Devletin “Meşru” Gördüğü Kürt ve Kürtlerin “Siyasal Özne” Olma Mücadelesi

 

 

 

 

 

 

 

 

"Kürt tarihi, 'ulusal kurtuluş mücadelesi' tarihidir" teması, Kürtler içinde sürekli işlenen bir tema oldu. Tabii ki burada, muhtelif Kürt çevrelerine göre farklı anlamlara gelse de, kilit kavram, “kurtuluş” kavramıdır. Çünkü, söz konusu muhtelif Kürt çevreleri “ulusun kurtuluşu” gerekliliği konusunda hemfikir olsalar da, “neyden” kurtulması gerektiği konusunda bugün bariz biçimde mutabık değiller. Zulümden kurtuluş, baskıdan kurtuluş, ölümden kurtuluş, devletten kurtuluş, devletsizlikten kurtuluş, sömürgeden kurtuluş, Türkçe konuşmaktan kurtuluş, Kürt olmamaktan kurtuluş vs. gibi birçok şeyden kurtulma “ulusal kurtuluş” olarak değerlendirilebiliyor. Verilen “mücadele”nin de bu “kötülükler"den kurtulma mücadelesi olduğu, bunun da ancak “kendi” olarak mümkün olacağı kabul edilir. Zira bu, “kendim olmak istiyorum”, “kendime oy veriyorum”, “Kürt her şey oluyor ama Kürt olamıyor” gibi söylemler bağlamında ele alındığında daha da net anlaşılıyor. Bunda turnusol kâğıdı vazifesi gören ise “devletin yaklaşımı”dır. Nitekim Kürtler, “devletin yaklaşımı”na göre kendilerini konumlandırmaktadır. Kürtler, bir taraftan kendilerini “Kürt olarak Kürt” kabul eden devletle bir sorun olmadığı düşüncesini paylaşırken, diğer taraftan “devletin Kürt’ü” olarak kabul eden bir devletle de sürekli “çatışma hali” içinde olacaklarının mesajını vermektedir. Peki, devletin “meşru” kabul ettiği Kürt ile “kendi” ve “kendisi için” olma mücadelesi veren Kürt arasındaki farklılıklar nelerdir ve bunun “politik özne” olma ile ilgisi nedir?

Öncelikle devletin Kürtleri, yerine göre “meşru” gördüğü olur. Ancak bu, “bila kayt u şart” bir meşruiyet değil ve belli bazı durumlar, alanlar ve zamanlarda mümkün olabiliyor. Ayrıca bu meşruiyetin bütün Kürtleri kapsayan bir meşruiyet olduğu söylenemez. Çünkü bu konuda sürekli “mızıkçılık” yapan Kürtler ortaya çıkabiliyor. Bu, sadece devletin meşruiyetine “halel” getirmeyen ve “terör örgütü”nün de “propagandası"na mahal vermeyen Kürtlere şamil bir “meşruluk"tur. Devletin belirlediği siyasal, sosyal, anayasal, kültürel gibi sınırlara zarar vermeyen, bu sınırları aşma derdinde olmayan, hatta bunu düşünmeyen, yani salt “robotik” olan, ya da “nesne” konumunda olan bir Kürt, “meşru” bir Kürt’tür. Kürt’ün bu sınırları ağzına almaya, eleştirmeye, tahlil etmeye, sorgulayama başlamasının ilk ve en etkileyici durağı olan “politik durak” ise, devlet için “kırmızı çizgi”yi teşkil etmektedir. Devletin bu konudaki isteği, Kürt’ün sadece bir “siyasal nesne” olmak ile yetinmesidir. Şayet Kürt, bu “nesne olma” sınırlarını aşıp, “özne olma”ya doğru bir mecraya saparsa, bunu yapma hakkına sahiptir. Ancak bu, “Kürt kimliğine reddiye çekip devletin belirlediği ve “üst kimlik” kabul edilen “Türk kimliği”ne razı gelme “realitesi”nin vuku bulması ile mümkün olur. Yani Kürtlerin "siyasal özne" olabilmesi "Türk" olma şartına bağlanıyor. Türk olmaktan kasıt, “Türk'üm, Kürt değilim” yargısında bulunmak değil, devleti yönetici, sembol ve kurumlarıyla kutsama, devlet ve hükümet politikalarını "tasdik" ve "takdir" etme, hatta yeri geldiğinde müspet anlamda "akıl verme" gibi eylem ve söylemlerle Türk gibi olmaktır. Popüler bir ifade ile "Kürt kökenli" olduğunu kabul edip öyle davranmaktır. Yani Kürtlüğü sadece bir köken olarak kültürel kodlarıyla -çoğu zaman bu bile kabul görmüyor- bünyesinde taşımak, bunun ötesine geçmemek gerekir. Bir otantizm, bir kültürel çeşitlilik katkısı olarak görmek. Bu kabulün bile çoğu zaman rahatsız edici olduğu, hatta sadece "politik malzeme" olarak işlev gördüğü söylenebilir. Türk'e “kardeş” olup onu “ağabey” kabul eden Kürt, meşru Kürt’tür. “Bin yıllık kardeşlik”, “birbirlerinden kız alıp verme”, “et ile tırnak olma” (Kürt’ün tırnak olması şartıyla) hikâyesine “halel" getirmeyen, “Kürt’üm ama önemli olan insan olmak" deyip “devletçi hümanist” olma vasfına layık görülen Kürt, meşru ve makbul Kürt’tür.

Devletin Kürtleri bu şekilde sadece “nesne” olarak meşru görmesine karşın Kürtler, "özne" olma mücadelesi veriyor. Bu da ancak “kendi” ve “kendisi için” olma ile mümkün olur. Bu yüzden Kürtler, kendilerini ötekileştirenlerin istediği gibi değil, kendi istedikleri gibi olmak istiyorlar. Hatta sadece "öteki" olmak istemiyor, aynı zamanda kendilerini ötekileştirenleri de "öteki" olarak görme hakkını elde etmek istiyorlar. Bu hakkın kullanılması Kürtlerin inisiyatifinde olsa da Kürtler, bu şekilde adaletin ve eşitliğin mümkün olacağına inanıyorlar. Düşünsellikten siyasal, sosyal, kültürel, askerî vesaireye kadar, gerek soyut gerek somut yaşam alanında her şekilde ve her şey ile kendi "ötekileştirenleri" gibi olmak istiyorlar. Bu, bağımsız bir devlet sahibi olma istencine kadar varan bir "özne" olma mücadelesidir.

Kürtler, içinde yaşadıkları devletlerin coğrafi sınırları içinde yaşamak isteyebiliyorlar. Ama bu devletlerin siyasal, kültürel, sosyal ve hukuksal sınırları içinde yaşamak istemiyorlar. Bu devletlerin, kendilerini sadece ödev ve sorumluluklarla yükümlü "yurttaşlar" olarak gördüklerinin bilincindeler. Bu yüzden "siyasal yurttaş" olma mücadelesi veriyorlar. Bu minvalde de "siyasal özne" olma derdinler. Çünkü ödev ve sorumluluklarla birlikte haklara da sahip olmak istiyorlar. Ama bir "Türk" olarak değil, bir Kürt olarak. Yani sadece "Kürt" olarak haklara sahip olmak değil, aynı zamanda "Kürt hakları"na sahip olmak istiyorlar. Ve bu hakları devletin belirlemesini değil, kendilerinin belirlemesini istiyorlar. Çünkü bu hakları belirleme hakkını kendilerine ait olarak görüyorlar, devlete değil. Zaten "özne" olabilmenin en önemli veçhesi de kendi adlarına devletin değil, kendilerinin karar verici olmalarıdır.

Touraine'nin ifadesi ile söylersek Kürtler "uzamda ya da zamanda ne denli yakın ya da uzak olursa olsun, tanınmak" istemekle birlikte "tanıma" hakkını elde etmek istiyorlar. Salt bir "siyasal tüketici" olmak istemiyorlar, daha önemlisi aktif bir aktör olarak "siyasal üretici" olmak istiyorlar. Rawls'un politik bir düzenin adilliğini güvenceye alacak iki ilkesinden özellikle birisini talep ediyorlar: kendi "ötekileştiricileri"nin özgürlüğüyle uzlaşabilecek en geniş özgürlüğe sahip olmak. Kendi "ötekileştiricileri"nden Habermas'ın "soydaşlara değil, ötekine, yani farklı oluşu nedeniyle diğerine gösterilen" diye tanımladığı "öz-saygı"yı görmek istiyorlar. Kürtler artık "düşünülen" olmak değil, bizzat "düşünen" olmak istiyorlar. Kürtlerin, Kantvari bir deyişle içinde bulundukları "ergin olmayış durumu"ndan kurtulma mücadelesi verdiği söylenebilir. Yani "kendi aklını bir başkasının [ötekileştirenin –m.z] kılavuzluğuna başvurmaksızın" kullanmak istiyorlar. Hatta Alain Badiou'nun felsefe-siyaset ilişkisi konusunda dile getirdiği "felsefi militan" ifadesine benzer şekilde diyebiliriz ki, Kürtler "siyasal özne militanlığı" yapıyorlar. Kürtler aynı zamanda başlarındaki "ötekileştiren muktedir"i yok etme derdinde değil, sadece "ötekileştirenin iktidarı"nı bertaraf edip, bu iktidarı kendi ellerine sunacak bir politik idari statü istiyorlar. Yani Kürtler, ulus adı altında bir "siyasi cemaat" olarak kabul görmek istiyorlar. Kısacası, Gauchet'nin ifadesi ile söylemek gerekirse "en halis benlik"i kazanmak istiyorlar.

Siyasal Özne, Yurttaşlık ve Demokrasi İlişkisi

Kürtlerin bu "siyasal özne" olma mücadelesi, içinde yaşadıkları devletler özelinde yurttaşlık ve demokrasi ile de doğrudan alakalı bir durumdur. Çünkü bir demokratik ve hukuk devleti olmanın birincil şartı, tüm yurttaşların hem siyasal hem de hukuki anlamda "yurttaş" olarak kabul edilmesi gerektiğidir. Bu, klasik olarak anayasada yer alan "ırk, din, dil, cinsiyet, sınıf ayırımı olmaksızın" gibi ifadelerle olacak bir şey değil. Hatta bunlar, yukarıda Kürtlerin "siyasal özne" olma konusunda bahsettiğimiz isteklerle çelişen ifadelerdir. Zira Kürtler, farklı olarak, yani haklarıyla "Kürt" olarak anayasada yer almak istiyorlar. Yani farklı oldukları kabuliyeti ve talepleri üzerinden bir "ayrım"ın olmasını istiyorlar. Ancak bu şekilde "Kürt" oldukları kabul görmüş ve "anayasal güvence"ye alınmış olur. Bu da gerçekte demokrasiye uygun, hatta demokrasiyi kuvvetlendiren, yerinde bir istektir. Çünkü Jacques Ranciére'nin ifadesi ile söylersek, "ötekinin davası" bağlamında, yurttaşlık ve demokrasi ile ilgili farklı bir seyir söz konusu. Şayet bu sağlanırsa yurttaşlığın da demokrasinin de hakkı verilmiş olur.