ABD Köle Emeğine Karşı Durabilir mi?
Şubat ayı Türkiye’de zorla çalıştırma ve kölelik uygulamalarına yönelik tartışmalarla geçti. Ay başında, H&M ve Next gibi ünlü giyim markalarından Türkiye’deki fabrikalarında, aralarında çocukların da bulunduğu Suriyelileri kayıtdışı çalıştırdıkları itirafları gelmişti. Ay sonuna gelindiğindeyse “İş Kanunu ile Türkiye İş Kurumu Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” ve DİSK’in, milyonlarca kişinin köleleştirilmesine neden olacağı gerekçesiyle bu tasarıya getirdiği itirazlar konuşuluyor. Türkiye’de bu tartışmalar yaşanırken ABD’deyse köle emeğiyle elde edilen ürünlerin ithalatını yasaklayan önemli bir yasa çıkarıldı. Üstelik bu ürünler arasında Türkiye’den alınan yer fıstığı da var.

24 Şubat’ta Başkan Obama tarafından imzalanan yasaya (The Trade Facilitation and Trade Enforcement Act) kadar ABD’de, 1930 tarihli Gümrük Yasası uygulanmaktaydı ve bu yasa, ithal edilen ürünle ilgili zorla çalıştırma şüphesi olduğunda, Gümrük ve Sınır Koruma Birimi’ne ürüne el koyma ve aynı ürünün ithalatını engelleme yetkisi veriyordu. Ancak önemli bir istisnayla: “tüketici talebi”. Yani belirli bir ürünün piyasadaki miktarı iç talebi karşılamaya yetmediğinde, o ürünün ne şekilde üretildiğine bakılmaksızın ithalatına izin veriliyordu. Nitekim bu yetkiye en son 15 yıl önce ve toplamda da sadece 39 kez başvuruldu. Yeni yasayla bu istisnai duruma son verilmiş oluyor. Bundan böyle “üretiminde mahkûmların ve zorla çalıştırılma ve ödünç işçilik kapsamında çalıştırılan işçilerin kullanıldığı ürünler”, iç talebi karşılamak için dahi olsa ithal edilemeyecek.

2015 boyunca bazı yayın kuruluşları ve insan hakları örgütlerinin çalışmaları sonucunda, ABD’ye giren malların üretim süreçlerinde yaşanan çarpıcı vakalar gündeme gelmişti. Örneğin deniz ürünleri tüketiminin neredeyse % 90’ını ithalatla karşılayan ABD’nin, en çok deniz mahsulü satın aldığı ülke olan Tayland’da, insan ticareti mağduru pek çok Güneydoğu Asyalının balıkçı teknelerinde köle olarak çalıştığı ortaya çıkmıştı. Bu tür haberlerin yarattığı kamuoyu baskısı ve insan hakları örgütlerinin ısrarları, hükümetin böyle bir yasa yapmasında etkili oldu.

Ancak uluslararası hukuk çerçevesindeki düzenlemeler dikkate alındığında bu yasa, son derece gecikmiş bir hamle. Zira bu alanda ilk kapsamlı ve geniş katılımlı düzenleme 1926’da Milletler Cemiyeti çatısı altında hazırlanan Kölelik Sözleşmesi’ydi. 1953’te Birleşmiş Milletler kapsamına alınan, 1956’da “Köleliğin, Köle Ticaretinin ve Köleliğe Benzer Kurumların ve Uygulamaların Kaldırılması Hakkında Ek Sözleşme”yle desteklenen ve günümüzde de geçerliliğini koruyan Kölelik Sözleşmesi’ne ek olarak zorla çalıştırma, kadın ve çocukların istismarı ve insan ticaretine yönelik hem Birleşmiş Milletler, hem de Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından pek çok uluslararası sözleşme hazırlandı. “Üzerinde mülkiyet hakkına bağlı yetkilerden biri ya da tümü uygulanan bir kişinin statüsü” olarak tanımlanan köleliğin kapsamına borç köleliği, evliliğin köleliğe özgü halleri, çocukların istismarı, zorla çalıştırılma gibi durumlar girmekte. Uluslararası sözleşmeler de taraf devletlere “bu durumların tamamen ortadan kaldırılması veya bırakılması için mümkün ve gerekli bütün hukuksal ve diğer önlemleri alma” yükümlülüğü veriyor. II. Dünya Savaşı’nın ardından insan haklarına yapılan vurguların artması, insan ticareti ve zorla çalıştırma uygulamalarının “gelişmiş” dünyanın uzağında vuku bulan istisnai durumlar olarak ele alınması ve kölelik gibi insan hakları ihlallerinin en kötü örneklerinin geçmişte kaldığına duyulan inanç nedeniyle kölelik sözleşmelerine, ABD’nin de aralarında bulunduğu çok sayıda devlet taraf oldu.

Bununla birlikte ne sözleşmelere taraf olan devlet sayısının fazlalığı, ne de içinde yaşadığımız döneme ilişkin umutlar insanların köleleştirilmesine, günde 20 saate varan sürelerde çalıştırılmasına ya da çocukların çalıştırılmaya başlama yaşının 5’e kadar inmiş olmasına çözüm oldu. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün verilerine göre dünya genelinde, 6 milyonu çocuk olmak üzere 21 milyon kişinin zorla çalıştırmaya maruz kaldığı tahmin ediliyor ve bu yolla her yıl özel sektörde 150 milyar dolarlık yasadışı kâr elde ediliyor. Zira ABD’nin 86 senelik Gümrük Yasası’nın en kısa biçimde özetlediği gibi, üretimin sınırlarını ancak ve ancak “tüketici talebi” belirliyor. Deniz mahsullerine talep varsa Tayland’da, ucuz giyime rağbet varsa Bangladeş’te, akıllı telefonlar çok satıyorsa Kongo madenlerinde daha fazla çocuk ve yetişkin çalışmaya zorlanıyor. “Gelişmemiş” ülkelerin potansiyel yatırımcılara sunduğu düşük ücretli, örgütsüz emek gücü ve işçiden ziyade işvereni koruyan hukuki düzenlemeler, ABD ve Avrupa menşeli küresel şirketleri bu bölgelere çekiyor. Üstelik birçok durumda taşeronlar sayesinde, küresel şirketlerin doğrudan kendi adına üretim yaptırması, dolayısıyla işçilerle ilgili de doğrudan sorumluluk altına girmesi gerekmiyor. Ne ABD’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler, ne de 1930 tarihli Gümrük Yasası ABD’nin küresel şirketlerinin faaliyetlerinin önüne geçmeyi başarabilmişti. 24 Şubat’ta onaylanan yeni yasanın köle emeğine karşı durup duramayacağınıysa önümüzdeki günler gösterecek.