Königsberg’in Bilgesi
Korkunç bir fırtına çıktığı konusunda herkes hemfikir. Memleketin tozu dumana karışmış, göz gözü görmüyor. İktidar ve yandaşları ise aklımızla dalga geçiyor. Açıkça yalan söylüyor, sürekli hakaret ediyorlar. Her türlü melanet, kötülük üstümüze boca edilmiş durumda. Hırsızlık, yolsuzluk, iş kazaları, kadın cinayetleri derken çocuk tacizi/tecavüzü savunulur oldu.

Nasıl bir memlekette yaşıyoruz?

Mesela, 60'larda bizim köyde orta yaşın üstündeki kadınlar yolda yürürken karşıdan bir erkek geldiğini görünce hemen yere çömelir, örtüsüyle yüzünü kapatır ve âdeta taş kesilerek, hiç kıpırdamadan, erkeğin geçip gitmesini beklerdi. O erkek de “bu dünya benim” dercesine kasılarak ve hiç acele etmeden yaylana yaylana yürürdü. Nedenini anneme sorduğumda “Gelenek işte kızım,” dediğini hatırlıyorum. Kadınlar hâlâ sokakta rahat yürüyemiyor.

Mesela, 90'larda toplum sağlığıyla ilgili düzenlen toplantılardan birinde, konuşmacının enseste dikkat çekmesi üzerine katılımcılardan biri sesini yükseltmişti; “Doktor hanım, doktor hanım insan yetiştirdiği ürünün tadına önce kendi bakar.” Olayı aktaran doktor arkadaşım “Elim ayağım buz kesti,” diyerek yaşadıklarını anlatmıştı. Küçük yerlerde herkes kimin kim olduğunu, ne yaptığını bilir.

Mesela bizim köyde erkek çocuklarına toplu taciz/tecavüz yaşanmış, halkımız elbirliğiyle meselenin üzerini örtmüştü. O günlerde herkes fısıltıyla konuşuyordu. Taciz, tecavüz ve ensestle ilgili görünürlük/bilinirlik artıyor, ancak problemin tahmin edilenden büyük olduğu kesin. Buz dağının küçük bir parçası ortaya çıktı. Bu arada Kürdistan'da şehirler bombalanıyor; memeleri kesilen, cinsel organları kurşunlanan kadın haberleri alıyoruz.

Cizre'nin bodrumlarından 200'e yakın öldürülmüş, yakılmış insan bedeni çıktı. Çatışmalar bitti deniyor ama sokağa çıkma yasakları kısmen sürüyor. Çünkü bir katliamın izleri silinmeye çalışılıyor. İnsanların katledildiği bombalanmış, yıkılmış bodrum katlarının molozları, insan vücutlarından artakalan parçalarla birlikte Dicle Nehri'ne dökülüyor. Aileler, bedenleri tanınmayacak haldeki cenazelerine ulaşabilmek için dört-beş ayrı şehir morgu arasında koşuşturuyor, DNA örnekleriyle bir mezar sahibi olmaya çabalıyorlar. Sosyal medyada “vurun, kırın, katledin” çığlıkları atılıyor. Havuz medyasında ise, fiilî başkan/sözde cumhurbaşkanına toz kondurulmuyor. Mağdur edebiyatı sürdürülüyor ve her fırsatta “Ezanı, Kur'an'ı yasaklayacaklar,” deniyor. Tüm konuşmalarda “Allah, Kur'an, peygamber” sözcüklerinin geçmesine dikkat ediliyor. Barış bildirisi imzalayan akademisyenler “terörün kaynağı” denilerek hedef gösteriliyor, vatandaşlıktan atma hazırlıkları yapılıyor. HDP'li yöneticileri yakında tutuklayacaklar. Düşmanlaştırma ve karalama kampanyalarında sıra CHP'de.

Nasıl oldu da bu hale geldik? Yoksa biz hep böyle miydik? Neden?

Kötülük üzerine çalışmalarıyla bilinen felsefeci Susan Neiman Ahlâki Açıklık (İletişim Yayınları, 2016) adlı kitabında “Neden sorusunu, erdemli insanların acı çektiği ve kötü insanların güçlendiği bir anda sormaya başlarız,” diyor. Nagehan Tokdoğan'ın çevirdiği kitapta Neiman, sağın ahlâka el koymasına, solun bütün değerleri tırnak içine almasına itiraz ediyor. Salt değerler değil, tüm kelimeler her cephede tırnak içine alınıyor. Konuşurken bile insanlar hemen ellerini havaya kaldırıp parmaklarını oynatarak tırnak içinde işareti yapıyor.

Susan Neimann, “Amerika’daki 2004 seçimleri dışında hiçbir şey beni böyle bir kitap yazmaya ikna edemezdi,” diyor. Bush'un ikinci kez seçildiği 2004 Amerikan seçimlerinde, “seçmenlerin ahlaki değerleri önemsedikleri için George W. Bush’a oy verecekleri” iddiasından dolayı “Afallamıştım,” diye ekliyor. Kasım 2015 seçimleri de bizi afallatmadı mı? Sonuçlar açıklanırken, havuz medyasının televizyon kanallarında bir yorumcu, oturduğu yerden fırlayıp “Gol, goooll,” diye bağırırken, oy oranına kendisinin bile inanamadığını gösteriyordu. Onca hırsızlığa, yolsuzluğa, ahlâksızlığa rağmen AKP'ye destek sürüyor. Neimann'ın vurguladığı gibi, ahlâk inançtan gelmez, inancın kaynağı ahlâki omurgasıdır, diyebiliriz. Öte yandan, dine dönüşe dair en yaygın açıklama dinin insanların kendilerini güvende hissetme ihtiyaçlarını karşılaması deniyor. Kaya gibi sert olan din kurumunun aslında ne denli zayıf olduğu, ahlâksızlığın ve iktidarın oyuncağı haline geldiği ortada.

Neimann'ın kitabı modernliği (ve Aydınlanma’yı) tekrar düşünmemizi sağlıyor. Aydınlanma felsefesi ve hareketi, feodalizmin Tanrıyı her türlü iktidar ve baskının meşruiyeti olarak kullanan dünya görüşüne karşı çıkıyordu. Bizim sorunumuz bu noktada galiba. Hep bir gecikmişlik duygusuyla tedirgin, üstünkörü aydınlanmamız işe yaramadı, modernliği sindiremedik, kusuyoruz. Üstümüz başımız pislik içinde, ayaklarımız çamura batmış.

Sokrates, ne türden bir çamura saplanırsak saplanalım, daha iyi bir dünya için oradan kurtulmamız gerektiğini söyler. Çamurun içinde kaldığımız sürece adım atamayız. Herhangi bir otorite tarafından vaaz edilmeyen, yalnızca kendi akıl yürütmelerimizle erişeceğimiz ahlâki kavramları ortaya atmıştı. O yüzden din düşmanı ilan edildi ya. Oysa, onun dindarlığı dini etiğin değil, etiği dinin önüne koymayı öngörüyordu.

Son zamanlarda yaşadıklarımız, üstünkörü yapılan boyanın dökülmesi gibi, alttaki paslı yapıyı ortaya çıkarıyor. Kızların ilk reglini/ay halini kocasının evinde görmesi makbuldür, denilen bir Ortadoğu ülkesiyiz. Aydınlanma denen canavar korkularımızın bir yansıması, özellikle de modern hayatın ruhlarımızı çalıp götüreceğine dair korkularımızın. Oysa, dünyaya olan inancınızı yitirmek başka şey, insan doğasını çözmek başka. Aydınlanma korkusunun nasıl olup da bugüne dek karşılaştığımız her şeyden daha korkutucu olma nedenini anlayınca pek çok sorunu da çözeceğiz galiba.

Aklı ve insanı merkeze alan Aydınlanma, 18. yüzyılın başında Avrupa'da politik-kültürel-felsefi yapıları sarsan, Fransız Devrimi ile politik yüzünü belirginleştiren, 1830'lardan sonra da vaatlerinin tümünü gerçekleştiremeden çökme sürecine giren bir hareket. Her ülke kendine ve ihtiyaçlarına göre bu hareketten payını aldı, almaya çalıştı. Aydınlanma, akla, aklın iradesine bir davetti. Feodalizmin aksine yüzünü bu dünyaya dönüyor, insana kendini gerçekleştirmesi gereken birey olarak bakıyor, herkesin istisnasız eşitliğini ve insan haklarını savunuyor, kişisel, toplumsal eylemlerde aklın ölçü alınmasını talep ediyordu.

Felsefe tarihinde Alman Aydınlanması’ndan, İngiliz Aydınlanması’ndan, Fransız Aydınlanması’ndan bahsedilir. Neiman, “Aydınlanmanın Fransa'da militan ve materyalist, Almanya'da daha uysal ve mütedeyyin, İngiltere'de ise daha katı ve sağduyulu olduğu”nu söylerken bu değerlendirmelerin eleştirisini de yapıyor. Her durumda talep edilenin insan onuru olduğundan bahsediyor, “insanların kendi tasarruflarında olmayan, önceden belirlenmiş konumlarında debelenip durmaktan kurtulma isteği” üzerinde duruyor.

“Aydınlanma tabiatı gereği öz-eleştireldir, kendi varsayımlarını başkalarınınkini incelemek için verdiği çabayla aynı ölçüde incelemeye ahlaken mahkumdur.” Her ülkenin, kendi koşullarına göre yaşadığı Aydınlanma’yı İslâmi toplumlar pek bilmiyor, tanımıyor. Eleştiri kültürü yok, batıl inançlar yaygın, sorunların kaynağı fıtrat, herkesin haline şükretmesi bekleniyor. Dinî/İslâmi argümanlar her alanda kullanılıyor, hatta dine/İslâma vurgu yapmadan konuşup yazmak ayıp sayılıyor, eksik bulunuyor. Eh, Kant okumanın zamanı gelmiş de geçiyor bile...

Immanuel Kant 1781'de Saf Aklın Eleştirisi’ni dönemin düşünce dünyasının önüne koyup herkesi “dogmatik uykusundan” uyandırmıştı. Geçenlerde kaybettiğimiz Veysel Atayman'ın derlediği Aklın Sınırları: Kant Felsefesine Giriş (Donkişot Yayınları, 2006) iyi bir başlangıç olabilir. İnsan Kant'ı, eserlerini, dayanaklarını, dönemin koşullarını inceleyen, anlatan kitap, yeni Kantçıları da ihmal etmiyor.

Baltık Denizi kıyısındaki Königsberg'de bir eyercinin oğlu olarak 1724'te doğan Kant, tesadüfen bir rahibin dikkatini çekiyor ve ailesinin tüm karşı çıkışlarına rağmen okuyor. Akademinin basamaklarını ağır ağır tırmanıp haftanın altı günü metafizikten askerî stratejiye kadar çeşitli konularda ders vererek Königsberg'in bilgesi olarak tanınıyor. Eleştirel felsefenin babası, insanların yolda rastlayınca saatlerini ayarladığı türden katı yaşam ve çalışma disipliniyle de biliniyor.

Veysel hocaya göre, “evreni mitolojik açıklamalardan arındırma ve kavranabilir akli yasalara dayandırma girişiminde Kant uzun bir zincirin son halkasıydı.” Tanrı bir bilme meselesi değil; “varlığı ya da yokluğu problem olmaz, ama ihtiyaç duyulan, arzulanması gereken” diyebiliriz. Marx da o yüzden "Utangaç tanrıtanımaz," diyor Kant için.

Kant'a göre Tanrı, ancak aklın var ettiği, onun aracılığıyla düşünülebilen bir şey. Akıl bunu arzulama yetisinde temel alır; aynı şekilde özgürlüğü de. Özgür değilsen, ahlâk yoktur. Ya da ahlâklı olma halinin üst formu mutlak değilse, ahlâklı olunmaz. Kısacası, anadan babadan görülenle, tepeden inen yasalarla ahlâklı olmak imkânsız.

Kant bize diyor ki, fikirler kendi başlarına, kendi içlerinde hiçbir şey değildir; eğer zamansal ve mekânsal belirlenimlere sahip kılınmazlarsa, yani kendi dışlarına çıkıp mekânsal ve zamansal koordinatlar kazanmazlarsa pek bir şey ifade etmezler. Esas vurgulanması gereken bu. Etrafta neler olup bittiğinden bihaber olmak insanları cahil ve itaatkâr kılar, tam da bu nedenle iktidar akademisyenleri, aydınları düşman ilan ediyor, sürekli ve her konuda yalan söylüyor.

Yapamayacakları kötülük yok. Toplum ise rüştünü ispat etmekle yükümlü, ancak ahlâkı işine geldiği gibi tanımlayan, sorumluluk kavramından uzak, otokrasinin kabul gördüğü bir memlekette yaşıyoruz.

Kant “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama
durumundan kurtulmasıdır,” diyor.

“Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapere Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster!”