, göçebe bir hale gelmesi sonucu komşusu ABD’den en çok yatırım alan bir ülke.

Meksika’nın en tanınmış günlük gazetelerinden La Jarnado’da köşesi olan Julio Hernández López, söz konusu salgınla merkezi ABD’de Virginia eyaletinde bulunan Smithfield Çiftlikleri arasında bir bağlantı olduğunu belirtiyor. Hernandeze göre sürecin başlangıcı 1985 yılına dayanıyor. Bu tarihlerde Virginia’daki Ohio ırmağının bir kolu olan Pagan Nehri kıyılarında faaliyet gösteren bu çiftlik tesislerinin, tesislerdeki domuzların dışkı atıklarını nehre boşaltıp, söz konusu nehri adeta tesisin kanalizasyonuna çevirdiği saptanınca Amerikan Çevre Koruma Ajansı EPA bu çiftliğe 12.6 milyon dolar ile tarihin en rekor cezalarından birini kesiyor.[6]

Doğal olarak bu cezadan sonra Şirket NAFTA anlaşması da imzalanınca Meksika’ya göç ediyor. Burada hem maliyetler düşük, hem de çevre yasaları ABD’de olduğu gibi sıkı değil. Nitekim salgının ilk çıktığı La Gloria’da çiftliğin yakınındaki halk salgında buradaki çiftliğin payı olduğunu söylüyorlar.

Meksika’da bulunan ve domuz gribinin ilk ortaya çıktığı yer olduğu belirtilen Granjas Carroll de Mexico (GMC) da bu türden bir endüstriyel domuz çiftliği. Bu çiftlik, kendi rakamlarına göre 2008 yılında 950 bin domuz yetiştirmiş. GCM, dünya domuz ve domuz ürünleri endüstriyel üretimi ve yetiştiriciliğinin yüzde 50’sini elinde bulunduran Vircinya Smithfield Food tekeli bünyesinde yer alıyor. Domuzlar, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Antlaşması’na imza atmış olan Meksiko’da yetiştiriliyor ve Smithfields Food etiketiyle belirli aralıklarla buradan Amerika’daki süpermarketlere yollanıyor.[7]

Amerikan çiftlik ürünleri üretiminin düştüğü 1950’li yıllarda Rockfeller Vakfının açtığı fonlar tarafından sağlanan finansman ile maksimum üretim ve kâr elde etmek üzere domuz yetiştiriciliğine dair bir proje hazırlandı. Domuzlar endüstriyel (kapitalist) çiftliklere toplandı ve burada doğan her bir domuza sık sık antibiyotik iğneler yapıldı. Bu iğnelerin yapılmasının nedeni hayvanların hasta olması değildi. İğneler, domuzların kısa sürede maksimum düzeyde büyümeleri için yapılıyordu. Bu durum, kesimlerin ardından elde edilen kârın büyümesini ve üstünlük yakalanmasını beraberinde getiriyordu. [8]

F. William Endgahl’ın Ölüm Tohumları kitabında belirtiliyor. Bu vakfın bir anlamda dünya nüfusunu, özellikle de üçüncü dünya nüfusunu kontrol etmek gibi bir amacı olduğu da söz konusu kitapta belirtiliyor.[9]

Bir anlamda tam da bu çağa özgü, bilinçli bir kötülük amacı olduğunu söylemek çok da hatalı bir değerlendirme sayılmaz. Bu kötülüğün ardında ise dünyayı kontrol altında tutmak eksenli bir tekelci güç ve tahakküm arzusunun yattığı da bir başka gerçeklik.

Hastalığın yayılmasında, kendi dışkılarına boğulmuş, son drece kötü koşullarda yaşamaya mahkûm edilen, bağışıklık sistemleri zayıflamış, yemlerine tavuk çiftliklerinden atıkların da karıştırılması ile domuz gribinin kuş gribi ile mutasyonik etkileşimlere girmesinin de bir etken olduğu Mike Davis ve ondan da faydalanan Tayfun Özkaya tarafından vurgulanmakta.[10]

Bugün dünya tarımını dört büyük tekel kontrol etmekte ve yine bunların ellerinde olan hayvan çiftliklerinin çevresel felaketler ve salgın hastalıkları tetiklediği çok çeşitli raporlarda dile getiriliyor.

Engerdahl Bu çiftliklerin dışkıda boğulmuş halde suları nasıl zehirlediği ve hastalık riskini % 40 oranında nasıl arttırdığını belirtir.

“CAFAO’ların elindeki hayvan stokları azımsanamayacak kadar fazlaydı ve ortaya çıkan kirlilik en üst seviyedeydi. Ellerindeki onbinlerce sığır, domuz ve kümes hayvanları bulunuyordu. İnsanların yarattığının 130 katı kirlilik yaratıyorlardı. Oluşan atıklar kanallar vasıtasıyla göllere aktarılıyordu. Atıklar yüzünden göller taşıyor, sızan sularla birlikte çevreye hastalık yayıyorlardı… Daha da ötesi hayvan atıklarında bulunan salmonella, kolibasili, dışkı koliformu ve kristosporidyum gibi patojenler insan atığına göre 10 ila 100 kat daha yoğundu. Bu pislikten insana 40’tan fazla hastalık bulaşabilirdi.”[11]

Tüm bunların ardında bulunan ve şirket tarımcılığını dünyaya yaygınlaştırarak insanların üremelerini kontrol altına almayı kendi güç saplantılı Malthusçulklarının bir parçası sayan Rockfeller Vakfı.

Domuz gribi bu zalim tarımsal yöntemlerin güç saplantılı bir tahakküm odağı olan şirket çiftçiliğinin bir ürünü. Hâlihazırda dünya domuz üretiminin yüzde ellisini elinde tutan Smithfield, Tavuk Piyasasında tek olan Tesco vb. et endüstrisinde tam bir tekel konumundalar.

Hayvanların durumu ise zulüm sözcüğünün ötesinde. Terör denecek yoğunlukta bir kötülüğü içine alıyor.

Bu çiftlikler ile ilgili çeşitli raporlar yayımlandı ve bu çiftliklerin halk sağlığı bakımından bir risk, bir tehdit olduğuna değinildiği halde hiçbir önlem alınmıyor daha doğrusu alınamıyor. Çünkü bu şirketler çok güçlüler.

Özkaya endüstriyi hedefe yerleştirdiği yazısında bu çiftliklerin hastalık için kaynak olduğunu belirtiyor.

“Uzmanlar uzun yıllardır büyük boyutlu hayvancılık işletmelerinin yeni yüksek derecede zararlı grip suşlarının ortaya çıkışı ve yayılması için mükemmel bir çoğalma ortamı yarattığı konusunda uyarılar yapıyorlardı. Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Sağlık Enstitülerinden (NIH) bir uzman 2006 yılında “yoğunlaştırılmış hayvan besleme işlemlerinin çok sayıda hayvanı bir araya getirmesi nedeniyle, virüslerin karışması ve iletilmesini kolaylaştığını” söylemişti”[12]

Hastalığın temel kaynağının şirket tarımcılığı. Bu bağlamda olayda Kapitalizmin parmak izi olduğu kesin. Ancak ihaleyi tümü ile kapitalizme yıkmak da çok kolaycılık olacaktır. Çünkü meselenin kökleri çok daha derinlerde.

İlk İktidar: Evcilleştirme ve Kölelik

Asli çelişkilerin öncelliği meselesi günümüzdeki toplumsal hareketler bazında önem taşıyor. İlk ezme, ilk çelişki saptaması mevcut sorunlardan hangisinin öncel olacağı sorusu ile de yakından bağlantılı. Bu bağlamda ilk çelişkinin ekolojik olduğunu söylemek sanırım yerinde bir saptama olsa gerek. Çünkü insanlar doğayı evcilleştirip kültüre aldığında onu insan dünyasına katmış oluyorlardı.

İlk iktidarın da doğa üzerinde ve evcilleştirme ile başladığını söyleyebiliriz. İnsanlar özellikle hayvanları evcilleştirerek doğayı yabansılıktan çıkardılar, dahası doğa ilk kez insan ihtiyaçlarının bir nesnesi oldu. Tarımla insan doğayı dönüştürürken, hayvanları evcilleştirerek ilk köleliği de hayata geçirmiş oluyordu. İnsanın diğer insanı hapsetmeyi, onu kendi ihtiyaçlarının nesnesi kılması olgusunun evcilleştirmeden öğrenilen bir şey olduğunu söylemek yanılgı olmasa gerek.

Evcilleştirme bir hayvan ya da bitki topluluğunun seçme yöntemi, başka bir hayvan ya da bitkinin kontrolüne alıştırılmasıdır. Hayvanların kendi doğasından oldukça farklı şekilde ve insanın arzu ettiği boyutlarda, yeni bir davranış yapısı kazanması olarak tarif edebileceğimiz evcilleşmede binlerce yıl süren bir seleksiyon söz konusu olmuştur.[13]

Jared Diamond evcilleşen hayvanların doğadaki akrabalarından farklı olduğunun altını çizer. Boyutları daha küçük, hareket yeteneği daha kısıtlı, daha standart hayvanlardır bunlar. Mesela keçilerin boynuzları yaban akrabalarından farklıdır, daha kıvrık ve daha küçüktür. Bugünkü endüstriyel hayvancılığın model olarak ilk ağıllardan esinlenen yerler olduğunu söyleyebiliriz. İlk ağıllarda da hayvanlar bir araya toplanıyor, beslenmeleri yapay olmasa da insan eliyle oluyordu. Bölmeler daha sonra gelişecekti ama bölmeler hücre kavramına esin kaynağı olmuş olsa gerek.

Evcilleştirme bir bitkiyi veya hayvanı kendi doğal dünyalarının ritminden ve işleyişinden sistematik olarak ayırma işlemidir. Evcilleştirilmiş varlıklar insan türü tarafından yaratılan ve kontrol edilen bir çevrede varolurlar ve insan emeğinin biricik faydası adına işletilmektedir.[14]

Hâsılı evcilleştirme doğada insanın hizmetinde kullanılacak köleler oluşturma ve onları varetme çabası nedeniyle iktidarın kaynağıdır.

Çünkü domuz gribi gibi nice salgının kaynağı hayvanların evcilleştirilmesi sonucu olmuştur. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre yaşanan salgın hastalıkların yüzde yetmişe yakını hayvanlardan kaynaklanıyor. Diamond mikropların hayvanlardaki yabani ataların evrimleşmesi ile öldürücü bir nitelik kazandığına dikkat çeker.

“Yakın tarihimiz boyunca insanların ölümüne yol açmış başlıca hastalıklar-çiçek hastalığı, grip, verem, sıtma, veba, kızamık ve kolera-hayvan hastalıklarının evrimleşmiş halidir. İşin tuhaf tarafı bizim salgın hastalıklarımızın çoğunun nedeni olan mikropların büyük kısmı artık neredeyse yalnızca insanlarda görülür”[15]

Evcilleştirme insanın hayvanlar ile kurduğu özel bağı akamete uğratır. Hayvanlar artık insanın da ait olduğu topluluğun bir parçası değil, göçebe kabilelerde şefin zenginliğinin simgesi, mülkiyet erkinin bir uzantısıdır. Aslında hayvanlar ile ilgili modern tutumun da kaynağında bu mülkleştirme yatıyor.

Hayvanlara Karşı Etik Sorumluluk ilkesinin savunucularından Gary. L. Francione

“Hayvanlar hakkında söylediklerimiz ile gerçekte onlara uyguladığımız muamele arasındaki derin tutarsızlığın nedeni hayvanların bizim için mal statüsünde olmalarıdır. Hayvanlar sahibi olduğumuz ve mal sahibi olarak onlara vermeyi uygun gördüğümüz değerden başkaca bir değeri olmayan metalardır.”[16]

Meselenin özü de burada yatıyor. Sol ekolojiler (ben buna sol çevrecilik demeyi uygun görüyorum) hayvanın metalaştırılmasının kapitalizmle olan bir şey olduğu kanısındalar. Oysaki metalaştırma evcilleştirme ve uygarlaşma süreci ile başladı. İnsanlar doğadan uygarlaşma sürecinde kopmaya başladılar. Doğanın kültür tarafından içerilmesi ile doğanın araçsallaşması ve uygarlık arasında eş zamanlı ilişki vardır.

Ancak geçmişte yani modern endüstri uygarlığını yaratan ve kökleri ortaçağa uzanan gelişmelerin aydınlanma ile ulaştığı durumdan önce, uygarlığın araçsalcı bakışı ile dinsel örgütlenmenin karşı ekseni bir denge yaratıyordu. Hayvan bir yandan evcilleştirilerek insan gereksinmeleri için araçsallaştırırken, diğer yandan aşkınlık düzlemi ile hayvanın nesneleşmesinin salt bir metaya dönüşmesinin de önüne geçilmiş oluyordu. Sekülerleşme ile bunun önündeki tüm engeller ortadan kalkmış oldu ve sermaye adeta dizginlerinden boşalarak uygarlaşmanın dünyayı nesneleştirme, Perlman’ın deyimi ile dışkıya dönüştürme sürecine girdi.

Hayvan ile insan arasındaki net sınırlar çizme ve insanın hayvani doğası ile meleksi doğası arasında meleksilik lehine yaşanmaya çalışılan gelişme ile gnostiklerin hayvanları kozmolojik bir bakışla kutsama çabaları, aydınlanmacı aklın, tüm gizemleri ortadan kaldıran büyü bozumu ile ortadan kalktı. Yerini araçsal akılcılığın dünyaya fayda ekseninde yaklaşan zihni aldı.

Bu olguyu sorundan ayrı tutmak olanaklı değil. Modern endüstriyle tarımcılık ve çiftçilik ekseninde hayvan bütünü ile araçsallaşır. Hayvan sosyal mühendislik mantığı içinde sadece verimlilik hesapları içinde ele alınacak bir nesneye dönüştü. Oysa ki köy yaşamı içinde hayvanla insan arasında daha özel bir bağ kurulabiliyordu. Sarıkız inek, ya da sevimli domuzcuk olabiliyordu. Elbette bu bir çelişkiydi çünkü bu özel bağa sahip olduğu hayvanı kesebiliyordu da. Ama sonuçta endüstriyel hayvancılık içinde hayvan sadece nesne, sadece bir mal halini alırken, diğerinde bu ilişki daha çok yönlü olabiliyordu.

Kuşku yok ki evcilleşme hayvanı bir mal, insan için bir ete dönüştürmüştür ama Lewis Mumford’un da dikkat çektiği gibi din zehir ve panzehir olma özelliğini bir arada taşır. Uygarlığın nesnelleştirici soğuk akılcılığı modern öncesinde manevi olgular içinde engelleniyordu. O yüzden ekoloji hareketinin sık sık dikkat çektiği gibi sekülerleşme doğanın insan için bir araca dönüşmesinde, kapitalizmin bütünü ile başı boş kalmasında en önemli şeydir.Modern Yamyam Özne Ve Doğanın Sorduğu Hesap

Ortaçağ felsefesi ontolojik bir zincir içinde insanı da içine alan geniş bir içkinlik alanına dayanıyordu. Kurulu düzen tıpkı göklerde dolaşan mükemmel kürelerin harmonisi yani uyumu gibiydi. Her şeyin birbiriyle iç içe girdiği bu düzende düzene dışarıdan müdahil olup ona yön verecek bir özneden de söz edilmezdi. Bu düşünme biçimi içinde her şey bir benzerlikler sistemi içinde mevcuttu. Bir şey bir başka şeye benzeyerek büyük düzeni kuruyordu. Ama bu harmonia uzun süre devam etmeyecekti.17 yüzyıl ile birlikte Descartes tarafından cogito ergo sum yani düşünüyorum öyleyse varım sözü ile paramparça olacaktı. Düşünüyorum sözü düzende bir çatlak açıyor bir varlık kendini bu düzenden ayrıştırıyordu.

Düşünen ben karşısına düşünülen nesneyi koyuyor, düşünen ben aktif, fail belirleyen nitelikleri ile bir Özne olurken diğerleri de ona hizmet etmekle yükümlü nesneler halini almaktaydı. Diğerlerinin görevi özne için olmak onun kendilerine verdiği biçimi kabul etmekti.

Levinas’a dayanarak batı düşüncesi olarak yunan-roma düşüncesinin ve onun modern uzantısı olarak hümanizm ve Aydınlanma felsefesinin varlıkbilimsel ya da kökensel bir emperyalizm inşa ettiğini söyleyebilirim.

Levinas Batı felsefesinin ötekiyle girdiği ilişkiye atfen, söz konusu felsefe içinde bilgi ve teorinin ötekini anlamaya yönelik her teşebbüsünün, ötekinin farklılığını aynının bir parçası haline getirerek ortadan kaldırdığını söyler. Levinas, ontolojik emperyalizm olarak isimlendirdiği bu durumun, sürekli bir biçimde ötekine karşı bir şiddet içerdiğini düşünür. Zira politik birtakım belirtilere de sahip olan ontolojik emperyalizm, bir güç felsefesiyle ilişkilidir ve ötekiyle ilişki ise, ötekinin aynı içerisinde bir dönüşüme tâbi tutulmasıyla mümkün olabilir.

Ekoloji hareketi içinde insan merkezcilik diye adlandırılan bu bakış açısı bu gün domuz gribi ile birlikte tekrar gündeme gelen hayvanlara karşı olan zihin anlayışımızı ortaya koymakta ışık tutucu mahiyettedir.

Benim sol hareketin sorunu alelacele kapitalizme bağlayıp, onun ötesine gitmeyen mantığına dair temel itirazım da bu nedene dayanıyor. Çünkü bu özne mantığını, bu insanın dünyaya dilediği gibi nizam verme hakkını kendinde gören kibrini imha etmedikçe, bu zihniyeti terk etmedikçe bu ve benzeri bir çok ekolojik sorunun da niteliği anlaşılmayacaktır. Kuşkusuz derin ekolojinin yaygın söylemi gibi sorunu sadece buna bağlamak ve konunun siyasal, sosyal çok boyutlu niteliklerini göz ardı etmek de solun düştüğü hataya bir başka yerden düşmektir.

Bütün bunlardan sonra şu soruyu sormak gerekiyor sanırım. Domuz gribi bir yerde biz insanların domuzlar için reva gördüğümüz tutum ve davranışların doğa tarafından dengelenmekte başvurduğu bir adalet midir? Bizlerin midesine inmek için gün sayan 65 milyon domuza karşılık ölen 86 insan bu adaletin küçük bir yansıması olur mu?[17]

Bu sorunun insan sevmezlikle ilişkili bulunup benim bir mizantrop (insan düşmanı), hatta ekofaşizan biri olduğumu düşünenler olabilir.

Ben bu olası suçlamalara şimdilik cevap vermeyeceğim. Onun yerine domuz gribi yerine domuz terörü demek isteyeceğim. Ve insanın diğerlerine karşı uyguladığı ontolojik emperyalizme Derrida ve Şiva’ya uyarak Terörizm diyeceğim.

Shiva çok haklı bir soru soruyor:

“Terörizme karşı savaş” tarım sanayinin, şiddet içeren koşullarda başvurdukları şiddet yüzünden domuzların, tavukların ve sığırların dişlerinin, gagalarının ve boynuzlarının kesilmesinin bir benzeri olabilir mi? İnsanların tutsak ve esir edilmesinin içerdiği şiddet yüzünden ortaya çıkan şiddete karşı uzun süreli çözüm, diğer hayvanlarınkiyle aynı olabilir mi? – onlara manevi özgürlük, ekolojik özgürlük için ve psikolojik özgürlük ve ekonomik özgürlük için sahip oldukları alanın geri verilmesi-”[18]

Sanırım solun artık eşitlik kavramını insandan insan olmayanlara doğru genişletecek bir bakışla kapitalizme, onun da öncesinde yamyamlık eksenli terör uygarlığı olgusuna yani uygarlık denen toplum mühendisliğinin, uygarlık denen mega makinenin, uygarlık denen totaliter şiddet biçiminin kendisine uzanan bir sorgulama etiğine gereksinmesi var.


[1] Jean Baudrillard, İmkânsız Takas, Çev: Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2005, s22

[2] Jean Baudrillard, (1995) Kötülüğün Şeffaflığı, (Aşırı fenomenler üzerine bir deneme), Çevirenler: Emel Abora- Işık Ergüden,Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1. Basım, s:101

[3]Age: arka Kapak Yazısı

[4] Mike Davis, Kapitalizm ve Grip, http://bianet.org/biamag/saglik/114399-kapitalizm-ve-grip

* Grip virüslerinin dâhil olduğu, 80-200 nm büyüklüğünde, çok iplikli sarmal RNA içeren, kılıf üzerindeki çıkıntıları kırmızı kan hücrelerinin pıhtılaşmasına neden olan bir familya.

[5] Vikipedia, Domuz Gribi, http://tr.wikipedia.org/wiki/Domuz_gribi

[6] La Jornada: Por 14 años La Gloria ha vivido con miedo por la contamination de Granjas Carroll , http://www.mixx.com/stories/5057940/la_jornada_por_14_a_os_la_gloria_ha_vivido_con_miedo_por_la_contaminaci_n_de_granjas_carroll

[7] Domuz gribi, Tamiflu ve Endüstriyel çiftlikler. http://www.halkingunlugu.net/ceviri/domuz_gribi_tamiflu_ve_endustriyel_ciftlikler.html

[8] Agm (adı geçen makale)

[9]F. William Endengahl, (2009) Ölüm Tohumları, Kalıtımın Değiştirilmesinin Ardındaki Karanlık Oyunlar, Çev: Özgün Şulekoğlu, Bilim+Gönül Yayınları, İstanbul, s:12

[10] Mike Davis, Capitalism and the Flu, http://www.zmag.org/znet/viewArticle/21287,

Tayfun Özkaya Domuz Gribi Et Endüstrisinin Doğurduğu Yeni Bir Felakettir, http://www.tarimmerkezi.com/yazar_kose.php?hid=22950

[11] Engerdahl, age,140

[12] Özkaya, agm

[13] Köpeğin Evcilleşmesi,http://www.dobermanbuz.net/buz9.html

[14] Griffin, İnsanın Evcilleşmesi: Parçalanmanın Hastalığı, http://yabanil.net/?tag=evcillesme

[15] Diamond, age:253

[16] Gary. L. Francione, (2008) Hayvan Haklarına Giriş, Çocuğunuz mu Köpeğiniz mi?, Çev: Renan Akman, Elçin Gen, İletişim Yayınları, 1 Baskı, s:27

[17] Bu konuda Francione son derece çarpıcı veriler ortaya koyuyor. ABD tarım bakanlığı verilerine göre, yemek için yılda 8 milyarın üzerinde hayvan öldürülüyor. Hergün 23 milyon hayvan kesiliyor. Ya da şöyle diyelim. ABD ölçeğinde sadece, saatte 950 binin üzerinde, dakikada yaklaşık 16 bin, saniyede 260 tan fazla hayvan acı verici koşullarda süren hayatlarını bizim midemize inmek için sonlandırmış oluyor. (Francione, age, s:21)

[18] Vandana Shiva, Yamyamlık Olarak Terörizm, http://www.znet-turkiye.org/shiva11.htm