Ana Yurdu Filmi Üzerine Bir Derkenar
Senem Tüzen’in senaryosunu yazıp yönettiği bir ilk film “Ana Yurdu”. Çok kısaca, kocasından yeni boşanmış Nesrin’in, şehirden ayrılıp bir süreliğine geldiği köyde, hayatta olmayan anneannesinin evinde, ona göz kulak olmak üzere bir anda çıkıp gelen annesi Halise ile olan çatışmalı ilişkisini hikâye ediyor. Hacca gidip gelmiş muhafazakâr anne, her ne kadar aynı cinsiyetçi sistem tarafından ezilmiş olsa da, Nesrin’i hem “elâlem ne der”lerle hem de “abdest al ferahlarsın, camiye gidelim, hadi dua edelim”lerle kuşatır. Nesrin ise “sen odada bacağını kıpırdatsan dikkatim dağılır” dediği annesine rağmen romanı üzerinde çalışmak ister bu küçük, boğucu köyde ve evde. Kuşkusuz anne-kız ilişkilerinin yazma ve dolayısıyla dil üzerinden anlatılması üzerine pek çok farklı okuma yapılabilir. Ancak bütünlüklü bir film eleştirisi olmayan bu yazıda niyetim, sadece filmdeki “kadın yazar temsili” üzerine birkaç yorumda bulunmak.

19. yüzyıl Batı edebiyat tarihinde yer alan kadın yazarların aşmaları gereken pek çok zorluk vardı. İlk olarak yazma/yaratma faaliyeti bir erkek vasfı olarak görülüyordu. Dünyayı vücuda getiren Tanrı gibi, yazarın da kendi metnini vücuda getirdiği patriarkal kavramı Batılı yazın dünyasında yaygındı. Kozmik yaratıcı ile dünyevi yaratıcı (author) arasındaki bu analoji muhtemelen o dönemde pek çok kadını sadece okuyucu olmaya zorlamıştır. Haddini aşıp(!) yazan kadınlarda ise muazzam bir “endişe”ye yol açtığını belirtir S.Gubar ve S. Gilbert. Lakin H. Bloom’un (erkek) şairlerin kendinden önce yazmış şairlerle edebi bir ödipal çatışmanın içinde olacağını ve bir şairin ancak poetik babasının bir biçimde üstesinden geldiğinde şair olabileceğini ileri sürdüğü “etkilenme endişesi”nden farklı bir endişedir bu. Çünkü o dönemin kadın şairinin/yazarının yüzleşmesi gereken öncüleri yine patriarkal otoritenin cisimleşmiş halidir ve zaten bu öncüler, onları yaratıcılıkları, özgürlükleri ve öznellikleri ile tezat oluşturan melek veya canavar rollerine indirgeyerek kendi tanımlarına hapsetmeye çalışanlardır. Dolayısıyla “yazarlık endişesi”, yaratamama korkusudur, öncü olamama korkusudur. Kurallarını erkek öncülerin (babaların) koyduğu bir mücadeleye girememek ve kazanamamak korkusudur. Kadın sanatçıyı cinsiyetinden dolayı ta en başından uygunsuz bulan otoriteden duyulan korkunun beslediği endişedir.

Yazarlık endişesinin 19. yüzyıl kadın yazarların romanlarında görülen etkisinin öfke olduğu dile getirilir. Örneğin Gilbert ve Gubar, patriarkal toplumu açıktan eleştiremeyen 19. yüzyıl kadın yazarlarının öfkelerini temsil edecek deli kadın karakterler yarattıklarını öne sürer. Bu öfkeli ve deli kadın, hem yazarın hem de uysal kadın kahramanının kabul etmiş göründüğü patriarkal yapıyı tahrip etmeye uğraşacaktır. O, bir anlamda yazarın ikizi, endişesi ve öfkesinin imgesidir.

“Ana Yurdu” filmi günümüzde geçiyor. Pek çok sahneden Nesrin’in yazma uğraşının annesi ve köylü kadınlar nezdinde kabul gördüğünü anlıyoruz. Hani Jane Austen’ın yaptığı gibi misafirlerin yanında tatlı tatlı gülümseyip oturduğu yerden gizlice yazmaya çalışmıyor. Mesela bir sahnede “Romanım hakkında komşularla konuşma,” diyerek anneye çıkışıyor. Bir güzel temizleyip, masasını, bilgisayarını, kitaplarını yerleştirdiği “kendine ait bir oda”sı var. Mesela yaşlı bir komşu kadın yazabilsin diye Nesrin’in ellerine tükürüyor. (İyi bir yöntem olmayabilir, kabul ama annenin elinden gelen destek de bu kadar, ne yapalım!) Dolayısıyla annenin ve köylülerin yazarlık mesleğini, kadınlık durumuyla doğrudan çatışma halinde olan bir uğraş olarak görmediklerini anlıyoruz.

Ancak Nesrin yazamıyor ve final sahnesinin ima ettiği üzere giderek dengesini yitiriyor. Nesrin annesine “N’olur sesler duyuyorum filan deme,” derken, bir başka sahnede bu kez anne, Nesrin’e sakin bir sesle, öğüt verircesine “Sakın delirme yavrum,” diyor. Film boyunca annenin baskıcı uyarılarının -“Emine’den uzak dur,” “Arkadan verme,” “Köylük yerde tek başına uzaklara gitme, dolaşma,” gibi- aksine davranan Nesrin’in bu kez de delirdiğini düşünüyoruz. Bir başka sahnede ise Nesrin’in yanında getirdiği üç beş kitaptan birinin Tezer Özlü’nün Çocukluğumun Soğuk Geceleri, diğerinin ise Sylvia Plath’in Sırça Fanus olduğunu görürüz ki bu yazarlardan Tezer Özlü’nün aralıklarla psikolojik tedavi gördüğünü, Plath’in ise intihar ederek hayatına son verdiğini hatırlarsak, seçilen edebi şecerenin bize söylediği, Nesrin’i de pek hayırlı bir sonun beklemediğidir.

18. yüzyıl ama esas olarak 19. yüzyıl kadın yazarlarının öfkeli ve endişeli olmaları çok anlaşılabilir bir şey. Çok yalnızlar. Bırakın baba-oğul çatışmasını, sırtlarını dayayacak bir yazın gelenekleri yok. Yazdıklarının niteliğinden bağımsız olarak sadece cinsiyetlerinden dolayı kabul görmedikleri bir evin, kibirli ev sahibinin(!) kapısını zorluyorlar. Patriarkal bir toplumun kendileri için uygun görmediği bir işle uğraşıyorlar. Öyle ki bazıları takma isimle (elbette çoğunlukla erkek ismi) bazıları isimsiz (Fatma Aliye ilk iki eserini “Bir Hanım” diye imzalar) yayımlıyorlar kitaplarını. Ve bu öfke yazdıklarına da bir leke gibi yayılıyor, Gilbert ve Gubar’ın deyimiyle cümlelerini zehirliyor ve onları güçsüzleştiriyor.

21.yüzyılda kadın yazarlar kalemi ellerinde güvenle tutuyorlarsa, bu 18. ve 19. yüzyılda hastalığa benzer bir tecrit, yalnızlık içinde, deliliğe benzer bir yabancılaşma ile yazarlık endişesinin üstesinden gelmek için mücadele etmiş edebi büyük büyükannelerimiz sayesindedir. Elbette “Kötü bir rüya gibiydi, geçti o günler, şimdi her şey çok yolunda,” demiyorum ancak katedilen mesafeyi yok sayıp başa dönmek de bizi güçsüzleştirir. Günümüz kadın yazarları, öfkeli deli kadın metaforundaki yazarlık şizofrenisine düşmeden, pekâlâ delirmeden yazabilirler ve yazıyorlar da… Kendilerinden önce var olan, patriarkal edebi otoriteye başkaldırının mümkün olduğunu göstermiş, örnek alabilecekleri başka kadın yazarlar, yaslanabilecekleri bir gelenek var artık. Her meslek grubundan, her tür insan delirebilir, deliliğin türlü çeşit temsili de sanatın içinde yer alabilir/alır zaten. Problem, (yayınevlerinin de kitap tanıtımında kullanmaya bayıldıkları dille) “edebiyatın hüzünlü prensesi” gibi yazarları tuhaf bir duyarlık alanına hapseden “kadın yazar temsili” ve belli bir tür delilik değerlemesiyle kadın yazarların/yaratıcıların tanımlanmasıdır. Hem bu yazar kısmına çok güvenmemek lazım, meğerse Tezer Özlü “canlı, dişi ve toynaklı”[1] değil miymiş?
[1] Meryem, Hatice. “Canlı, Dişi, Toynaklı bir Yazar: Tezer Özlü”, Varlık, Ocak 2012, s. 6-10.