Ahmet Çiğdem ile Söyleşi: Ne 12 Eylül Ne 28 Şubat Kemalizm Adına Yapıldı

Bugün Türkiye'nin içinden geçtiği süreci Türkiye Cumhuriyeti tarihinde nasıl bir evre olarak değerlendiriyorsunuz? D'nin halleri bağlamında....

- Cumhuriyet tarihi açısından oldukça kritik bir evrede olduğumuzu düşünüyorum. Din, darbe ve demokrasi kavramlarına yalın olarak bakıldığında, görülen şey şu: din ve ona bağlı ilişkiler kümesi, dinsellik örüntülerinin temsilcileri ve örgütleri, siyasal iktidarın önemli bir parçası hâline geldiler. Darbe, en azından artık öyle siyasal iktidarın bütünüyle askeri iktidar olarak kurulacağı bir imkân değil. Demokrasi de etnik çelişki nedeniyle, cumhuriyetin hukuksal ve siyasal kurumsallığını sorgulamaya yol açıyor. Fakat toplumsal kurumların hemen hepsi, devletiyle, aparatıyla, yargısıyla, yönetimiyle büyük bir dönüşüm yaşıyor. Bu dönüşüm zorunlu olarak olumsal değil tabii. Mesela, geleneksel orta ve üst sınıflar, Türk modernizasyonun önemli bir unsuruydular ama şimdi büsbütün reaksiyoner bir konumdalar. Hâlihazırda söylenebilecek olan, bütün bu çelişkiyi, çatışmayı hegemonize edecek bir siyasal karar ve ideolojik müdahelenin yokluğudur. Liberallerin, bu ortamda başkalarından daha çok konuşuyor olmaları, tuzlarının kuruluğundan. Başka herkes bir şeyi kurtarmak zorunda çünkü. Onların böyle bir derdi yok. Onların tarihi yok bu anlamda ve toplumu böyle bir çırpıda kurabilecekleri bir nesne olarak tahayyül ediyorlar.

Türkiye'nin bir dönüşüm geçirdiğini söylüyorsunuz? AKP'nin bu dönüşümdeki rolü ne? Ne kadarı AKP'nin hanesine yazılabilir?

- Türkiye’de bu soruya bir sürü ama yahut ve fakat denilmeden cevap vermenin mümkün olmadığı bir vasat var. Kitabımda AKP’yle ilgili bir çok değerlendirme yaptım. Bunları tekrar etmek istemem. Üstelik partiyle ilgili tahminlerimin bir kısmının, geçmişten bugüne baktığımızda, doğrulandığını da söyleyebilirim. Provakatif belki ama gerçekten AKP hanesine yazılacak şey şu olmalı: Bu parti ve özellikle Recep Tayyip Erdoğan, bu süreçte Türkiye’deki diğer bütün siyasî öznelerden daha fazla şey öğrenerek çıkmıştır. “Öğrenmek” tabii, gücün kullanılmasıyla ilgili bir fazlalığın yararını görmeyi, hazzını çıkarmayı da ihtiva ediyor.

Öğrenmek bahsini açabilir miyiz? Ne öğrendi? Siyaset adına mı, erdem adına mı, demokrasi adına mı öğrendikleri?

- En zayıfı, erdem olmak üzere, evet. Siyaset öğrenmek, Türkiye’de açık uçlu bir süreç. Bu açıdan mesela, AKP elitlerinin bürokratik rasyonalitenin kalıplarını zorlayarak bir kabile gibi davrandığını söyleyebiliriz. Demokrasinin, o da belki şimdilik kendilerini daha güçlendirdiklerini kavradıkları için, artık bir tür araçsallıktan bahsetmek pek gerçekci değil. İktidar performansı önemlidir, çünkü siyaseten başka bir performans mesela muhalefet gibi, yoktur. Yine de, ben, iktidarın kullanılmasından doğan bir “fazlalığa” pek itibar ettiklerini söylemek durumundayım. Bunu öğrenmeleri şaşırtıcı değil, ama AKP’yi sağcılaştıran bir şey bu.

Artık 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat'lar olmayacak diyebilir miyiz?

- Diyemeyiz; yâni, bu tarihlerin işaret ettiği askerî ‘müdahelenin’ toplumsal ve siyasal olarak sıfırlanması anlamında, bunu demek mümkün değil. Askerî elitler, böyle darbe vs. gibi geniş müdahelelerin işlevselliği konusunda iknâ edilebilirler ama Türkiye’nin idaresi konusunda her zaman, kendilerinin temsil ettiklerine inandıkları “uzman aklı”nı bir yönetimsellik mutlağı olarak dayatmaya çalışacaklardır. Bir de artık iktisadî filan olarak bayağı hacimli bir gruptan söz ettiğimizi unutmamalıyız.

Paradigma mı değişiyor? Yoksa rejim kendini bu vesileyle sağaltıyor hatta tahkim mi ediyor?

- Yok, biliyorsunuz, Türkiye’de ‘paradigma’ değişmez. Güçlü olduğundan değil. Tam tersine. ‘Boş’ hatta ‘boşaltılmış’ bir paradigma olduğundan ve öyle olduğu için, yâni boş olduğu için işlevseldir. Çünkü, şöyle olur; bir paradigmanın, bu anlamda yâni, bir kurucu ilke olarak, yüceltilmesi, ancak içeriğinin boşaltılmasıyla mümkündür. Şimdi bütün modern kurumlar, zaten yapıları gereği, sizin bu ‘sağaltma’ , ‘tahkim’ vb. olarak adlandırdığınız şeylere duyarlıdırlar. Buna iktidar ve onun görünümleri de dahildir. Yine de sağaltma ve tahkim ihtiyacının, semptomatik olduğunu unutmamalıyız. Zira sağaltım ve tahkim sonrası, hem toplum hem de bu ameliyenin tarafları, eskiden oldukları gibi varolmayı sürdüremezler. Yeni bir alan açılmıştır. Artık herkes oyunu orada oynamak zorunda kalır sonuçta.

İsmet Özel “28 Şubat takvimdeki tarihlerden bir tarihtir” demişti. Siz de “12 Eylül'ün günlerden bir gün olarak kalması, geçmişle hesaplaş(a)mamanın bir yolu olarak ortaya çıkmaktadır”, diyordunuz. 28 Şubat'la mağdurları ve mağrur'ları yüzleşti mi? 28 Şubat da günlerden bir gün mü?

- Ben, muhtemelen İsmet Özel’in, ‘zavallılar’ diye baktığı ve yaptığı işleri, düşündüğü şeyleri haklılaştırdığı insanlardan birisi olsam gerektir. Dolayısıyla onun her şeyi azımsayan aşkın düşünme yetisine sahip değilim. Sadece, “neden, 27 Şubat için, takvimdeki tarihlerden biridir deme ihtiyacını duymuyoruz” diye sormam yerinde olmayacaktır. Aslına bakılırsa, 28 Şubat, modern zamanlar siyasasının bütün sembolik zenginliğini yansıtıyordu. Hatta Bürgerbraukeller’de yapılmadı ama başarılı bir Putsch sayılabilir; ne bileyim McCarthy’yi duygulandıracak şeyler oldu, Rosa Parkslar bile vardı; diskriminasyon yurttaşlar üzerinde resmi bir devlet siyaseti olarak yürürlükteydi; ihbar, fişleme.Ya iknâ odaları? Toplama kampları nerdeyse. Buradaki montaj teknolojisini alelâde bir gösteri diye geçemeyiz. Alev Erkilet’in başına gelenleri biliyorsunuz. Yüzleşme filan dediniz ya; o YÖK hâlâ orada işte. Böyle bir doktora tezini, kriminal bir vak’a hâline getirmeyi başaran görkemiyle.Kemalizm ne 12 Eylül'ün ne 28 Şubat'ın kaygısıydı” diyorsunuz. Kemalizm değilse neydi?

- Kemalizm olmadığını, 12 Eylül ve 28 Şubat’tan sonra Kemalizm adına yapılanlara bakarak çıkartmak kolay değil mi? Mesele, her zaman, iktidarla, güçle, çıkarla ilişkilidir. Bu kadar dogmatik, bildik bir şey işte. Kemalizm asla esas tartışma konusu olmamıştır. Tekrar edeyim; bu ülkede, adına yapılanlara bakın, ama hâlâ, ilkokuldan üniversiteye, öğrencilere önerilebilecek, göreli ilmî kaygıya sahip bir Mustafa Kemal biyografisi yazıldı mı? Şu kısacık Cumhuriyet tarihi üzerinde hâlâ bir obskürantizm heyulası dolaşmıyor mu?

“AKP islamcılığı bitirdi mi?” Bu soruyu siz de soruyorsunuz kitabınızda ve Türkiye'deki İslamcılık AKP tarafından bitirilebildiyse şayet zaten bitmesine ramak kalmıştır, hayırlı olmuştur” diyorsunuz. Bir kez de ben sorayım, İslamcılık ne ahvalde? Bitti mi? Evrildi mi? Yoksa küllerinden yeniden doğmak üzere güç mü topluyor? Siyasi bir aktör olarak önümüzdeki 10 yılda mesela Saadet Partisi üzerinden gene İslamcı bir söylem kendine toplumda yer açabilir mi?

- Orada kastedilen şu herhalde: AKP bitirdiyse, zaten bitmiştir demeye getiriyorum. O aslında, AKP’nin İslâmcı eleştirisinin beyhudeliğine ilişkin bir yargıydı. İslâmcılıkla ilgili yorum sadece bana ait olmasa gerektir. Ama burası böyle bir ülke. Kimse kimseyi okuma zahmetine katlanmadığı için, neden bahsedildiği de hep muallakta kalmaya mahkum. Kendi adıma, İslâmcılığın bütün bu kaba “iyi ol, ödüllendiril” teciminden kurtulup, siyasal ve iktisadî eşitliği, toplumsal özgürlüğü mesele etmeden bir şansı olabileceğini sanmıyorum. Aksi takdirde, toplumun geri kalanı için dinsellik vecibesini yerine getiren insanlar olarak kalacaklar işte. Fakat bu konuyu ayrıca konuşup düşünmek gerek.

AKP din ve toplum ilişkisinde nasıl bir vasat oluşturdu? İnsanlar daha mı dindarlaştı, muhafazakarlaştı? Durum laiklerin korktuğu kadar 'vahim' mi?

- Herhangi bir toplumda bireylerin ne kadar ve nasıl dindarlaştıklarını tesbit etmek güç; burada herhalde fenomenlerden ve eğilimlerden söz ediliyor. Ancak o durumda da, kastedilen sürecin tam da tersini doğrulayacak örnekler bulmak mümkün olacaktır. Başka bir tartışma konusu, bu dindarlığın ‘esasına’ ilişkindir. Böyle dindarlık, muhafazakârlık diye kategorize etmek kolay ama bunu yapanlar, din filan deyince, içerden bir tartışmayı sürdürebilecek donanıma sahipler mi? ‘Dindarlaşma’, ‘muhafazakârlaşma’ vb. olguları gören, ‘bakış’la, görmeyen ‘bakış’ eş derecede sorunlu bence. Belki bunları konuşmak gerekiyor. Diyelim, durum sizin belirttiğiniz gibi, laiklerin korktuğu kadar vahim, ama laiklerin durumu da vahim. Çünkü oradaki toplum imgesi, insan imgesi çok tahrif olmuş bir imge . Fakat tabiatıyla, AKP’yle birlikte kibir ve nobranlıkta bir dozaj artışı var, bunu da tesbit etmek durumundayız. Nasıl yani? Yeni zenginlerin züppelikleri mi? Siz de jipe binen başörtülü örneğini mi vereceksiniz?Yapmayın ama, İslâmcılığın, geleneksel dayanışma, ahlâk, masumiyet vs.iddialarının böyle bir çırpıda bir kenara bırakılmasının eleştirisi, söyleyecek sözü olmayanların asketizminden fazla bir şeydir. Bütün bu protestanlık tartışmaları filân nasıl bir elitizm ve egemen sınıf söylemi içerisinde gerçekleşiyor, bunu görmek durumundayız.

Bugün Türkiye solunun ajanlarını göz önünde alırsak, hangisi daha sol ya da 'gerçek sol'. Kim?

- Bu çok geniş bir soru. Ve her şeyde olduğu gibi, burada ‘gerçek’ yok. Bu iddia, eğer soldan, içeriden geliyorsa, her gerçek iddiasında olduğu gibi geri kalanların defterini dürme amacı taşır. Dışardansa, küçümseme, azımsama niyetini. Şöyle bir ayrıma gidilebilir. Birinci grupta, “üretim”, “işci sınıfı”, “devrim” gibi kavramların paradigmatik sürekliliğini vurgulayan, şu ya da bu düzeyde ortodoks marksist gruplar var ki, bunların gerçeklikle irtibâtı ya yok ya da tamamen deranje olmuş durumdadır. İkinci grupta, bu ortodoksi, Leninist bir parti ve siyasal önderlik ilkesiyle örgütlenen irili ufaklı bir yığın siyasal oluşum söz konusudur. Üçüncü grupta, daha özgürlükçü, dogma ve partiyi dışarda bırakan, ekonomizme karşı, universalist bir sol var. Fakat bu grup bile, kendi içinde mütecanis değil. Solun kültürel olarak, teorik olarak büyük bir mirası var. Bu mirası yok saymayı bir Türk ata sporu hâline getirmeyelim.

Gerçek sol ne? CHP'yi neye göre sol olmamakla itham ediyoruz?

- CHP’yi sol saymamak bir itham değildir; doğru siyasal bir tesbittir. Bu partinin eşitlik ve özgürlük meselesi hakkında hiçbir politik kaygısı yoktur. Varolduğu kadarı demagojidir.

Sol bir zamanlar Kemal Derviş ismi üzerinde duruyordu. Siz de “Derviş ve Erdoğan önümüzdeki dönemin muhtemel iki figürü olacak” tahmininde bulunmuşsunuz. Derviş olmadı ama Erdoğan oldu? Gene sol'dan değil sağdan bir isim parladı. Ecevit dışında sol'dan bu şekilde öne çıkan bir isim de olmadı bildiğim kadarıyla. Halk teveccüh göstermiyor, neden?

- Halkın teveccüh göstermesi, yâni popüler destek bir şeyi değerli kılmaz. O zaman şöyle düşünmüştüm. AKP’yle ve Erdoğan’la, İslâmcılığı bir tür liberalizasyona râzı ettiler, hemen belirteyim ben bunu olumlu buluyorum, açımasızca eleştirenlerden değilim. Ancak sözde-sol için Dervişle denenen liberalizm daha doğmadan bitti. Ben, AKP’nin muhafazakâr demokratlık dönüşümünü, sonraki performansları, muhafazakârlık unsurunu daha öne çıkarttıysa da, İslâmcılığın gelişkinliğine bağlıyorum ve öğrenme açıklığına. Kendisini solda sayan oluşumlar için, tamam çok da kabul edilebilir figürlerle yola çıkılmadı ama, bu tür bir öğrenme açıklığı ve değişme becerisinden söz edilemez.

Bahsediyorsunuz ama biraz daha açalım. Bu değişme becerisini sola'da değil de sağda teşhi edebilmemizin sebebi ne?

- Biraz Türkiye’nin taşıdığı tarihsel özgüllükler, biraz İslâmcılığın yukarıda sözünü ettiğim süreçte öne çıkan oportünizmi. Başka nedenler de var. Bu sağa ilişkin bir şey değil; sağ çünkü, kendi sınırını içinde taşıyan bir şeydir. İslâmcılığın öyle bir sınırı yoktu başından beri.

Bir zamanların solcuları, sosyal demokratları bugün Kürt sorununa çözüm olarak mübadele (bkz. Mümtaz Soysal) önerebiliyor? Bu nasıl bir seyirdir? Bunun sebebi nedir? Devletçi sol Türkiye'deki solun kaderi midir? Eni konu isimleri Ergenekon ile anılıyor?

- Bahsettiğiniz kişi yıllarca önce, ilk oynadığı karşılaşmada Les Ferdinand’ı beğenmeyip, Halim’le devam etmesini teklif etmişti Beşiktaş’ın; sonra biliyorsunuz, Ferdinand yıllarca İngiltere’nin en önemli santraforlarından birisi olarak futbol hayatını sürdürdü. O yüzden bu mübadele meselesindeki görüşlerini, başka her konuda olduğu gibi, ciddiye almamak gerekecektir.

Sizce de siyasetin daha rasyonel ve 'sıhhatli' işlemesi için (sıhhatli siyaset nedir, bunu da tartışabiliriz) 'gerçek bir sol' partiye ihtiyaç var mı? Bu hep söylenir de neden anlamış değilim. Buna ihtiyaç varsa zaten böyle bir parti varolmaz mıydı? Son tahlilde komünizm lazımsa onu da biz getiririz'in başka bir versiyonu değii mi bu yaklaşım. Sola ihtiyaç varsa zaten bugün güçlü bir sol parti olurdu- mu?

- İhtiyaç, her zaman nesnel bir şey değildir. Var olan her şey, biz ihtiyaç duyduğumuz için var olmuş değil. Şimdi bu çok geniş bir konu. Türkiye’nin özgül şartları var; reel sosyalizmin çöküşü filân var. Kim daha eşit, adil ve özgür bir toplum tasavvuruyla yola çıkıyorsa, o olsun deme lüksüne sahip değiliz. Çünkü günün sonunda göreceğiz ki sol dışında bunu bir siyasal proje, toplum tahayyülü olarak kuran bir güç yoktur. Bu arzu, solun arzusudur. Ama her arzu gibi, kendinde eksiktir, tamamlanmak için arzuyu büyütmek gerekir, büyütüldükçe de eksiklik derinleşir. Türkiye’de sol hep bu tarafıyla mı varolmuştur, derseniz, cevabım hayır.

Ergenekon'a nasıl bakıyorsunuz?

- Şöyle bakıyorum: Tıpkı Susurluk ta olduğu gibi, devletin işlemesine ilişkin bilmediğimizi bildiğimiz bir şeyi, bildiğimizi bildiğimiz bir şey hâline çeviren bir olay diye bakıyorum. Bu kamusal bilinç açısından önemlidir. Buradan elde edilecek şey, hukuksal değil, siyasal bir tecrübedir. Diğer taraftan, Türkiye’de demokrasinin önündeki yapısal engeller de daha berrak hâle geliyor. Değil mi? Mesela, bu Ergenekon meselesinde hayatlarında sormadıkları kadar soru soran, üstelik kılı kırk yararak, aydınları, seçkinleri mesela, başka türlü nasıl deşifre etmek mümkün olacaktı ki?

Asrın davası mı? Türkiye'nin yönünü değiştirecek mi gerçekten? Yoksa Ergenekon'un 'tortuları' hep olacak mı?

- Dediğim gibi, buradan elde edilecek siyasal kazanç, her şeyden daha önemlidir. İş hukuka kalırsa, o sadece formel sonuçlar üretir. Türkiye’nin esas problemi bir istikâmetinin olmamasıdır. Tutulan her istikâmet de, siyasetin kaldıramıyacağı bir yorgunluk yaratıyor. Bunun sona ermesi gerekir. Ergenekon’un tortuları değil ki kalacak olan, işte açıkta bir yığın temsilcileri yok mu hâlâ? Gazetesiyle, partisiyle…

Savcısısın, avukatısın tartışması bir yana, Ergenekon davası AKP hakkında ve CHP ve sol hakkında ne söylüyor bize?

- Bu partiler hakkında başta siyasal ve toplumsal olarak ne söylüyorsak, Ergenekon sonrasında da aynı şeyleri söyleyebiliriz. Bu partiler ayrıştılarsa, Ergenekon dolayısıyla ayrışmadılar, daha önce ayrıştıkları için Ergenekon konusunda farklı yerlerdeler ve farklı düşünüyorlar.

Kürt açılımının bugün ve bu şekilde gündeme gelmesi hangi şartların olgunlaşmasıyla oldu? Bu yalnızca siyasi bir iradenin tasarrufu mu?

- Elbette değildir; ama bir siyasî irade, daha doğru bir ifadeyle karar olmadan, olayların akışı, bir ‘açılım’ yaratmaz ki! Kendimizi kandırmayalım, Türkiye’de bu tür bir kuşkuculuk her zaman, emperyal güçlerin talebi, AB ve ABD böyle istiyor da, ondan yapılıyor anlamına gelir. Ben o gemiye binmem, öyle düşünemem. Daha vasat kalıyor ama dışsal ve içsel şartların zorlaması, yarattığı mecburiyetler, öznelerin talebleri ve bu taleblerin yarattığı beklentiler gibi gibi sıradan şeyleri düşünürüm. Tamam konjönktür diye bir şey var tabii. Olgunlaşma meselesine gelince. Bence şartlar o kadar olgunlaştı ki, artık toplumu çürütmek üzere.

Gene dönüp dolaşıp CHP'ye geliyoruz. Ergenekon gibi Kürt açılımı da CHP'yi iyiden iyiye sol kimliğinden koparan bir turnusol kağıdı işlevi mi gördü?

- CHP söz konusu olduğunda Ergenekon ya da herhangi bir açılıma ihtiyaç duymak patetik bir durumdur. Ecevit’in etatist popülizmi ve kadın kollarının bir fincanı doldurmayan philantrophic faaliyetleri dışında, bu partinin tarihinde, ‘sola’ yazılabilecek hiçbir şey yoktur.

Ya MHP'ye ne diyorsunuz? MHP MHP'liğini mi yapıyor? Milliyetçi hareketin de evrildiği, Bahçeli'nin milliyetçi hareketi bir anlamda ehlileştrirdiği falan söyleniyordu? Bugün en şedit şeyleri Bahçeli söylüyor?

- Ehlileşmek kavramı, zaten böyle kullanıldığında, şimdi karşılaştığımız şeylere şaşırmamak gerekir. MHP’yi bilinen tutumundan ötürü bir kenara bırakıp, biraz geriye çekilip baktığınızda, bırakın kürdü filan, böyle “gated communities”lerde yaşayan ve komşusunu bile neredeyse güvenlik soruşturmasıyla seçen, müreffeh insanların,çağdaş yaşamcıların Türkiye tahayyülündeki pasif saldırganlığı es geçemeyiz. Her seçimden sonra, CHP’nin istikrarlı bir şekilde, oyunu koruduğu söyleniyor, üstelik bu oylar, kalıcı kentli orta sınıfın siyasi kararı olarak sunuluyor ya, orada MHP’yle özdeşleşen bir malzeme var. Bu malzeme, Türkiye’deki otoriteryanizmin ana malzemesi aynı zamanda. Bu sessiz malzemenin hakkını da verelim.Çünkü onları “ehlileştirmek” bile mümkün değil. Öne çıkamamaları, “her söylemin bir sahici sahibi var” olgusuna bağlı.

Kürt açılımı milliyetçi söylemin güçlenmesine, milliyetçiliğin sokağa dökülmesine yol açar mı? O eşiği geçebildik mi?

- Türkiye söz konusu olduğunda, herhangi bir eşiği geçme konusundaki iyimserliğe şüpheyle yaklaşmak, burada yaşayan herkesin birincil pedagojik vazifesi olmalıdır. Ancak bu sokağa dökülme hadisesi, biraz ilginç. Çünkü, milliyetçilikteki bu korku bir taraftan böyle kırmaya dökmeye, diğer taraftan da bir fantazmanın beslenmesine yol açar. Çünkü, separasyon sonrası kalan nesne, tahakküm arzusunu tam karşılamasa da, yatıştırabilir. Öte yandan , bu açılım filan lafları tabii travmayı artırıyor bazı insanlarda. Bu meselenin bu kadar açık konuşulabilmesi, zaten başlı başına travmatik.

“Türk kimliği diye bir şey yok” dediniz diye topa tutulmuştunuz. Kimlik kurucu nedir? Dil mesela....

- Şimdi modern kimlik kavramı nasıl ortaya çıkar, millî kimlik anlatısı hangi sürecin sonucudur gibi sosyolojik bir analize girmeden söyleyelim; toplumların birbirlerinden farklılaşmasını sağlıyan aslî belirleyici, tarihtir ve tarihselin oluşması, aralarında “kimlik” kavramının da bulunduğu bir yığın ögeye ve onların oluşturduğu dinamiklere bağlıdır. Kimlikler, özellikle de millî kimlikler, her zaman tarihin kural olarak en kötü momentlerinin esas aktörlerinden birisi olagelmişlerdir. Bu tür sorunları, karşılaştırarak düşünmek yerinde olacaktır. Alman kimliği diye baktığımızda, bu kimliğin sembolik ya da gerçek çağrışımlarının hangisi savunulabilir bir mahiyet arzeder? Japon kimliği? İskandinav kimliği? Türk kimliği filân deyince agresifleşiyor insanlar. Söyleyelim o zaman: Auschwitz’den bağımsız bir Alman kimliği var mı? Denilecektir ki ama Goethe de var. Ve evet var. Var olduğu için Goethe’yi toplama kamplarıyla, kimliği kurtarmak üzere, eşitleyen, özdeşleştiren zihniyeti tesbit edebiliyoruz. Bütün kimlikler, tarihin üzerini örtmeyi amaçlayan totalizan bir içselleştirmeyle mümkün olabilirler. Birini diğerine a priori tercih etmemizi sağlayacak hiçbir gerekçe kalmadı artık. Belki görece daha zayıf, güçsüz ve kurban olanlardan sözedebiliriz. Ama kurban etme de edilme de, kurbanla özdeşleşme de, ötekine ancak kurban olarak bakabilme de sorunlu şeyler. Ayrıca, kurbanın bir adım sonra daha barbarlaşabilme potansiyelinin olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bunun yolu yok; kim ötekinden daha az ahlâklı, daha az cesur ve kötü olmayı kabul eder ki? Dile gelince, orada da işte, hem özsel hem de işlevsel olarak diller bölmekten çok birleştirir. Dillerin işlemesinde farklılıklardan çok benzerlikler mevcuttur. Dilsel farklılık, tarihin zenginliğidir.

Diller birleştirsin tamam ama Türk kimdir? -Bu sorunun bir çok karşılığı var; her karşılık, ötekini dışarda bırakır, dışarda bıraktığın tam da içermek istediğindir, dolayısıyla en iyisi bir karşılık aramayı bırakmaktır. Bir kere karşılık aramaya başladığınızda, en dolaysız, en kendiliğinden olanı bile, tekinsizdir. Peki Kürt kimliği diye bir şey var mı?

- Bu soruya cevap verdim sanıyorum. Şöyle diyelim; insanın sahip olduğu kimlikler eninde sonunda ayağına dolaşır. Her kimlik durumu, dolayısıyla, ancak eleştiri nesnesi olabilir.

Star Açık Görüş, 30.8.2009'da kısa bir versiyonu yayımlanmıştır