Barış Bildirisi, Entelektüel ve Sorumluluk

Edward Said Entelektüel: Sürgün Marjinal Yabancı isimli kitabında entelektüelin sorumluluğu, toplumsal alanla ve toplumla ilişkisi üzerine kendine has bir entelektüel tanımı sunar. Ona göre entelektüelin asli görevi hegemonya (ki buna devlet ve devletin araçları diyebiliriz) tarafından uygulanan baskılar karşısında görece bağımsızlığını koruma arayışına girmektir. Tam da Said’in sözünü ettiği nedenle entelektüel, bir marjinal, bir sürgün olarak ya da kendine has bir ötekilik çerçevesinde iktidara karşı hakikati söylemeye çalışan bir dilin yazarıdır. Said’in birçok başka entelektüel üzerine yapılan araştırmalara başvurarak vardığı bu çıkarımı elbette kendi yaşam öyküsüyle de çok bağlantılıdır. Bu bağlamda o her zaman halihazırda temsiliyet sorunu yaşamayan güç sahibi devlete biat etmeyi reddeder ve yine onun bakış açısından entelektüelin talebini, sesini duyurmakta kısıtlı imkânlara sahip halk ya da halklara sırtını dönmesi düşünülemez bile. Bu tanımlamaların ışığında günlerdir akademisyenler bildirisini, bu bildiriye destek verenleri, ama en çok da imzacı akademisyenlerin pozisyonlarını göz önünde bulundurmak gerekiyor. 18. yüzyıl Avrupa’sında kendi “salon”larında politika, sanat, kültür vs. tartışarak halkla bağlarını koparmış bir burjuva entelektüel grubundan 19. yüzyılda “Dreyfus Olayı”yla beraber dönüşüme uğrayan entelektüelin günümüzdeki hali onu, konumu ve edimleri gereği bir adalet ve özgürlük davasına ortak eder. Tekrar Said’e dönecek olursak entelektüel yalnızca kendi özel alanında kalarak entelektüel olamaz. Çünkü çalıştığı alan ne olursa olsun çalışmalarını yayımladığı an kamusallaşır; elbette kendine has duyarlılıkları mutlaka olacaktır ve fakat Said’e göre hele de entelektüelin kamusallaştıktan sonra sıkıntı verici, aykırı, hatta keyif kaçırıcı olması bir zorunluluktur. Tam da bu noktada entelektüelin milletsiz, yersiz, yurtsuz, aile bağlarından bağımsız, aidiyetsiz, sürekli seyir halindeki (perpetual wanderer) pozisyonunu da hatırlatmakta fayda var. Çünkü bu nedenle entelektüel, tanımı gereği belli bir etnik grubun ya da örgütün veyahut merciin propagandasını yapmaz, yapamaz. Aksine onların devlet/iktidar karşısındaki dezavantajlı konumuna dikkat çekerek adalet ve özgürlük davasını savunan bir pozisyon alır. Bu pozisyon tam da Barış Bildirisi’ne imzasını koyan akademisyenlere ait pozisyondur, Türkiye’deki mevcut savaş ortamında Güneydoğu illerinde yaşayan halkın sistematik bir şiddete maruz kalması, yerlerinden yurtlarından edilmesi karşısında devletin sahip olduğu tüm “imkânları” vatanın milletin bölünmezliği gibi kutsallaştırılan, ulus-devlet anlayışı kapsamında tartışılamaz addedilen değerler üzerinden onlara karşı kullanması karşısında bir entelektüelin suskun kalması, kendi pozisyonunun toplumla ilişkilenmesi noktasında temelden karşıt bir duruş almasına sebebiyet verirdi. Elbette bu noktada bir kaygı belirebilir; o da entelektüelin kamusal sorumluluğu dediğimizde belli yargılardan hareketle belirli fikirleri topluma empoze etme tehlikesi; tam da bu nedenle yazının devamında bunu açmakta fayda var.

Nilgün Toker Kılınç Politika ve Sorumluluk adlı kitabında kapsamlı bir şekilde Said gibi birçok başka araştırma ve tarihî vaka örneğinden yola çıkarak filozofun ve entelektüelin analizini sunar. Kitabın özellikle “Filozof ve Ulus: Filozofun kamusal tutumu” bölümünde Philippe Soulez’e gönderme yaparak savaş dönemlerinde filozofu kamusal alana çıkmak zorunda bırakan ulusal kriz durumlarında belli başlı iki tutumun öne çıktığını söyler; bunların ilki savaşın propagandasını yapmak, ikincisi ise savaşı tartışmaktır. Soulez ilk pozisyonu “ulus adına” konuşmak olarak, ikincisini ise “ulusla konuşmak” olarak niteliyor. Bu konumlardan ilkinde içine itildiği savaşın propagandasını yapan ve hatta işi devlet temsilciliğine vardıran bir filozof halkı homojen bir birlik olarak gördüğünden ulus adına konuşmuş olur. Halbuki ikinci pozisyonda aynen Nilgün Toker Kılınç’tan aktarırsak “Filozofun, ulusu yaşadığı krizi, kendisiyle tartışacağı bir diyalog muhatabı olarak kabul etmesine işaret etmektedir.” Bu noktada filozof yaşanan kriz çerçevesinde yurttaşlara seslenmektedir. Ulus adına konuşma ve ulusla konuşma farkına baktığımızda, tarihte Sartre Fransa’nın Cezayir politikasına karşı çıktığında, Chomsky ve dönemin birçok akademisyeni Vietnam Savaşı’na karşı ortak bir ses yükselttiğinde, Said “Filistin trajedisi” için çabaladığında ve daha önce de bahsi geçen “Dreyfus Olayı”nda Emile Zola ve dönemin önemli bilim adamları ve yazarları 1894’te Fransa ordusunda görev yapan Musevi bir yüzbaşı olan Dreyfus’un hiçbir gerekçe olmaksızın casuslukla suçlanması karşısında bu durumu mevcut rejimin haksız bir politikası olarak yorumlayıp protesto metni yayımladığında da ulusla konuşma sorumluluğu üzerinden bir tutum izlemişlerdi. Türkiye’de 12 Eylül cuntasının haksız ve şiddet dolu uygulamalarına karşı çıkan imza metni de, bugün Güneydoğu’daki savaşa karşı yaşanan insanlık krizi konusunda barış bildirisine imza atan akademisyenler de entelektüelin insanın yaşama hakkını savunan, kişi hak ve özgürlüklerini her şeyin üstünde tutan, kendi yaşadığı coğrafyadaki halk ve halkların haksızca maruz kaldığı şiddetin karşısında her türlü engele rağmen muhatap aldığı kamu adına görünür biçimde temsil etmesi de entelektüelin hakkı ve sorumluluğudur.

Yukarıdaki örneklerde bahsedilen entelektüel ya da filozof pozisyonu için ne demektir bu entelektüel ya da filozof? diye sorulacak olursa, bu noktada gene Nilgün Toker Kılınç’ın kitabında belirttiği Aristoteles’in entelektüel tanımına dönmek yararlı olacaktır. Aristoteles’e göre entelktüel etkinliklerle uğraşanların yani bilimsel, deneysel bilgi olsun, sezgisel kavrama olsun, felsefi bilgelik olsun ya da pratik etkinliğin bilgisi olsun kişiyi entelektüel yapmaya yetmez çünkü ona göre entelektüel edimlere ek olarak kişi erdem sahibi olmalı, doğruluk, samimiyet ve doğru düşünme gibi özelliklere sahip olmalıdır. İşte tam bu noktada barış bildirisine imza atan akademisyenler kendi entelektüel etkinliklerinin yanında bu bildiriye imza atarak iyiyi kötüden ayırma ve adalet ölçütüne göre muhakeme etme yetilerini kullanarak tam da hakları olan bir konumdan var olanı eleştirmiştir. Yani vermek istedikleri mesajı bir hakikat olmaktan öte eleştirel bir düşünce olarak topluma iletmiş ve eleştirisinin aktörü olma girişimde bulunmuştur. Böylelikle kamusal alanda kendini gerçekleştirme hakkını kullanmıştır.

Tüm bu bilgiler ışığında entelektüelin toplumdan özel ve farklı bir grup olarak algılanarak “toplumun vicdanı” olarak görülmesi ya da toplumda farklı bir zümre olarak üst sınıfa ait kabul edilme anlayışının çıkmazına da düşmekten kaçınılmalıdır. Entelektüel ya da filozof vaaz etmekten kaçınmalı ve hakikat budur iddiasında olmamalıdır; aksine sahip olduğu eleştirel düşünce niteliği çerçevesinde bir adalet ölçütüne referansla haksızlığı duyurur, ilan eder ve bunu tartışmaya açar. Entelektüel kendi sahip olduğu bilgiyi ve beceriyi kamusal ve toplumsal bir sorumlulukla yapandır. İşte tam da bu nedenle akademisyenlerin “Bu suça ortak olmayacağız” duyurusuyla paylaştığı barış bildirisi kendi pozisyonlarının varoluşsal bir gereği olarak algılanabilir ve Türkiye’de var olagelen ifade özgürlüğü ve devletin kimlik politikası konularını da ulusal ve uluslararası alanda tartışmaya açmıştır. Ve tam da bu yüzden bu eylem başarılıdır çünkü “entelektüelin sorumluluğu” kavramı açısından da örnek bir tarihî kayıttır.


Kılınç, Nilgün Toker. (2012). Politika ve Sorumluluk. İstanbul: Birikim Yayınları.

Said, Edward. (1993). Entelektüel: Sürgün Marjinal Yabancı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.