12 Eylül Barbarlığı Üzerine

Ellerinde çapaları kürekleriyle yamyam ordularının, miğferleri ve apoletleriyle resmi ve gayri resmigeçitler yapıp, toplumu gencinden yaşlısına değin uygun adım hizaya dizerek para militarist köhne zihniyetinin karanlığında boğmasının üstünden on yıllar akıp geçti. Kızılca kıyamet bir dünya ve ülke gerçekliğinin cehennemden farksız hengâmesinde “Bir başka dünya mümkündür” diyenlerin hayalleri, darbeci generallerin zehir zemberek politik pratikleriyle zihinlerinden vahşetle koparılarak mutlak boşluğa, unutuşun girdabına fırlatıldı. Daha “insanca” bir yaşam istemine karşılık gelen, hayallerle yüklü ütopyalar tankların ve panzerlerin altında paramparça edildi. Hayalleri ellerinden alınmış asiler, Edip Cansever’in “onlar, o hiçbir şeyden yapılmamış adamlar, bütün gün adres sormuş, üşümüş ve yorgun” dediği adamlar, faşizmin zindanlarındaki türlü kıyım ve vahşetin akabinde böbreklerindeki iltihapları, karaciğerlerindeki sancıları, oralarına dolanmış kablolardan süzülen sızılarını bıraktılar toplumun giderek çölleşmekte olan gövdesine. Onca zaaflarına ve açmazlarına rağmen o durmaksızın adres soranların, işkence tezgâhlarında kalplerinin zarlarını yırtanların kesif çığlıkları, zindan karanlığına ve rutubetli duvarlara çarparak tuzla buz olurken bir toplumun yazgısı bir daha hiçbir surette onarılamayacak bir biçimde zedelendi. Acı ve umutsuzluktan çarpılan yüzlerin dağılıp gitmekte olan benlikleri, toplumun dağılıp çözülmesinin habercisi olacak, mahşeri bir boğuşmadan mağlup ayrılışın sürgit bir boyun eğme ile gelen paslı hüznü kalacaktır geride kalanlara. Geride kalıp da zamana tanıklık edenlere, katlanılması zor bir külfet, ağırlığı altında omuzların düşüp bakışların yerlere devrildiği bir meşakkatle gelen, hayalleri bıçaklanmışların acı hatırası, iç savaş/darbe mağdurlarının belleğine vurduğunda yüreklerin hâlâ güm güm sızlamasına neden olmaktadır.

Yorgun ve bir parça kırgın kalplerin oralarına buralarına hatıraların sırtlarında gelen, anımsandığında iyimserlikle yüklü ütopik yarın kurgularını hırpalayarak tenlere kesikler bırakan cam kırığı nostaljik acılar, yitip gitmiş arzular… Sonsuza giden bir geçmiş zaman nostaljisi ile kötürümleşmiş bir gelecek zaman algı arasına sıkışıp kalmışların trajik yıkımları ve bu tüyler ürperten yıkımdan arta kalan enkazlarla yaşamak zorunda kalanların hazin hezimetleri… Varlık ve hiçlik, geçmiş ve gelecek arasındaki kızgın kancalarda sallanan, Faustvari benliklerini ve çevresindekileri yıkarak yeniden kuran, boynu bükük ve bozguna uğramış aktörlerin hazin trajedileri… Bu trajedide arzu yaralanmasıyla benliği zedelenmiş, yaptırımlarla özsaygısını ve güvenini yitirmiş bir kuşağın insanları. Eylül Darbesi, ülke insanını başı sonu olmayan bir mağlubiyet haleti ruhiyesine gark ettiğinde, toplumun salt geçip gitmiş olana ilişkin hafızasını değil, gelecek zamana yönelik tutum ve edimlerini, umutlarını da işgal etti. Faşist darbenin insan kıyımından arta kalan saf acı ve keder unsurlarını yıkıcı bir bakiye ile devralan lanetlenmişlerin acısı da, zaman içinde unutma ve anımsama arasındaki zehirli gerilimle tozuyarak, parçalanıp saçılarak kendine yol bulmuştur bu işgalde.

Toplumun güvenliğini ve selametini postalları altında insan çiğneyerek, insanları kör kuyulara salarak, orman karanlıklarında vuku bulan sürek avlarında vahşice avlayarak, coplarla, şişelerle tecavüz edip kişiliklerini galiz küfürlerle yerle bir ederek, bok çukurlarına sarkıtıp boğazlarından içeri fareler, hamam böcekleri tıkayarak tesis etmek isteyenlerin mutlak iktidar istemleri, zincire vurulmuş, köleleştirilmiş bir insan kütlesinin yaratılmasına hizmet etti.

“Muasır medeniyetler seviyesine” canhıraş bir biçime koşanların, hızla demokratikleşerek “insan” haklarına saygıda tavizsizlikte birbirleriyle yarışanların, işkenceye sıfır tolerans beyanatlarını davul zurna ile şenlik havası içinde sunanların bugün sürmekte olan saltanatları, o günkü akıttıkları kandan, dökülen gözyaşlarından, paçavralaştırdıkları insan hayatlarından nemalanarak kurulmuştur. Efendiler, saltanatlarını sürgit kılan, kendileri gibi olmayanları, hizaya girmeyip marş marş talimatlarına uymayanları katlederek, kesip biçerek ıslah etmeyi eksen alan kadim geleneklerinden hâlâ kopmuş değillerdir. Gelenek olanca bıçkınlığı ve hoyratlığıyla devam etmektedir.

Demokrasinin, insan haklarının ve hukukun evrensel ilkelerini kimseye kaptırmayanların mütemadiyen işledikleri cürümler, vitrin modernleşmesinin yalan pompalayan mekanizmalarınca hasıraltı ediledursun; karakollarda döverek öldürdükleri Engin Çeber, Kızıltepe’de on iki g3 mermisiyle küçücük bedenini delik deşik ettikleri Uğur Kaymaz ya da sokak ortasında kafasına kancıkça/kalleşçe mermi boşaltılan Hrant Dink gibi örnekler ise teferruat minvalinden küçük emsaller, hakkında sarf edilenlerinse lafı güzaf addedildiği münferit vakalar olarak geçmektedir Türkiye’nin katliamlar, kıyımlar ve infazlarla malul makûs tarihine.

“Demir ağlarla ördüğü” ülkesini bu kez kalın hapishane duvarlarıyla örenlerin yırtıcı küstahlıkları, duvarlar ardına vahşice kapatıp benliklerini yok etmek istedikleri düşmanlarının devrilen her bedeninde bir kat daha artıp, korku imparatorluğunda zincirlenmiş geniş yığınların ketumluklarının da katkısıyla giderek pis bir arsızlığa dönüşmüştür. Demokles’in keskin ve gözleri parıltısıyla kamaştıran kılıcı altında, süngülerin yakıcı tehdidini canında duyanların, yani parçalanmış kamunun iradesini sandıklardan doğru kendisine akıtan, damlayan her iradeden yaptıklarının ne denli doğru ve meşru olduğunun pişkin sonuçlarını çıkaran bu arsızlık, Muğlalı büyük ressamın bugünkü arsızlığının da yegâne kaynağıdır. Dudaklarının kıvrımlarından yürüyüp giden müstehzi gülümsemesindeki o kendinden emin ve vakar tavrının çarpıttığı ağzından dökülen “intihar ederim” sözcükleri, tüm gözeneklerine sirayet etmiş bir yalancılığın küstahlıkla harmanlanmış kara mizahlık mizansenidir. Filistin askılarında karınları şişerek göbekleri kanla çatlayanların, paslı kerpetenlerle tırnakları çekilenlerin, burulmuş hayalarındaki ağrıdan ötürü kan işeyenlerin çıldırarak intihara sürüklendikleri bir ülkede, şahane zalim, resim sanatının dehası Evren Paşa intihar etmeyecektir! Kıymeti varlığından menkul yaşamını kendi iradesiyle ortadan kaldırmayacaktır. İsteseydi şimdiye kadar çoktan intihar etmişti ama işte etmedi, çünkü suç işlediğine zerre kadar inanmıyor. Ve bu inançsızlığında da bir yerinden haklı, çünkü büyük darbesi hukuku askıya aldı. Hiçbir vakit layıkıyla işlememiş demokrasinin, gevşekçe yönettiği toplumu sıkı bir biçimde yönetmesi gerektiğine kanaat getirip, yitirilmiş otoriteyi yeniden tesis etmek arzusunda olan Cuntacıların sıkıyönetim ilanlarında hukuk, yaşamın eşiğine zorla yerleştirilip etkisiz kılınmıştır. Schmitt’in “olağanüstü haline karar veren”, istisnai duruma müdahale ederek egemenliğin tarihsel çivilerini bu kez daha bir haşince toplumun kalbine çakan sıkıyönetim, yasaların askıya alındığı o konjonktürde, suç kavramını da yaşamın eşiğine ötelemiştir. Hukuksuzluğun hüküm sürdüğü bir düzlemde de, idam sehpalarına gönderilenlerin, canlarından et yolunanların ne gibi bir kıymet-i harbiyesi olacaktır ki zaten! Toplumun tüm kurumlarını vahşetle yeniden tasarlayanların, faşizmin mühendis ve propaganda ordularının bir ucundan ötekine tüm toplumsal yaşamda ceberutça inşa ettikleri toplama kampı modelli varoluşlardan, mahut varoluşlardan yayılan ölüm ve kıyımlardan hiçbir vicdani sızı duymamaları gayet normaldir. Ortada işlediklerini düşündükleri bir suç unsuru bulunmamaktadır da o yüzden. Düşmanlarını doğramaktan köpeksi bir haz alanlar katilliklerini, cellâtlıklarını Ece Ayhan’ın “kara kamu” dediği geniş yığınların selameti, can ve mal güvenlikleri için icra ettiklerini beyan ederlerken vicdandan, yaşamdan yana bir dertleri olmadığını da beyan etmişlerdir. Devletlerinin kanalı TRT’den kamuya seslenirkenki o kendinden menkul meşruiyet haletiruhiyesinin yüz hatlarından yansıdığı haşmetli general ve onun nezdinde işleyen tüm bir kurumsal suç şebekesinin bir kez ilan ettiği savaş beyanını serinkanlılıkla sunması da, peş peşe idam sehpalarına salacağı insanların buz gibi bir suskunlukla ölmelerine kapı aralayacaktır. Kara kamuya ve tüm dünyaya “avladıkları” her bir düşmanın dişlerini çekip canından can koparacaklarının teminatını verenler, barbarlıkla yüklü uygulamalarını “vatan”, “cumhuriyet”, “asayiş”, “can ve mal güvenliği” zırhlarına sarılarak sunacaklardır. Bu insanlar, bu gözlerini kırpmaksızın insan hayatını hiçleştirenler, yaldızlı devlet cümlelerinde ve ürkütücü askeri üniformalarında insan yaşamına ve değerlerine saygıda emsalsizliklerini yansıtıp, incelik ve zerafette üstlerine olmadığını ifade ederlerken kafeslerinden “bir kez dışarı çıkmaya görsünler, orada yabancı şeyler, yabancılar görürler; zincire vurulmamış bir yırtıcı hayvandan pek de iyi durumda değillerdir. Orada, tüm baskıların uzağında, özgürlüğün keyfini çıkarırlar; toplum huzurunun içinde uzun süren bir kapatılmışlığın, çepeçevre sarılmışlığın yarattığı gerilimin bedelini vahşetle öderler; belki de bir dizi iğrenç cinayetin, yakıp kül etmenin, ırza geçmenin, işkencenin sonucu olarak, taşkınlıkla ve ruhsal dengeyle, yaptıkları sanki yalnızca bir öğrenci budalalığıymış da, şairlere uzun süreli övecek ve türkü yakacak malzeme sağladıklarından eminmişler gibi, sevinç çığlıkları atan bir canavar olarak masum yırtıcı hayvan vicdanına geri dönerler.” (Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü, Say yay. s. 49.

Darbe şebekesi yabancı olarak kodladığı düşmanlarını hukukun sınırlayıcı basıncından uzak, katletme özgürlüğünün keyfini çıkararak imha ederken vakar pozunun altında hayvansı bir vicdanı, kudurmuş bir canavarı barındırdığını acı ve gözyaşı ile toplumsal muhalefete belli etmiştir. Şahane zalim Evren’in “halka gidilsin, referandum yapılsın, yargılasınlar derlerse kendimi öldürürüm” ifadesindeki pişkinlik de altına imza attığı katliamların, söndürdüğü ocakların hayvan vicdanında, yıllar geçmesine rağmen hiçbir surette “insanileşmenin” vuku bulmadığının tezahürüdür. Ne de olsa yaptıkları öğrenci ahmaklığıdır. Bu yırtıcı hayvan vicdanına sahip olan suç şebekeleri ve bu şebekelere hayat bahşeden geleneksel zihniyet sanıldığı üzere siyasetin ve hukukun sınırlarından çekilip kendi mıntıkasında daha insani bir biçimde kendisini yenilemiş değildir. Bir pars gibi sindiği pususundaki keskin bakışları hâlâ toplumun üzerindedir; öyle ki, yer yer cehenneminden çıkıp “Hayata Dönüş Operasyonları” yaparak, Kürt dağlarında taş üstünde taş koymayarak, sağı solu kör bir biçimde bombalayıp kara kamunun nabzını bilindik demagojilerle yoklayarak varlığını çıplak bir biçimde belli etmektedir. Bu anlamda da 12 Eylül geçip gitmiş bir tarihi olgu değil, hâlâ sürmekte olan bir olay, zihniyet ve uygulamalar bütünüdür. O, modernleşme yolunda ilerlediği iddia edilen toplumsal-kültürel yaşamın bir çeşit boş bulunma, zillet içine düşüp bocalama anı değil, büyük bir egemenlik kurgusunun devinmekte olan ruhudur. Ondan da önce otoriteyi içselleştirmiş geniş yığınların milliyetçilik söylemindeki linç etme potansiyelini istediği vakit harekete geçirebildiği büyük bir yıkım arzusu hareketidir.

Suç ve ceza denklemine kısa devre yaptırarak zincirlerinden boşalmış bir şiddetle düşmanlarını bastıran darbenin savaş stratejisi, ülkeyi felaketlere sürüklemiştir. Bu sürükleniş hâlâ devam etmektedir. Darbeci bir generali ressam olarak tanıyanların her geçen gün yaygınlaştığı, belleği elinden alınmış, geçmişsiz ve bundan ötürü de geleceksiz yaşamakta olan bir toplumun gündelik yaşamından kültürel politik yaşamına uzanan ruhsal dünyasında boşluğun ve yönsüzlüğün baksın motif olması bunun en güçlü tezahürüdür.

Toplumu iç organlarına kadar kesip biçen bir darbenin bugün hâlâ artçı etkileri sürmekte ise, bu bir yerde de bu lanetli dönemle yeteri kadar yüzleşilmediği, hesaplaşılmadığı içindir. Faşist generallerin yargılanıp cezalandırılmaları toplumun gövdesine açılmış kanlı yarığı, bu yarıktaki cerahatlanmış yarayı sarıp sarmalamasına ne ölçüde katkıda bulunacaktır bilinmez ama en azından darbe mağdurlarının yıllardır kanamakta olan yüreklerine su serpeceği, incinmiş gururlarını bir parça da olsa onaracağı aşikârdır. Darbede yaşamını yitirmişlerin yakınları ya da darbenin mezalimliğine maruz kalmışların, Efendileri bağışlayıp bağışlamayacaklarıysa doğrudan kendileriyle, kendi içlerinde kopup duran fırtınalarla ilişkilidir.

Öte yandan, bir başka önemli unsur da korku imparatorluğu içinde yaşamak zorunda kalan darbe sonrası kuşağın tutumudur. Kafalarını kızgın kumlara gömen deve kuşları mı, yoksa geçmişte olup bitenlerle hesaplaşıp özgürlük ekseninde öznelliklerini kurmak isteyen özgür bireyler mi olacaklarına da bizatihi kendi durumlarından hareketle karar verecek olanlar da yine kendileridir.