İmparatorluğa Meydan Okuyan Devrimci Bir Şairin Yirmi Birinci Yüzyıla Ağıdı

Yirmi birinci yüzyılın en önemli aktivist entelektüellerinden biri şüphesiz İkbal Ahmet’tir. Doğumundan ölümüne kadar geçen sürede belki de birçok düşünür, yazar ve şairin isteyip de sahip olamayacağı düşünsel bir pratiğin içinde yer aldı. Ahmet’in düşünsel dünyası ölene kadar, kendi tabiriyle, “seküler ve eleştirel” bir dünyanın sınırlarında gezinip durdu.

İkbal Ahmet çok sevdiği ülkesi Hindistan bölündüğünde henüz on üç yaşındadır. John Berger Fotokopiler[1] isimli eserinde, isim vermeden Ahmet’in o yıllarına dair, “Kaldırımda Güreşe Tutuşmuş İki Erkek Figürü”[2] isimli bir öykü kaleme alır. Berger bu öyküsünde, hem Ahmet’ten hem de Hindistan bölündüğünde yollara düşen on iki milyon insanın trajik yazgısından bahseder. Berger bu öykünün nasıl ortaya çıktığını ve Ahmet’in nasıl biri olduğunu Yücel Göktürk ile İstanbul’dan Gelen Telefon[3] isimli söyleşi kitabında anlatır. Göktürk’ün, “İkbal Ahmet’in bir gece, Amsterdam’da bir barda, size çocukluğunun hikâyesini anlattığını söylüyordunuz,” sözlerine karşılık veya cevap olarak Berger’in anlattıkları, Ahmet’in siyasal duruşu ve entelektüel kimliğinin oluşumu hakkında bir fikir veriyor bize. Berger o söyleşide Ahmet’le konuştuklarını anlatır:

Sokakta rastladığı bir berduş vasıtasıyla. Pakistan’ın Hindistan’dan ayrıldığı günlerde, Delhi’den Lahor’a göç eden insanlara göç yollarında çok önemli bir kılavuzluk, bir tür önderlik yapan bir adammış o berduş. İkbal birkaç yıl sonra ona Lahor’da rastlıyor, adam perperişan, kaldırımda yatıyor. İkbal’in ayağı adama takılıyor, yere düşüyor. O adamın durumu, İkbal’de bir aydınlanma ânı yaratıyor, ne denli adaletsiz bir dünyada yaşadığımızı idrak etmesine yol açıyor. Son derece kıymetli, cömert ve diğerkâm bir insan bir çöp torbası gibi sokağa atılıyor. O gece Amsterdam’da bana o adamın halinin kafasını netleştirdiğini ve siyah bilincini ömrü boyunca etkilediğini anlatmıştı. O yazıda bu öyküyü naklettim.[4]

Berger’in “Kaldırımda Güreşe Tutuşmuş İki Erkek Figürü” öyküsünde yollara düşen on iki milyon insandan ikisinin, on yaşındaki Muhammed (İkbal Ahmet) ve abisi olduğunu anlarız. Zorlukla geçen yolculuklarından onları kurtaracak tek bir kişi vardır, o da devlet bürokrasisinde önemli bir pozisyonda çalışan abileridir. Sınır boylarında kamplara yerleştirilen mülteciler yazgılarının ne olacağını beklerlerken, abi, kardeşlere telgraf çekerek bir uçağın onları kurtarmak için gönderildiğini söyler. Uçak, abinin söylediği saatte piste iner ve yolcularını alır. Fakat uçakta bir kişilik yer kalmıştır. “Muhammed” mürettebat ve abisinin aksi yöndeki bütün ısrarlarına rağmen kendisinin yerine abisini uçağa bindirir. Muhammed’in bu davranışı hayatının istikametini de belli eder. Mağdur olmuş, mülteci hayatı yaşayan sessiz bir çoğunluğun, yaklaşık on iki milyon insanın parçasıdır artık. Muhammed sırtındaki av tüfeğiyle uçağın yanından ayrıldıktan sonra yollara düşer.

Ahmet bir öyküye konu edilen o sınır yolculuğunda, yolun yalnızca sınırın diğer tarafına geçmek olmadığını o yaşlarda anlamış mıdır acaba? Anlamamışsa bile biz o yolun hâlâ devam ettiğini, Ahmet’in sınır boylarında ezilenlerin yanında nasıl saf tuttuğunu görebiliyoruz. Ülkesi bölündüğünde aidiyetini bir taraf üzerine kuramadığı, belki de kimliği konusunda her iki ülkenin de acısını paylaştığı için ölene kadar hem Hindistan hem de Pakistan’ın vatandaşı olarak kalmıştır.

Ahmet, İmparatorluğa Meydan Okurken isimli kitapta, David Barsamian ile yaptığı söyleşide Karl Marx ile ilgili yöneltilen bir soruya verdiği cevapta şöyle bir saptamada bulunur: “İnsanlık tarihi ötekinin reddiyle doludur.”[5] Bu söz âdeta Ahmet’in bütün yaşamının paradigmasına dönüşür. Zira bütün hayatı reddedilenlerin, ezilenlerin, ötekileştirilenlerin yanında saf tutmakla geçer. Berger’ın Ahmet ile bu kadar yakınlık kurmasının bir nedeni Marksist olmasıysa eğer, diğeri devrimciliğidir.

Söyleşinin bir yerinde Barsamian, Ahmet’e dindar biri olup olmadığını sorar. Ahmet’in cevabı açıktır: “Koyu bir sekülerim.”[6] Ahmet’in bu cevabı okuru yanıltabilir belki. Fakat sözlerinin devamında sekülerliği tanımlarken dine bakışına dair bir fikir verir okura: “Asıl anlamına bakarsanız, sekülerlik dinsiz olmak ya da dine karşı olmak anlamına gelmez. Benim için seküler, devletin yasalarının, toplumun yasalarının bazı ilahi emirlere uygun bir biçimde yürürlüğe sokulmamasıdır.”[7]

Bu sözlerinden anlaşılacağı üzere Ahmet, sekülerliği dinle kendi arasındaki mesafeyi tanımlamaktan öte; devlet aygıtını işleten düzeneğin dinsel normlardan azade olması gerektiğini vurgulamak amacıyla kullanır. Zaten Barsamian ile yaptığı söyleşinin birçok yerinde İslâmi düşüncenin sufi geleneğine olan ilgisini saklamaz. Bu konuda haksız değildir Ahmet, çünkü sufilerin Hindistan’daki kast sitemine karşı çıkan ve sınıf ayırımını ortadan kaldıran davranışlar sergilediklerinden bahseder.

Sufilere yönelik düşüncesi, aynı zamanda onun dine bakışına dair bir fikir de verebilir bize. Dine karşı değildir, fakat mutlak bir teslimiyeti de yoktur dine. Bu konuda eleştirel bir noktada durduğunu görüyoruz. Dolayısıyla Ahmet’in sufilere olan ilgisini sınıf temelli ideolojik duruşu oldukça net olduğundan sınıfsal olarak yorumlamak gerekir. Batı Avrupa’nın ırk yayılmacılığı konusunda Yahudilerin, Filistin-İsrail savaşında Filistinlilerin, Arap-Kürt karşıtlığında Kürtlerin, İngiltere-İrlanda sorununda İrlandalıların yanındadır her zaman. Ahmet’in bu tavrının kökeninde sufi inancının kodları ve Hinduların Budist geleneğinin etkisi olduğunu söylemek mümkündür. Belki de Noam Chomsky’nin Ahmet’e “seküler sufi”[8] demesinin nedeni de bu düşünceleridir.

Sufiler hizmet ederek ve ayrımcılığın olmadığı, insanlara eşit davranılan örnekler sergileyerek yaşadılar. Hindistan kast sistemi nedeniyle çok katı bir biçimde bölünmüşken, özellikle Hindu kastının en altında yer alan dokunulmazlara çağrıda bulundular. Sufiler toplumsal hareketliliğin yanı sıra yoksullara onur ve eşitlik önermişlerdi.[9]

Ahmet, İslâm dininin sufilere yaslanan yönüyle, Hindistan’da halk arasında kabul edilebilir bir saygınlık kazandığını anlatır ve onları diğer din tebliğcilerinden ayırır. Hindistan ile Pakistan iki devlet olarak ayrıldığında, Ahmet henüz on üç yaşındadır. Dolayısıyla her iki ülkenin hem kültürel hem de dinsel aidiyetlerinden payını almıştır. Bu noktada Ahmet’in sufilere olan yaklaşımının kökeninde Budizm inancı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu noktada Berger’ın “Kaldırımda Güreşe Tutuşmuş İki Erkek Figürü” öyküsündeki uçağa binmeyen Muhammed metaforu, Ahmet’in Budist inanış ve sufiler konusundaki düşünsel yaklaşımı konusunda bir fikir verebilir bize. Akla ilk gelen de Siddhartha’nın evini terk ettiği o meşhur meseldir. Siddhartha babasının bütün engellemelerine rağmen evini terk eder ve çileci bir yaşama adımını atar. Hatırlayalım, Muhammed de uçağa binmeyerek çileci bir yaşama adım atmıştır.

Babasının izniyle huzur bulmak için ormana gitti… Ormanın dışında bir yere vardı. Orada, sabanla sürülmüş ve sudaki dalgalar gibi çizgi çizgi olmuş bir arazi parçası gördü. Sabanla yarılmış taze çimleri, kırılmış yumurtaları ve öldürülmüş böcek yavrularını görünce, sanki kendi kanından canından kişilerin katilini görmüş gibi derinden üzüldü. Sonra toprağı süren, çamur, güneş ve rüzgârdan tenleri kavrulmuş insanları, onların ağır yük çeken zavallı hayvanlarını görünce, soylular soylusu kişinin merhameti doruk noktaya çıktı. Keder içinde atından indi ve yavaşça yere bakarken doğumu ve dünyanın yıkıcılığını düşünüp üzüldü ve “gerçekten çok yazık,” dedi.[10]

Sufi geleneğinin kast sistemini reddeden duruşu ile Budizm’deki, “zenginliği bırakarak çile ve ermişlik yaşamına geçme” düşüncesi yakındır birbirine. Sufilik ve Budizm’in yarattığı etki Ahmet’in düşünsel altyapısını hazırlar. Hindistan-Pakistan sınırında mülteci olarak kaldığı yıllarda, tercihini sürekli ezilenlerden yana koymasının en önemli nedeni belki de budur. Ülkesinin bölünmesi onun nazarında hiçbir zaman gerçek anlamda bir bölünme değildir. Çünkü hem İslâmcıların hem de diğer dinsel aidiyetlerin yüzyıllardır iç içe yaşadıklarını ve artık birbirlerinden ayrılmalarının mümkün olmadığını söyler. Fakat bu ayrışmanın nasıl gerçekleştiği konusunda Barsamian ile yaptığı söyleşide oldukça çarpıcı bir tarih bilgisi sunar okura. Odağındaki kişiler Hindistan’ın İngiliz emperyalizmine karşı savaşan Mahatma Gandhi ve Muhammed Ali Cinnah olduğu kadar, emperyalizmin düşünce örüntüsü/yapısıdır da. Gandhi ve Cinnah’ı eleştirir Ahmet. Çünkü ona göre Hindistan’ın bölünmesinin bir nedeni de Gandhi ve Cinnah’ın yanlış ideolojik duruşlarıdır. Bu konuda Barsamian’ın, “Hindistan’ın iki ülkeye bölünmesinin ardından yaşanan kan gölüne baktığınızda olayların başka türlü olma şansı var mıydı?”[11] sorusuna oldukça ilginç bir cevap verir:

Bölünme engellenebilirdi. Ne var ki, büyük şair ve yazar Rabindranath Tagore’un öngördüğü gibi, Hindistan’daki emperyalizm karşıtı hareketler milliyetçilikten de uzak durmalarının bir zorunluluk olduğunu kavrayamadılar. Batı emperyalizmini reddettik; ancak bu süreçte Batı milliyetçiliğini tepeden tırnağa benimsedik.[12]

Özellikle son sözlerindeki milliyetçilik vurgusu ilginçtir Ahmet’in. Çünkü ona göre Gandhi ve Cinnah’ın milliyetçi söylemleri koca bir ülkeyi ikiye bölmüştür. Emperyalizme karşı verilen savaş başarıya ulaşmış; fakat ülkenin kendi içindeki bütünlüğü, iki liderin yanlış politikaları nedeniyle sağlanamamıştır. Hindistan bölündükten sonra hem Pakistan’ın hem de Hindistan’ın etkisi altına girdiği milliyetçi dalga, tek dil ve tek etnik unsur temelli bir olguyu dayatır. Örneğin Pakistan milliyetçiliği Urducayı ulusal dil olarak kabul eder. Fakat Doğu Pakistan’da konuşulan dil Bengalcedir ve en az Urduca kadar kullanılmaktadır. Bu dayatmanın sonuçları Pakistan açısından ağır olur; zira ülkenin doğusu Bangladeş’in bağımsızlığını ilan etmesiyle topraklarının bir kısmını kaybeder. Benzer sorun Hindistan için de geçerlidir. Aynı tartışmalar ve aynı baskın milliyetçi dalga Hindistan’da da hayat bulur ve halk açısından birtakım tatsız sonuçlar doğurur. Hindistan-Pakistan arasında cereyan eden milliyetçi dalganın Keşmir sorununu ortaya çıkardığını ve bunun da iki ülke arasında ciddi bir silahlanma yarışına neden olduğunu belirtir. Ahmet bütün bu yıkıcı ideolojinin kökeninde milliyetçilik denen hastalığın olduğunun altını çizer. Hatta daha da ileriye giderek ilk milliyetçi kıyımı Osmanlı Türklerinin Ermenilere, ikinci soykırımı da Avrupa milliyetçiliğinin Yahudilere yaptığını işaret eder:

Ermeniler, Hıristiyan oldukları için öldürülmedi. Ermeni oldukları için öldürüldü. Ermeniler, Ortadoğu’da milliyetçiliğin yükselişinin -hakiki anlamıyla- ilk kurbanlarıdır. Yahudiler de Avrupa’da milliyetçiliğin yükselişinin son kurbanlarıdır.[13]

Ahmet’in milliyetçilik konusunda söyledikleri, milliyetçiliğe neden karşı çıktığı ve karşı çıkılması gerektiği konusunda bir fikir verebilir bize. Fakat bu soykırım dalgasının bütün bu ayrıştırıcı ve yıkıcı özelliğine rağmen ders alınmadığının da altını çizer. Zira bu dalganın son kurbanlarının bu iki menfur olayla sona ermeyebileceğini işaret eder. Sözlerinin devamında şunları söyler Ahmet: “Umuyorum ki, Kürtler de Ortadoğu’da yükselen milliyetçiliğin son kurbanları olur.”[14]

İkbal’in milliyetçilik konusunda bu kadar hassas olması anlaşılırdır. Çünkü yüzyılın en büyük savaşlarının kökeninde bu milliyetçi dalganın payı o kadar büyüktür ki yarattığı yıkım Ahmet’in düşünsel hassasiyetini de bu yönde belirlemiştir. Ahmet’in milliyetçi dalga konusunda düşündükleri ve buna karşı aldığı tavır haksız ve mesnetsiz değildir. Çünkü Ahmet, milliyetçiliğin emperyalizme olan katkısının dünya ölçeğinde yepyeni bir hegemonik anlayış doğurduğunu ve bunun da merkezinin Batı uygarlığı olduğunu söyler.

Buraya kadar, Ahmet’in düşünce dünyasına dair söylenenler okuru bir yanılgıya düşürebilir belki. Zira Ahmet sadece bir siyaset bilimci değil, bir yazar ve şairdir aynı zamanda. Çünkü toplumsal olaylara yaklaşımının, yaşadığı çağı yorumlamasının, entelektüel birikiminin ve devrimciliğinin onun düşünce ufkunu önemli ölçüde genişlettiğini belirtmek gerekiyor. Ahmet’in Hindistan’ın ünlü şairi Tagore ve Gandhi arasında ülkenin geleceği konusunda vuku bulan tartışmalarda, ülkesinin tarihini yorumlarken Tagore’un penceresinden baktığını görüyoruz. Bu konuda haksız değildir Ahmet. Çünkü Tagore yazdıklarıyla Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’in ortak şairi olarak kabul görmüş, hatta Bangladeş ve Hindistan’ın milli marşlarını bile kaleme almıştır. Dolayısıyla Ahmet milliyetçi bir sığlığın ayrışma yarattığını, kültürün de birleştirici olduğunu vurgulamakta haksız değildir. Çünkü ona göre Gandhi’nin politik duruşu ve öngörüsü Tagore’unki kadar güçlü değildir. Tagore’un yirmi yıl öncesinden Hindistan’ın bölüneceğini öngördüğünü, Gandhi’nin ise bunu fark etmediğini söyler: “Tagore ve Gandhi’nin arasında -Tagore’un Gandhi’yi uyardığı- bize kadar ulaşmış müthiş bir diyalog vardır: ‘Bak, Hindistan’a getirdiğin politikalar iki topluluğu bölecek.’”[15]

Ahmet’in şiire olan ilgisi, belki de Tagore’un bu politik öngörüsüne meftun olduğu içindir. Ahmet’e göre Gandhi Tagore’u dinleseydi, Hindistan hiçbir zaman bölünmeyecekti. Zira Tagore’un işaret ettiği olgunun nedeni Gandhi’nin içine düştüğü milliyetçi çıkmazdır. Ahmet bu konuda Tagore’un politik öngörüsü kadar şairliğini de öne çıkarır. Ahmet’in ideolojik duruşu ile Tagore’unki tam da bu noktada kesişir. Zira her iki düşünce insanı da milliyetçilik konusunda aynı düşüncelere sahiptir:

1921 Temmuzu’unun ortasında bu iki adam Tagore’un Kalküta’daki evinde buluşmuşlardı. Gandi, “Bak Gurudev -Gandi Tagore’e böyle hitap ediyordu-, Hindu- Müslüman birliğini çoktan sağladım,” demişti. Tagore’un buna yanıtıysa “İngilizler ülkeyi terk edip gittiğinde ya da milliyetçiler ülkenin yönetimini ele geçirdiğinde ne olacak peki?” olmuştu. Gandi: “Ama Gurudev, benim programım şiddetsizlik ilkesine dayanarak swaraj (öz yönetim) kazanmak üzere.” Tagore: “Gandici[16], gel. Verandamdan aşağı bak. Aşağıya bak ve senin sözde şiddet istemeyen yandaşlarının neler yaptığına bir göz at.” Ardından Gandi’ye sivil itaatsizlik eylemi yapanlar tarafından pazarda yakılan giysileri gösterip şunu sormuş: “Şiddet içermeyen ilkelerinle bizim şiddetli duygularımızı denetim altında tutabileceğini mi sanıyorsun? Hayır, bence sanmıyorsun. Bunu yapamayacağını biliyorsun.” Tagore, Gandi’yle bu meseleler üzerine tartışmayı iki yıl kadar daha sürdürdü.[17]

Ahmet, Tagore ve Gandi arasında 1921 yılında geçen ve ülkenin geleceği konusunda cereyan eden tartışmanın sonundan şunları söyler. “Yirmi altı yıl sonra, 1947’de olup bitenler Tagore’un başımıza gelecekleri önceden gördüğünün olağanüstü kanıtıydı. Şair, geleceği Mahatma’dan daha iyi biliyordu.”[18]

Ezilenlerin şahsında koca bir yüzyılın hem sanığı hem tanığıdır Ahmet. Belki de o nedenle yüzyılın önemli sanatçı, yazar, devrimci ve düşünürünün yakın dostuydu. Edward Said, İmparatorluğa Meydan Okurken için yazdığı giriş yazısında, İsrail ile Filistin arasında cereyan eden meselede Ahmet’in kendisine akıl hocalığı yaptığını söyler: “İkbal’i çoktan politik meselelerdeki akıl hocam yapmıştım.”[19] Said, sözlerinden de anlaşılacağı üzere, İsrail-Filistin meselesindeki arabuluculuk konusunda İkbal’in ciddi bir rol oynadığının altını çizer. Bundan da öte Ahmet’in öngörüsüne hayran kaldığını söyler. Ahmet 1980 yılında FKÖ yerleşimlerini gezip bir rapor kaleme alır ve bu raporun sonuç kısmına İsrail’in Filistin’i işgal edeceğini yazar. Said, Ahmet’in hazırladığı rapor için şunları yazar: “Ahmet, İsrail’in yalnızca iki yıl sonra, bin dokuz yüz seksen ikide gerçekleşecek işgalini öngörmekle kalmadı; aynı zamanda, ne yazık ki, sonucu da tahmin etti.”[20]

Ahmet’in aracılık yaptığı olay yalnızca İsrail-Filistin meselesi değildir. 1999 yılında kolon kanserinden yaşamını yitirene kadar pek çok meselede rol alır. Kampanyalar hazırlar, panellerde konuşur ve devrimci birçok oluşumun yanında saf tutar. Princeton Üniversitesi’nde hocalığından, Howard Zinn, Noam Chomsky, Edward Said, Kofi Annan, John Berger ve daha birçok yazar ve siyaset bilimciyle faaliyetlerine kadar tam bir devrimciydi Ahmet. Sesinin yankısı Filistin’in, Cezayir’in, Hindistan’ın, Pakistan’ın, Vietnam’ın, Kürdistan’ın, Afrika’nın sokaklarında, sessiz yığınların kulaklarında hâlâ bir fısıltı halinde dolaşıyor. Belki de en büyük hayali olan İbn-i Haldun’un adını taşıyacak üniversitenin kurulmasına kadar da bu sesin yankısı duyulacak.

Ahmet’in Barsamian ile yaptığı uzun söyleşi hem bir otobiyografi niteliğinde hem de kendi çağının devrimci çığlığı gibi. Kitap kapandıktan sonra akılda kalanlarsa uzunca bir süre insanın peşini bırakmayacak cinsten.

“Yirminci yüzyılın ikinci yarısında uygarlığımız çöktü.”

“Batı tahakkümü cebren genişledi, kurumsallaştı ve dinin yanı sıra ahlak vasıtasıyla meşrulaştırıldı. Bu evrensel şiddetin epistemolojisi, günümüze değin Batılı olan ve olmayan dünyalar arasındaki ilişkileri şekillendirmeye devam etti.”

“Özgürleşme mücadeleleri hasmını ahlaki olarak yalnız bırakmaktan geçer. Hitler ya da Stalin’i ahlaki olarak yalnızlaştıramazsınız. Ahlaki bir yalnızlaştırma stratejisi hasmın ahlaki temelde bir meşruiyeti olduğunu varsayar.”

“Siyonizmin temel çelişkisi, ilkelerinin meşruiyetinin ahlaki ve uygulamalarının gayriahlaki olmasıdır.”
[1] John Berger, Fotokopiler, İzler, Yazılar, çev. Cevat Çapan, Metis Yayınları, İstanbul, 2016.

[2] A.g.e., s. 67.

[3] John Berger ve Yücel Göktürk, İstanbul’dan Gelen Telefon:
Müzik Eşliğinde Bir Söyleşi
, çev. Yücel Göktürk, Metis Yayınları, İstanbul, 2016.

[4] A.g.e., s. 41.

[5] İkbal Ahmet, İmparatorluğa Meydan Okurken, (David Barsamian ile söyleşiler), çev. Utku Özmakas, Zoomkitap, s. 119.

[6] A.g.e., s. 132.

[7] A.g.e., s. 132.

[8] John Berger, Fotokopiler, İzler, Yazılar, çev. Cevat Çapan, Metis Yayınları, İstanbul, 2016), s. 49.

[9] A.g.e., s. 132.

[10] Korhan Kaya, "Masallarda Budist 'Merhamet' Motifi", Doğu Batı, Sayı: 60, s. 84. J. Russel Hamilton’ın "İyi ve Kötü Prens" öyküsünden aktardığı şekliyle.

[11] İkbal Ahmet, İmparatorluğa Meydan Okurken, (David Barsamian ile söyleşiler), çev. Utku Özmakas, Zoomkitap s. 2.

[12] A.g.e., s. 2.

[13] A.g.e., s. 103.

[14] A.g.e., s. 103.

[15] A.g.e., s. 2.

[16] A.g.e., s. 5. “Gandici”, Hindistan’da çok sık kullanılan, Gandi’ye yönelik bir sevgi ifadesidir –ç.n.

[17] A.g.e., s. 5.

[18] A.g.e., s. 5.

[19] A.g.e., s. xxıı.

[20] A.g.e., s. xxxı.