Diyarbakır Cezaevi Okul Değil, İnsan Hakları Müzesi Olmalıdır!

Son haftalarda Türkiye'deki siyasi gündemin ilk konusu "Kürt açılımı" ya da "demokratik açılım" olarak isimlendirilen ve yoğun gerginlik ve çatışmalarla ilerleyen bir tartışma çerçevesi oldu. Bu çerçeve içinde son günlerde dillendirilmeye başlanan bir başlık da "Diyarbakır Cezaevi'nin okula dönüştürülmesi projesi" olarak önümüze gelmiş bulunuyor.

Bu bildiriyi, iki yıldır bir tür gayrıresmi hakikat komisyonu gibi çalışan Diyarbakır Cezaevi Gerçekleri Araştırma ve Adalet Komisyonu olarak kaleme alıyoruz. Şimdiye kadar 1980-84 12 Eylül askeri cunta döneminde Diyarbakır 5 nolu Askeri Cezaevi'nde yatmış olan 432 kişiyle cezaevinde yaşadıkları ve tanık oldukları üzerine kapsamlı görüşmeler gerçekleştirdik. Planladığımız görüşmelerle bu sayıyı 500'ün üzerine çıkaracağız. Bütün bu görüşmeler, çok boyutlu ve sistematik bir değerlendirmeye tabi tutulduktan sonra bir yıl içinde kapsamlı raporlar ve diğer ürünler eşliğinde kamuoyuyla paylaşılacaktır. Ancak şimdi, Türkiye'nin siyasi gündemine Diyarbakır Cezaevi birden hızla girdiği için Komisyon çalışmaları sırasında edindiğimiz izlenimleri ve konuyla ilgili önerilerimizi ortaya koymak istedik.

Gerek Komisyonumuz'un çalışmaları, gerekse de 1980-84 döneminde Diyarbakır Cezaevi'nde yatmış olanların daha önce yayınlamış oldukları tanıklıklar, bu cezaevinin çok özel bir rejime tabi, bir tür toplama ve eziyet kampı olarak işlev gördüğünü hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde göstermektedir. 1980-84 askeri cunta döneminde Türkiye'deki bütün cezaevlerinde yoğun baskı, işkence ve yıldırma politikaları uygulanmıştır. Diyarbakır Cezaevi'nde ise buna ek olarak, insanların etnik kimlikleri ve dillerini aşağılama ve yoketme hedefiyle, baskı ve keyfiyet derecesi katmerli bir şekilde arttırılmıştır. Bu cezaevinde uygulanan işkence yöntemlerinin çeşitliliği ve dozu, uygun koşullar sağlandığında insanın kötücül yaratıcılığının ne denli sınırsız olabildiğini göstermektedir. 1980-84 döneminde devlet, Diyarbakır Cezaevi'ndeki uygulamaların kristalize edilmiş bir şekilde gösterdiği gibi, Kürt kimliğini baskı, aşağılama, işkence ve bazen doğrudan itlaf yollarıyla bertaraf etmeyi denemiştir. Sonuç olarak, bu cezaevinde yatan binlerce ve büyük çoğunluğu Kürt olan insan bedensel ve ruhsal olarak örselenmiş, onlarcası öldürülmüş, yüzlercesi sakat bırakılmıştır. Bu cezaevinde yaşananlar, 1984'ten beri onbinlerce cana mal olan ve halen bir çözüme kavuşturulamamış olan çatışma sürecini duygusal açıdan yoğun bir şekilde beslemiş ve artık hemen herkesin bildiği gibi, Diyarbakır Cezaevi'nden çıkanların önemli bir bölümü dağa gitmişlerdir. Türkiyeli Kürtlerin toplumsal hafızasında Diyarbakır Cezaevi yoğun acı yüklü sembolik bir yere sahiptir ve maruz kalınan haksızlığı, adaletsizliği ve direniş ruhunu işaret eder. Türkiye'nin diğer kesimlerinde ise Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananlar ve bunların sonuçları pek bilinmez, gözden ırak tutulur. Bu cezaevinde uygulanan vahşetin hiç bir sorumlusu hakkında şimdiye kadar hiç bir işlem yapılmamıştır.

Türkiye'de bugün, demokratikleşme ve Türk-Kürt meselesinin çözümü yolunda samimi olarak ve kalıcı bir şekilde mesafe alınmak, bir açılım yapılmak isteniyorsa, bunun ilk adımı, bunu beceren bütün ülkelerin yaptığı gibi, hakikatlerimizle yüzleşmek olmalıdır. Unutarak, yok sayarak, yandan dolanarak, önemsizleştirerek, hakikatlerle yüzleşilmeden yapılacak herhangi bir açılım, geleneksel yalanlarla aydınlatılmaya çalışılan toplumsal hafızanın karanlık halinden medet uman, o karanlığa oynayan güçlerce kolayca rehin alınıp, boğulabilecektir.

Hakikatlerimizle yüzleşme konusunda Diyarbakır Cezaevi'nin özel ve kritik bir önemi vardır. Toplumsal barış ve adalet istiyorsak, yakın tarihimizin böylesi karanlık sayfalarının bütün ayrıntılarını resmi hakikat komisyonlarıyla ortaya sermeli, sorumluları tesbit etmeli, bu bilgiyi toplumsallaştırmalı, mağdurlardan resmen özür dileyerek onları onurlandırmalı ve "bir daha asla" diyebilmek için kötülüğün sembolü haline gelmiş olan yerleri koruyarak iyiliğin sembolü haline dönüştürebilmeliyiz. Diyarbakır Cezaevi'ni okula ya da başka bir işlevsel mekana dönüştürmek, "oldu bitti, unutalım gitsin" demektir. Halbuki bu cezaevi, hem unutulamayacak kadar derin izler bırakmıştır, hem de böylesi bir unutma talebi mağdur ve yakınları açısından ciddi bir saygısızlıktır. En uygunu, Diyarbakır Cezaevi'nin yapı olarak aynen korunarak, yaşanmışlıkları sergileyen, mağdurları onurlandıran, toplumu eğiten, dolayısıyla toplumsal hafızanın olumlu ve yapıcı bir yönden yeniden kurulmasına katkıda bulunan, barış ve kardeşlik sembolü bir İnsan Hakları Müzesi'ne dönüştürülmesidir.

Aşağıda imzası olan bizler, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'ni bu yönde adım atmaya ve tüm yurttaşlarımızı da www.yurttas.tv/diyarbakir adresini ziyaret ederek imzalarıyla bu talebi desteklemeye çağırıyoruz.

Diyarbakır Cezaevi Gerçekleri Araştırma ve Adalet Komisyonu üyeleri (alfabetik sırayla):

Gülcan Akçalan (Klinik Psikolog), Eylem Akçay, Esen Aslandoğan (Akademisyen), Celal Başlangıç (Gazeteci), Ayşe Berktay (Çevirmen), Yunus Bircan, Celalettin Can, Av. Ergin Cinmen, Prof. Ahmet Çakmak, Dr. Erdoğan Çalak (Psikiyatr), Murat Çelikkan (Gazeteci), Füsun Çeliköz, Av. Fethiye Çetin, Av. Hafize Çobanoğlu, Av. Suna Develioğlu, Dr. Tarık Ziya Ekinci, Av. Aydın Erdoğan, Hasan Erkul, Prof. Şebnem Korur Fincancı, Mehmet Güç (Gazeteci), Av. Fethi Gümüş, Prof. Gencay Gürsoy, Şebnem İşigüzel (Yazar), Galma Jahic (Kriminolog, akademisyen), Berrak Karahoda (Klinik Psikolog), Av. Ümit Kardaş, Seda Karslıoğlu, Prof. Erol Katırcıoğlu, Nesligül Kızılırmak (Antropolog), Prof. Baskın Oran, Yavuz Önen (Mimar), Ali Özkan, Yrd. Doç. Murat Paker, Prof. Nihal Saban, Prof. Nesrin Sungur, Dr. Mustafa Sütlaş, Nimet Tanrıkulu, Prof. Turgut Tarhanlı, Temur Taşdemir, Av. Mebuse Tekay, Av. Şehnaz Turan, Yrd. Doç. Nazan Üstündağ, Feyyaz Yaman (Ressam), Prof. Tahsin Yeşildere, Diş hek. Celal Korkut Yıldırım, Ragıp Zarakolu, Osman Zorba.