Zor Zamanlarda Yaşamak Ya da “Olamamak” Hali Üzerine Bir Ağıt
“… başarısız boktan bir kış geçirdik
kanımız bile doğru dürüst akmadı
bir sürü çocuğu öldürdüler.”

Turgut Uyar


Zor zamanlarda yaşıyoruz. Geçmişin de bir parçası olduğu çürümüşlük şimdinin bütün kılcal damarlarına yayıldıkça yayılıyor. Ekonomik olarak, siyasi olarak ve moral değerler olarak çürüyoruz ve çöküyoruz. Zaman bir zorluk olarak kristalize olup kendini sadece dışarıdan dayatmıyor. Kendimizi nesnel tarihin seyri içinde oluşmuş zor zamanların içinde bulmuş veya o zamanlara fırlatılmış değiliz sadece. Aynı zamanda içsel olarak deneyimlediğimiz zamanımız da zorluklar içinde. Gündelik hayatımız, ruhumuz ve anlam dünyamız bütün bu zorluklardan payını alıyor. Yaşanan her yönüyle derin bir varoluş krizi. Varoluşumuzu belirleyen ne kadar faktör varsa bütün o faktörlerin yarattığı baskının içindeyiz. Bu krizden herkes payını alıyor olsa bile ekonomik ve sosyal eşitsizliklere paralel olarak eşit olmayan bir dağılımı deneyimliyoruz. Ne olduğumuza, ne olacağımıza ve insanlık durumumuza dair derin bir sarsılma yaşıyoruz. Ekonomi ve siyasetin ötesinde ahlâki ve normatif bir kriz içindeyiz. Bizi her kimsek biz olarak tutamayan değerlerin daha da çözüldüğü bir zamanın içindeyiz. En küçük mikro birliktelikten en büyük makro birlikteliğe kadar bir türlü “birlikte olamama” halinin en keskin uçlarına doğru yol alıyoruz. Çöküşün ayak seslerini makro cemaatleşmeler ve siyaset alanından önce ailede, mahallede ve mikro ilişkilerde aramalıyız. Bize bütün “iyi” değerlerimizi hatırlatacak modernliğin ve ilerleme söyleminin beyaz bantlarını kollarımıza takmamız da işe yarayacağa benzemiyor.

Ne modernlik, ne gelenek, ne de postmodernlik bize biraz olsun bu krizden çıkış için normatif ve bütünleştirici bir ipucu veriyor. Asırlardır bunların hiçbirini deneyimleyemedik. Ne modern, ne gelenekçi, ne de postmodern olduk veya olabildik. Daima bunların bir karışımı veya fazlası/eksiği olduk. Daha ne olduğumuzu bilmeden bu krizden çıkabilmemiz ise hiç kolay değil. Ama bütün bilme çabaları gibi ne olduğumuzu bilmeye dair çabamız da boşa gideceğe benzer. Ne neden birlikte olamadığımızı, ne de nasıl birlikte olacağımızı gösteren herhangi bir değerler veya ilişkiler sistemi var karanlığımızın içinde. Yolumuzu karanlığı delerek, düşerek, yaralanarak ve hatta ölerek geçici de olsa bulmaya çalışacağız. Bulduğumuz şey de tarihin derin sularında kaybolmaktan başka bir şey olmayacak. Kaybolmuştuk ve bir defa daha kaybolacağız. Aradığımız kayboluşumuzu bulduğumuzda da o yola çıktığımız bizlerin çok ötesinde yeni krizlere gebe zamanların biz olamayan bizleri olacağız.

Yaşadığımız dünyanın ve o dünyanın üzerine kurulu olduğu sistemin kriz içinde olduğu ve kendini yeniden yapılandırmak için çıkış yolları aradığı uzun zamandır dile getirilse de krizin kendini tüm boyutlarıyla hissettirdiği zamanlara yeni varmış bulunuyoruz. Tarih hep bir kriz içinde olsa da krizin bilinçlere yerleşmesi kendini bazı spesifik zamanlara saklar ve biz de o spesifik zamanlardan bir tanesine denk gelmiş durumdayız. Şu ana kadarki bütün analizler krizin ekonomik ve siyasi boyutları üzerinde dursa da krizleri tam anlamıyla kriz yapan normatif yapıdaki parçalanmayı ve sarsılmayı anlamaya yönelik çabalar kısıtlı kaldı. Anlatılar kimi zaman hegemonya krizi kimi zaman da neoliberalizmin krizi olarak sunuldu. Parantez arasında krizin moral ve normatif ayağından bahsedilse bile bunun nasıl bir duruma denk geldiği henüz yeterince ele alınmadı. Geleneğin, modernliğin ve postmodernliğin krizi olarak kurulan bütün anlatılar da verili bir duruma dayanıyordu. Gelenekçiydik modern olduk, moderndik nihayetinde postmodern olduk. Hayır, bunlardan hiçbiri olmadık ve olacağımız ya da bir türlü olamayacağımız şey de asla bir kavrama sığmayacak kadar karışık ve bir anlam çemberine yakalanmaktan uzak. Belki de hiçbir zaman bir şey de ol(a)mayacağız. Hep olduğumuzu sandığımız bir olamamışlık hali olarak olamamaya devam edeceğiz. Bir şey olmaktan çok olamamanın krizini yaşayacak gibiyiz.

Şu ana kadar Batı felsefesinin ahlâk normları etrafında az çok şekillenen ve demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları gibi söylemlerle şekillenen normatif yapıda büyük çatlaklar ve gedikler oluşmuş durumda. Gerek Ortadoğu’da yaşanan kargaşa gerekse de bu kargaşanın yaratmış olduğu mülteci krizi ile yüzleşme şekli bu normatif yapının az çok askıya alındığını işaret ediyor. Normatif krizimizin kristalize olduğu ve kendini tüm boyutları ile hissettirdiği yeri arıyorsak, mülteci sorununa bakalım. Mültecilere dair her tartışma insan olarak mülteciden çok değişim değeri veya bir meta olarak mülteciyi işaret ediyor. Onlar alınıp satılabilen, bir ülkeye girmemeleri için başka bir ülkeye para önerilebilen, başka ülkelerden para alınamazsa başka sınırlara sürülebilen ve her türlü eşitsiz ve insanlık dışı koşula mahkûm edilebilen yarı-insanlar durumunda.

Ezcümle, makro ve mikro hiçbir yapı mevcut krizle nasıl mücadele edeceğini bilmiyor. Bunun en önemli nedenlerinden biri de tarihin ne yaptığının bir perde ile gözlerimizden saklanıyor olması. Nereye, ne tarafa gittiğimizi bilmiyoruz ve belki de hiç öğrenmeyeceğiz. Bu yalpalanmaya cevap olarak ilk bulunan önlemler evrensel değerlerin körlüğünde güvenlik önlemlerini artırmak ve otoriter siyasetin önünü açmak. Bütün bunların çöküşü hızlandırmaktan başka bir şeye yaramayacağını hatırlatmaya ise gerek yok sanırım. Çürüyorduk, yakında da çökeceğiz.