Anormal Zamanlarda Uzlaşmamak Bir Lüks
İngiliz günlük gazetesi The Guardian yazarlarından Gary Younge ABD’de Cumhuriyetçilerin başkan adayı Donald Trump’un yükselişini bir multimilyoner şovmenin etrafa saçtığı paralarla satın aldığı, Amerika’ya özgü bir başarı olarak yorumlamak kulağa ne kadar çekici gelse de tamamen yanlıştır diyor. Younge’a göre Trump örneği Batı dünyasının birçok yerinde izlenen sağcı popülizmin yükselişinin bir veçhesi. Hemen her Batı ülkesinde bugün bir Trump var, ırkçı, İslamofobik, yabancı düşmanı demagog politikacılar milliyetçi damarı kaşıyan, kayıp değerler teranesine sarılan ve geçim sıkıntılarını kullanan söylemleriyle halk nezdinde giderek artan bir popülerlik yakalıyor. Gary Younge, bu durumun demokrasi için bir tehditten ziyade demokrasinin bizzat ortaya çıkardığı krizin sonucu olarak görülmesi gerektiğine işaret ediyor. Demokrasi krizinden kasıt nedir? Younge, neoliberal küreselleşme sonucunda karşılaştığımız sorunlara yol açan kararların kimler tarafından verildiğinin artık bilinemez hale gelmesi, yani gücün devletlerin ötesine geçmesi ve artık hesap sorulamaz bir görülemezlik hali alması ile birlikte en yakınımızdaki “öteki”ni başımıza gelenlerden sorumlu tutmaya yöneldiğimizi söylüyor. Başımıza gelenlerin suçlusu aranacaksa, gözümüzün önündeki “sorunlu öteki” bir aday olarak hazır. Slavoj Žižek’in de dediği gibi günümüz küresel kapitalizminin yarattığı sorunlar “dışardan gelenler”e -göçmenler, Suriyeli ilticacılar, Romanlar- yansıtılıyor. Terörist mi arıyorsunuz, cevap hazır, içimize kadar gelmiş Suriyeli mülteciler. Sağcı popülist politikacıların yaptığı da işte bu “öteki”ni suçlamaya hazır kültürü sömürerek iktidara gelmeye çalışmak. Demokrasinin krize girmiş olmasının bir nedeni bu tür popülist politikaların hiçbir zaman sorunların esas kaynağına yönelmeyecek olmaları ve insanları ele geçirmiş korkuyu daima istismar ederek iktidarda kalmayı başaracakları. Korku bu tür partileri iktidara taşıyor. Žižek’in bu kriz ile ilgili ortaya koyduğu diğer bir neden ise kendi deyimiyle Batı’daki hümanist idealizm: Suriyeli mültecilere baktığında, “kötü” olabilecek şeyleri hep kendi ırkçı bakışının bir yansıması ya da kolonyalist şiddetin sonucu olarak algılayan ve bu anlamda “kötü”yü ya da sorunları olduğu gibi göremeyen bir bakış açısının etkili olması. Žižek’e göre kendini suçlayıcı damardan beslenen hümanizm “narsisistik bir kapalılık” anlamına geliyor, “göçmen komşuyla gerçek anlamda bir karşılaşma yaşanmasını engelleyen bir kapalılık”. Burada kendini suçlayan bakış açısı ile etrafındaki “öteki”nde suçu bulan iki uç arasında meselelerin açıklıkla müzakere edilmesi ile elde edilmiş bir uzlaşma kolaylıkla olamıyor. Ötekileştirme üzerinden siyaset yapıldığında gerçek görülemiyor. Bu uzlaşmazlık hali işte demokrasinin krizini besleyen diğer bir neden; demokrasi sorunların gerçek mahiyetinin anlaşıldığı ve cevapların geliştirildiği bir müzakere zemini olmaktan çıkıyor. Uzlaşma olamayınca korkular büyüyor. Korku bir tür sıkıyönetim olan “acil durum” yönetimini çağırıyor. Giorgio Agamben’in işaret ettiği gibi devlet bugün bu yüzden bir hukuk devleti olmaktan ziyade bir güvenlik devleti haline gelmiş bulunmakta.

Bütün bunları aslında Ankara’da geçtiğimiz kasım ayında gerçekleşen “İhtilaf Sanatı” başlıklı Işıl Eğrikavuk’un performatif eseri üzerine düşünmek üzere bir giriş olarak yazıyorum. Işıl Eğrikavuk bu işini Salt Ulus Galerisi’nde Ankara Sinema Derneği Gezici Festivali’nin daveti üzerine gerçekleştirdi. Eğrikavuk TBMM bünyesinde 2011 yılında kurulan ve 2013 yılının sonuna kadar faal olan Anayasa Uzlaşma Komisyonu çalışmalarının tutanaklarını işinin temeline oturtmuş. Hatırlanacaktır, 2011 yılında amacı yeni bir anayasa yazmak olan ve Meclis’te grubu bulunan tüm partilerin eşit sayıda milletvekili ile katıldığı bir Anayasa Uzlaşma Komisyonu kurulmuştu. Yeni anayasa hazırlama sürecine ilişkin TBMM Bilgi Notu’ndan anlaşıldığı üzere, Komisyon, kendi ifadeleri ile “mümkün olduğunca geniş katılımı sağlamak ve anayasa yapımına sözlü, yazılı veya elektronik ortamda katkı sağlamak isteyen her kurum, kuruluş ve vatandaşın görüşünü alabilmek amacıyla sayısız toplantı yapmış, yüz binlerce sayfayı bulan görüşleri toplamış” ve Rapor’dan özetleyecek olursam:

160 kamu kurumu, üniversite, STK’yı dinlemiş, 165 üniversite, 78 il barosu, 60 siyasi parti, 18 belediye birliğine, 17 kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşu, 7 yüksek mahkeme, 7 kamu görevlileri sendikaları üst kuruluşu, 6 muhtarlar birliği dernekleri, 4 işçi ve işveren sendikaları üst kuruluşu, RTÜK, Vilayetler Hizmet Birliği ve Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı ile posta yoluyla yazışma gerçekleştirmiş, 14.538 dernek, 4.000’den fazla vakıf, 1.700 yerel ve ulusal radyo ve 197 yerel televizyona ise e-posta yolu ile yazı göndermiş, Komisyonun resmi web sitesi üzerindeki görüş bildirme sistemi üzerinden, yeni anayasa konusunda 66.015 kişi tarafından verilen görüşleri, ayrıca Komisyonun e-posta adresine 1.872 kişi veya kuruluş tarafından e-posta yoluyla gönderilen görüşleri ve posta yoluyla Komisyona iletilen 1.050 kişi veya kuruluşun görüşünü değerlendirmeye almış.

Komisyona sivil toplumun ilettiği görüşlerin sayfa sayısı 18.350 sayfa tutmuş. Bütün bu hummalı çalışmalara rağmen, bildiğimiz gibi süreç 2013 yılının sonunda, “yeni bir anayasanın tümünde uzlaşmanın sağlanamayacağı anlaşıldığından” denilerek sonlandırılmıştı. Sivil toplum her ne kadar bu sürecin açtığı katılım kanallarını kullanmışsa da TBMM’de bulunan partiler uzlaşmaya yanaşmamış, “kırmızı çizgilerini” sonuna kadar savunmuşlardı.

Işıl Eğrikavuk “İhtilaf Sanatı” başlıklı işinde politik partilerin Meclis’te sergiledikleri bu uzlaşmama kültürüne eğiliyor. 15 dakika süren ve sürekli tekrarlanan performansta bir eski Yunan tragedyasını andıran metninin içine alınıyor izleyiciler; koro anlatıyor: Bir zamanlar ülkenin birinin kralı ölmüş ve yeni kral arayışı sürecinde herkes ben kral olmak istiyorum hevesine kapılmış, herkes birbirine düşmüş, ortalığa kaos hakim olmuş ve çatışmadan geçilmiyor. Tam bir Hobbesçu durum. Aradan böyle 117 sene geçmiş ve günün birinde bir kâhin belirivermiş. Tabii sormuşlar ona kral kim olacak diye. Kâhin gülmüş; “Ne krallığı, krallık devri biteli çok oldu!” Koro anlatımına ara verdiğinde performansçılar devreye giriyor ve basında çok gördüğümüz politikacı pozları eşliğinde -el sıkışma, parmağıyla uzağı işaret etme gibi- Meclis komisyon görüşmelerinin tutanaklarından cümleler söylüyorlar. Sonra birden itişmeye başlıyorlar, yumruklaşıyorlar. Bir süre sonra anlıyoruz ki tüm bu pozlar Meclis’ten alınmış kavga sahnelerinin canlandırılması. Fragmanlar halinde izleyicinin etrafında bu performanslar gerçekleşiyor. Bir yerde psikoloji dergilerinden Işıl Eğrikavuk’un uzlaşma ile ilgili derlediği bazı bilgiler okunuyor. “Uzlaşmaya varmak için,” diyor bir alıntı: “‘3A’ tekniğini değerlendiriniz.” “Önce karşınızdakini anlamak için dinlemeniz gerekiyor. Sonra da aynı fikirde olmasanız da karşınızdakinin söylediğinin önemini onaylamanız gerekiyor, evet anlıyorum denilmeli. Sonunda uzlaşamayabileceğinizi de kabul etmelisiniz.” Yumruklaşan politikacı pozu uzlaşma sürecinin medeni bir şekilde yürütülmediğini ima ediyor. Meclis’te sıklıkla bu manzaraları görüyoruz; uçan tekmeler, şiddet gösterileri. Şiddete başvurmadan da uzlaşılmaması mümkün olmalı -uzlaşmamanın da sanatı olabilmeli.

Ama öbür taraftan da, önümüzde yeni anayasanın nasıl yapılacağı konusu durmaya devam ediyor. Daha geçtiğimiz günlerde, ikinci defa kurulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu üç toplantı ardından ana muhalefet partisinin çekilmesi ile dağıldı. Böylelikle uzlaşmama sanatında yol katediyoruz etmesine, ancak yeni anayasa gibi hayatımızın can damarı bir konuda nasıl uzlaşarak ilerleyeceğimizi bulamıyoruz. Herkes masaya kırmızı çizgileri ile gittiği zaman uzlaşma baştan devre dışı bırakılıyor ve o zaman, Eğrikavuk’un performans işindeki gibi, benim anayasam, senin anayasan (benim tacım, senin tacın) diyerek biz de anayasasız 117 sene mi geçireceğiz? Işıl Eğrikavuk’un performansında millet didişerek -hatta izleyiciler de performans alanında buldukları kral taçlarını takıp hikâyeye katılarak- onca zamanı absürt bir şekilde geçiriyor, evet. Oysa gerçek hayatta ve özellikle bugün, Gary Younge’ın anlattığı gibi, artık, yerelde, kendi çevremizde olup bitenlerin dinamiklerini kontrol edemediğimiz, yerelin kaderinin tamamen yerel ötesi aktörler tarafından belirlendiği ve bu yüzden hep istisnai ve anormal bir durumda ve zamanda yaşadığımız hissine kapıldığımız bu küresel çağda uzlaşamadık ne yapalım, diyebileceğimiz “normal” şartlarda yaşamıyoruz. Bu bakımdan karşımıza çıkan sorunları anlayarak ele almamızı sağlayacak demokratik müzakere zemininin varlığı ve sağlığı hayati bir önem taşıyor. Gary Younge, Slavoj Zizek ve Giorgio Agamben’in demokrasi krizine ilişkin, yazının başında bahsettiğim düşüncelerine dönebiliriz. Politika bir müzakere zemini olmaktan çıkarak karşılıklı “kırmızı çizgilerin” ya da önyargıların karşı karşıya geldiği bir uzlaşmama durumuna döndüğünde, bunun sonucu siyasi kutuplaşma oluyor. Kutuplaşmadan en fazla yarar sağlayan da korkudan beslenen sağcı popülist politikalar. Korku beklemeye tahammül edemeyen, paniğe dönüşerek, kendisine “öteki” olarak gösterileni hemen suçlu ilan etmeye hazır bir ruh hali. Korku Agamben’in “acil durum” yönetimi dediği güvenlikçi devleti savunan sağ popülist ya da otoriter partileri ve liderleri çağıran bir his. “Kırmızı çizgiler”in restleştiği, yani demokrasinin krize girdiği bu durumda müzakere, yerini korkuyu en iyi manipüle edenin bastırarak iktidarı ele geçirdiği otoriterliğe meylediyor. ABD’de yapılan bir araştırmaya göre insanlar kendilerini tehdit altında hissettikleri zaman kendilerini koruyacak ve korkularına neden olanlar olarak gördüklerinden kurtulmalarını sağlayacak güçlü liderleri arıyorlar. Ancak, Giorgio Agamben’in işaret ettiği gibi, burada dikkat edilmesi gereken nokta, “Güvenlik Devleti” paradigmasında, devletin korkunun temelini ortadan kaldıran değil tam tersine devam ettiren olmasıdır. Vatandaşlık cephesinden bakıldığında da, Güvenlik Devletinde “hakimiyet milletindir” sözü seçimlerden seçime oy vermekle sınırlı bir siyasi katılıma indirgeniyor. Vatandaşlığın giderek bu şekilde depolitize olması Agamben için, Nazi dönemi hukukçularının halk için yaptıkları devletin koruması ve geliştirmesine muhtaç apolitik varlık tanımlamasını çağrıştırması bakımından çok endişe verici.

Sanat, bütün bu meselelere soğukkanlı bir mesafeden ve yaratıcı açılardan bakmamızı sağlayan elimizdeki yegâne imkânlardan birisi. Her ne kadar Işıl Eğrikavuk’unki gibi, katılımcı bir performans etkinliği esnasında izleyici kendisini bir bilinemezliğe teslim etmiş olmanın getirdiği karışık duygular nedeniyle bu soğukkanlı mesafeyi zaman zaman kaybedebiliyorsa da kazandığı başka bir şey var. İlişkisellik üzerine kurulu katılımcı performatif sanat işlerinde, izleyici gündelik yaşamına hakim parçalanmış sosyalliklerinin tersi bir durumla, Nicolas Bourriaud’un terimiyle o etkinlik nedeniyle var oluveren “anlık bir topluluk” ile karşılaşır, kendisini bu topluluğun bizzat yarattığı özgün bir “mübadele alanı”nın parçası olarak bulur. Sanat etkinliği bir karşılaşma alanı haline gelir. Bu tür karşılaşmalar çoğalsa ve toplumdaki farklı duruşları bir araya getirebilse, siyasetin korkuyu besleyen kutuplaştırıcı taktiğini boşa çıkartacak en etkin hamlelerden birisi olur diye düşünüyor insan.

Not: Işıl Eğrikavuk’un “İhtilaf Sanatı”nı Ankara’da kaçıranlar, Mart ayı sonunda (24 ve 25 Mart) Salt Galata’da izleyebilirler.
Giorgio Agamben, "From the state of law to the security state: Giorgio Agamben on the state of emergency in France", Le Monde, 23 Aralık 2015.

Nicholas Bourriaud, İlişkisel Estetik. Bağlam Yayınları, 2005.

Gary Younge, "Don't let Trump fool you: rightwing populism is the new normal", The Guardian, 6 Ocak 2016.

Slavoj Žižek, "What our fear of refugees says about Europe", New Statesman, 29 Şubat 2016.