Modernlik ve Örtünmenin Halleri*

I.

Sosyolojik perspektiften bakılacak olursa, tarihin her döneminde ilerleme ve modernleşmenin birbirleri ile paralel gittiğini ileri sürebiliriz. Lakin ilerleme sadece ekonomi ile değil birden fazla “uçta” gelişmeyi kabuğunun içinde barındırırken; modernleşme, ilerlemeyi de kapsayan bir uygarlaşma sürecini de içerisinde barındırmaktadır (Marshall, 2005). İnsanoğlu düşünsel açısından daha yeni tanımlamaları kavramayı becerebildikçe, geçmişten günümüze yapı bozumuna uğramadan gelen kavramlar üzerinde yeni yorumlamalar yapabilmiş, kavramlar bir o yana bir bu yana sakız gibi çekilmiş, istenildiği zaman aynı kavrama birden fazla ve garip bir biçimde farklı anlamlar yüklenmiş ve yine insanoğlu tarafından “dönek” olarak nitelendirebileceğimiz kavramlar oluşturularak yeni diye tabir edilen dünyaya yeni adımlar atılmak istenmiştir. Modern çağa ayak uyduran ve sonrasında yeni kuramlarla oluşan/oluşturulan bu dünyaya, Avrupa devletleri ayak uydurmayı becerebilmişken, Doğu alemi, özellikle de bizim ülkemiz bir bocalamanın içine düşmüştür. Avrupa ülkelerinde oluşagelen her farkındalık belirli bir düzlemde idare ettirilebilirken bizim ülkemizde meydana gelen her farkındalık/açılım insanımızın eline yüzüne bulaşmış, kör bir düğüm haline getirilmiştir. İşte bu karma karışık gelişmelerden biri de günümüzde elit bir sınıfı oluşturmaya başlayan “Sosyal Kadın Müslümanlar’dır. Modernleşmenin, kendileri için beklenen sonuçları vermediği, tam tersine birbirleri arasındaki uçurumu daha da derinleştirdiği ve hatta modernleşme sürecinde kadınların evvelce sahip oldukları bazı güç ve ayrıcalıklardan dahi mahrum kaldığını belirten kadın sınıfları ya da toplulukları (Kandiyoti, 1997; 7), modernleşmeyi, eşitliği bozan bir sistem olarak görmüş ve fırsat eşitliği diye nitelendirilen olgunun daha çok fırsat eşitsizliğine dönüştüğünü ileri sürmüştür. Temel manada eşitlik, toplumsal değişim adına girişilen toplumsal hareketlerin ve modern siyasal mücadelelerin temel ilkesi olmayı bünyesinde barındırırken (Turner, 1997; 17) eşitsizliğin uygulamada devam ediyor olması, modern toplumların kendine has bir özelliği olarak ifade edilebilir. Fakat eşitsizlik, sadece yoğun bir gelir ve servet eşitsizliğinin var olduğu kapitalist toplumlarda değil ciddi bir ekonomik zenginliğin olduğu, yeniden bölüşümün gerçekleştiği ve piyasanın devlet tarafından düzenlendiği modern sosyalist toplumlarda da varlığını hissettiren, kaçınılmaz bir olgudur ve öyle görünüyor ki fıtratında farklılık olan insanoğlu varolduğu sürece de eşitsizlik tam teşekküllü bir şekilde varlığını muhafaza etmeye devam edecektir. Modernleşme ideolojisi ile yönlendirilen ve yaşanılan dünyada, gelenekçi ile modern arasındaki kısır çekişme (Giddens, 2004) neticesinde kişi, kendisi hakkında sürekli düşünce üretip, bu düşünceleri kendi yapısının bir parçası haline getirebilir. Toplumsalın bu şekilde yeniden üretimi, sistemin diğer önemli iki faktörünü –aktör ve eylemi- karşı karşıya getirir. Birey kendi öz dünyasında sahip olduğunu dış dünyaya aktarırken dışsallaşır, dış dünyada karşılaştığı gerçeklikleri kendi gerçeklikleri ile yoğururken içselleşir ve bir anomiden kurtulmasıyla birlikte nesnelleşir, bu dışsallaşma, içselleşme ve nesnelleşme kuramıdır (Berger, 2005). Böylece birey, toplumsal ilişkileri yeniden üretir ve değiştirir (Meşe, 2006; 127). Sonrasında ise yeni ve farklı olana, yani eskiye –geleneğe- göre modern –moda- olana hızlı bir adım atılmış olur.

II.

Geleneksel olandan moda/modern olana doğru atılan bu hızlı adım ile beraber, moda/modern olanı yakalamaya çalışan sosyal hayatımızla birlikte din de modernlik ideolojisine göre yorumlanmaya başlanmıştır. Din, daha özelde ise İslam, siyasal iktidarların değişmesine paralel olarak yeni bir anlayışa dönüşerek, dünyayı yeni bir tarzla okumaya yönelmiştir (Yıldırım, 2005; 164). Daha doğrusu ortaya çıkan yeni egemenlik ilişkileri ve bunun entelektüel temeli olan modernlik anlayışına uygun bir din tasarımı inşa edilmeye başlanarak, İslam, seküler bir alanda yorumlanmıştır. Konuyla ilgilenen sosyologların çoğu ise sekülerleşme olgusunun modernleşmenin doğrudan bir sonucu olduğunu düşünmeye başlamışlardır (Berger, 2005; 88). Bu düşünceye göre din ile modern olan arasında ters bir ilişki vardır, birinin yükselişi diğerinin düşüşü demektir, yani modern bilimsel düşüncenin egemen olmasıyla birlikte dünya, daha rasyonel algılanan ve kendisine hükmedilebilen bir hal alacak, böylece de doğaüstü alana veya mucizevi olaylara pek mahal kalmayacaktır. (Bu durum, Weber’in dünyanın büyüsünden kurtulması şeklindeki sekülerleşme tanımıyla gayet güzel bir şekilde temsil ifadesini bulmuştur.) Özellikle pozitivizm, modernliğin geniş bir bilim yorumu olarak dinin yerini almaktadır. Bunun sonucunda modern değerlerle çatışan bütün nitelikler dinden boşaltılmaya başlanmış, böylece dini göstergelere sahip daha geniş sosyal farklılıklar, günümüz insanını, eski çağın insanından daha değişik bir konuma yerleştirmiştir (Şentürk, 2004; 30). Birey, yerleştirildiği bu karmaşık dünyada tam anlamıyla bir kimlik sorunuyla karşı karşıya kalmıştır. Çünkü modern birey, eşit olmayan gelir düzeyleri, farklı sağlık olanakları, farklı statü ve güç ortamında kendisinin gerçek yerinin ne olduğunu merak etmektedir. Dünya ona sisli ve bulanık görünmektedir (Zijderveld, 1985). İşte algınının karmaşık ve belirsiz olduğu bu an, karşımıza kimlik sorunu çıkmaktadır. Kimlik, bir yandan farklı yaşam mekânlarından kozmopolit alanlara ve küresel şehirlere göç eden insanlarda belli bir topluluğa aidiyet duygusu yaratarak onların yaşamlarını zenginleştirirken, diğer yandan kamusal alanların parçalanmasına neden olabilmektedir. Evrensel insan hakları anlayışından destek bulan kültürel farklılıkları koruma ve kimlik arayışı “başkasına saygı” ve “hoşgörü” gibi insan hakları ilkeleri unutulduğunda, “öteki”ne yaşama hakkı tanımayan yıkıcı cemaatlerin oluşuna neden olabilmektedir (Özyurt, 2005).

III.

Kimlik karmaşasının içinde barınan, hatta yer yer önünde giden, ona “ben şuyum” ve “ben buyum” dedirten, geleneksel ile modern, gerici ile ilerici ve bizden ile öteki gibi karşıtlıklar üzerine kurulu açıklama sistemleri üzerinde bile söz sahibi olan din ise toplumun değim yerindeyse “ruhunu” oluşturan en önemli kurumdur. Otorite, devlet, ekonomi ve mülkiyet bir toplumun fiziksel bedenini oluşturuyorsa din de onun canını ve ruhunu oluşturur. Dinden soyutlanmış bir toplum muhafazakârlara göre ruhundan ve canından olmak üzere olan, bir organizmaya benzer (Çaha, 2004; 22). Şunu belirtmeden geçemeyeceğiz ki, muhafazakârlık ve modernlik aksi görünse bile, taban tabana zıt değildir. Zira muhafazakârlık da kendi içinde yenileşme/yenilenme yaşayabilmektedir. Fakat muhafazakârlığın dini yönü diğer yönlerinden tamamen ayrılır. Çünkü dinin değişmeyen fonksiyonları vardır. Mutlak meselesi, nihai bağlılık, ihlâs, güven, vb. konular dinin değişmez nitelikleridir. Çünkü dinde muhafazakarlık, dinin toplum için bir motivasyon kaynağı, bir manevi kaynak ve ahlaki kaynak oluşturması demektir. Din, gelenek ve göreneklerin oluşmasında da önemli bir kaynak olarak yerini alır. Din aynı zamanda toplumsal dayanışmayı, birlik ve beraberliği sağlayan manevi bir bağdır (Özipek, 2005). Fakat değişen ve gelişen dünya içerisinde yeniden yorumlanmaya başlayan kavramlarla birlikte, bilinen otoritelerde sarsılmaktadır. Muhafazakârlığın bile yeniden tartışıldığı ve ucunun dini vecibelere dokunduğu söylemlerin sayısı gün geçtikçe artmakta ve –ilginçtir ki- daha bir tartışılır hale getirilmeye çalışılmaktadır. Her şeyin yeniden sorgulandığı, yeni kavramların sapır sapır üretildiği, hoşnutsuzluğun ve tahammülsüzlüğün hat safhaya çıktığı bir dönemden geçilmektedir. Tek bir kavramın, kendi içerisinde “tek”ten başka kavramlarla ifade edilme ihtiyacı hissediliyorsa, anlam muğlâklaştırılıyorsa daha doğrusu değersizleştirilip piyasalaştırılıyorsa, işte o zaman bir şeylerin yeniden sorgulanmasının zamanı gelmiş demektir. Yoksa sürekli olarak ısıtılıp ısıtılıp önümüze getirilen bu “şeyler”inde zamanın testinden geçme şansları öncekilerden farklı olmayacaktır.

IV.

Esas olan durum ise kavramların tanımlanma takıntısıdır. İlla yapılacak rasyonel bir tanımın olması gerekliliği modern dünyanın vazgeçilmez bir tutkusu haline gelmiştir. Ama bu tutkunun, o tanımlamayı postmodern dünyaya götüreceği de kimsenin aklına gelmemektedir. Din ve onun vecibelerinden biri olan örtünmeyi tanımlamak da çoğu zaman bu tür bir gerçekliği ifade etmektedir. Bu tür kavramları tanımlamak, çoğu zaman, söze dökülemeyen bir şeyin yerine ötekinin, bilinmeyenin yerine anlaşılmayanın ikame etmesidir (Bauman, 2000; 235). Bir yanda İslam dininin kutsal kitabı olan ve tüm hükümlerinin kendisine dayandığı Kur’an-ı Kerim gerçekliği varken, diğer yanda kavranamayanı kavramayı iddia etmeye meraklı düşünürlerin/kişilerin bilimsel vicdanlarını yatıştırmaya yarayan popüler tanımlar karşımıza çıkmaktadır. Bunlar dini tanımlamak için “kutsal”, “aşkın” ya da “büyülü” dolayısıyla da bayağılaştırılmış yorumlardaki “müthiş” ilişkisine gönderme yapmaktadır. Bu tür iki tanımlama –Kur’an-i gerçeklik ve düşünsel söylem- bizi doğrudan sınıflama yapmaya götürmektedir. Çünkü bir tanımlama ile ilgili olan farklı yorumlamalar beraberinde farklı eylemsel hareketlilik ya da davranış tarzlarını getirmektedir. Kur’an-i gerçeklikteki örtünme emri (Nisa: 30. Ayet) şeriat kuralları gözetildiğinde kat-i suretle tartışılamaya kapatılırken düşünsel söylemde farklı yaşam tarzlarına neden olmaktadır. Örtünmenin/kapanmanın bir gereci olarak “türbanın” ideolojik aygıt olarak kullanılması, onun bir konuma ya da bir sınıfa ait olmak için “önşart” olarak kabul edilmesine neden olmaktadır. Belirtilen bu sınıfsal durum, sosyolojideki; aynı görevi yapan, statüleri aynı olan, çıkarları tam bir ayrılık sergileyen ve aynı durumda olan insan öbeklerinden her birine (Cevizci, 2002) karşılık gelmektedir. Buna göre, aralarında belirli bir kültür ve iktisadi çıkar ortaklığı ve bu ortaklığın yarattığı özel ilişkiler bulunan insanların tümü bir sınıf meydana getirir. Toplumsal sistemin dinamiği, sosyal yapının dağılımsal yönlerinden ziyade bağıntısal boyutlarıyla ele alındığı zaman kullanılan bir genel kavram olarak sınıf, sadece bireylerin bir toplamını değil, fakat esas kendine ait gerçek bir tarihi ve toplumun organizasyonunda müstakil bir yeri olan gerçek sosyal grubu tanımlar (Bottomore-Nispet, 2006). Böyle bir temellendirme ile “türban” kavramının oluşturduğu bir sınıflamayı analiz etmeye çalıştığımız zaman karşımızda beş katmanlı bir tablonun belirdiğini çok rahat görebilmekteyiz. Kapalı olmanın artık günümüz Türkiye’sinde birden fazla biçimde temsil edilmeye başlamasıyla birlikte, “bir yere ya da bir sınıfa ait olmak veya olmamak” güdüsü iyice belirgin hale gelmekte ve bu gerçeklik giderek heterojen bir hal almaktadır. Bu çerçevede belirteceğimiz beş tür türban sınıfı ise şöyledir:

Moda/Modern Türbanlıları Sınıfı: Modern olmak; güncel kalmak, günü kaçırmamak, dünde kalmayıp bugünde olmak ve bugün moda olanı takip etmek manasına gelmektedir (Marshall, 2005). Bu kategori içerisine giren “Sosyal Kadın Müslümanlar” da kapalı olmayı gündelik yaşamın bir objesi olarak bellerken, günümüz şartlarını da göz ardı etmemeyi arzulamaktadırlar. Lakin böyle bir güncellik yakalanmak istenirken de asıl amaçtan uzaklaşılmakta “Allah’ın emri ve rızası” için yapılması gereken örtünme eyleminde farklı taraflara kayılmakta ve farklı amaçlar taşınmaya başlanmaktadır. Özellikle sergilenen lüks yaşam tarzı, kullanılan pahalı arabalar ve gidilen mekânlar, Müslümanlığın “alçakgönüllü ve münzevi yaşam tarzına” ters düşmekte, İslam dininde nefretle bakılan “riya” ve “gösterişe” yaklaşılmakta ve de tüm bunlarda sanki makul kabul ediliyor görüntüsü verilmek istenmektedir. Allah’ın emri olan “örtünme” eyleminin beraberinde yine Allah’ın emretmediği ve sadece kendisine mahsus olan kibirlenme niteliğinin, “moda türbanlıları” olarak ifade ettiğimiz bu cemiyet içerisinde birbirleriyle buluşması, böylesine bir türban sınıfını sahip olduğu özelliklerinin temelinde nasıl bir çıkar ilişkisinin olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu türban sınıfında;

Bireylerin toplumsal ve ekonomik statüleri soyla belirlenmez, yüksek konumlara giden yol, herkes aynı yerden başlamasa bile herkese açıktır.

Toplumsal statü ölçeği, statü düzenini farklı katmanların derecelenmesine dönüştürebilecek farklı engeller tarafında parçalanmamıştır.

Yukarıdaki koşula uygun olarak, söz konusu durumun değişik kesimlerine hiçbir kesin ayrıcalık tanınmamıştır, toplumsal statünün üst ve alt düzeyleri arasında daima bir çıkar çatışması vardır.

Katmanlar arasındaki toplumsal ilişkilerde ayrım veya sınırlama genellikle mevcuttur.

Pahalı ve göz alıcı kıyafetler kullanılan türbana uygun olarak seçilmektedir.

Seçilen kıyafetler için ünlü modacılar ile sürekli diyalog hali mevcuttur.

Protestan ahlakında belirtilen çalışma ahlakı yapısı, bu sınıf ile benzer nitelik taşımaktadır.

Bu türban sınıflamasındaki bireylerin sahip olduğu sermaye türleri; yani kültürel, ekonomik ve sosyal sermayeler (Yel, 2007); bireyin nerede durduğunun ya da nerede durması gerektiğinin sebebi niteliğindedir. Sermayenin sosyal türünde sahip olunan toplumsal ilişkiler, karşılıklı çıkarlar ve bunların getirileri ön plandayken, kültürel sermayede ise içerisinde bulunulan ailenin ve yaşanılan hayatın özellikleri etkendir. Soy elitliği ile benzerlik gösteren ama ondan, sahip olunan kültürel öğelerle ayrılan kültürel sermayede geçmişten o güne kadar gelen kültürel birikim, sahip olunan konumu belirlemekte etkendir. Ekonomik sermayede ise -burada hepimizin bildiği ya da tahmin ettiği- maddi güç ön plana çıkmaktadır. Sosyal ve kültürel sermayeden bağımsız olmayan ekonomik sermaye, yukarıda da belirtilen pahalı yaşam tarzının belirleyicisi niteliğindedir. Sınıfla ilgili olmayan faktörler –özellikle de cinsiyet ve ırk/etnik köken- ise ekonomik eşitsizlikler örüntüleriyle ilintilidir, ancak bu faktörler birincil değil ikincildirler.

Cemaat Türbanlıları Sınıfı: Sosyolojik manada cemaat kavramı birincil ilişkilerin ön planda olduğu, belirli bir hiyerarşik sıralamanın bulunmadığı, tamamen samimiyet ilişkilerine dayanan bir olguyu temsil etmektedir. Sosyolojik çevrelerde modernleşmenin en önemli göstergelerinden birinin cemaatten topluma doğru bir gelişme olduğu yönünde yaygın bir görüş vardır (Yelken, 1999). Belki de bu nedenle modernleşmenin tarihi bir bakıma cemaatin çözülüşü ve bunun yerini toplumun alması biçiminde okunmuştur. Sosyologların öncü isimlerin olan Marx, Weber, Durkheim ve Simmel’in yazılarında bu çözülüşün hem dramatik boyutlarında hem de modernleşmeye damgasını vuran boyutlarında merkezi bir yer almıştır. Cemaatten topluma geçişin analizini ve kavramsallaştırmasını, bu geçişin bireysel ve toplumsal sonuçlarını doğrudan bütün çalışmalarının merkezine oturtan Ferdinand Tönnies’in katkılarıysa bir cemaat sosyolojisi için en temel çerçeveyi çizmiştir. Oysa günümüzde bu klasik “cemaatten topluma geçiş” yaklaşımları ciddi bir krizin eşiğine gelmiş bulunuyor. Yaşamakta olduğumuz yeni toplumsal biçimlerine, bu klasik “toplum” modeli biraz dar gelmektedir. Modernleşmeyle birlikte çözüldüğü ve ortadan kaybolduğu hükmüne varılan cemaat tarzı toplumsallaşmanın postmodern ve geç-modern denilen çağımızda adeta inadına tekrar nüksetmekte olduğu görülüyor. Günümüz sosyologları bu durumu modernliğin global krizinin bir parçası olarak algılamaya eğilim duyduklarından konuyu postmodernleşmeyle irtibatlandırmaktadırlar. İşte bu postmodernizm vurgusu nedeniyledir ki özellikle “din” kisvesi altında oluşturulan ve yine “dini vazife olarak gönüllü hizmet” sıfatını içerisinde barındıran cemaat, bayanlar için de ayrı bir işlevi yerine getirmektedir. Bu, tabi ki yukarı da belirttiğimiz ve ileride belirteceğimiz gibi “Türban” gruplarının hemen hepsi içerisindeki mevcut olan sistematik ve hiyerarşik yapıdan kaynaklanmaktadır. Bu hiyerarşik yapı beraberinde “yukarıdan aşağıya” doğru bir “İslami öğretme biçimi” benimsetmekte ve aşağı tabakada kalan inananların sahip olduğu İslami değerler müdahale edilmesi gereken bir konuma yerleştirilmektedir. Cemaat türbanlıları, üyelerini belirlerken özellikle genç, zeki ve zenginlere yönelmekte, ilişkileri daha samimi hale getirmek için “günler” düzenlemekte ve bunun için de masraflardan kaçınmamaktadırlar, bu da yine İslam’da hoş görülmeyen İsraf’a neden olmaktadır. Özellikle sosyal konularda faaliyet gösteren “cemaat türbanlıları” dünyalarını “bizden olanlar” ve “bizden olmayanlar” olarak kurmakta, kendilerinden olmayanı “ötekiler” olarak nitelendirmekte ve grup içerinde meydana gelebilecek herhangi bir çözülmeyi engelleme adına çok dikkatli davranmaktadırlar. “Evlilik” hususunda bile cemaat dışından olan biriyle evlenilmesine iyi gözle bakılmaması bazen de böyle bir talebin üyeler tarafından reddedilmesi, nasıl bir hassasiyete sahip olunduğunun en belirgin işaretlerinden biridir. Cemaat içerinden bir erkekle tanışılması ya da aracılık yapan birilerinin neticesinde bayan ve erkeğin birbirleriyle tanıştırılması ayıp ve günah değildir –cemaate göre. Bu eylem, cemaatin sahip olduğu işlevsel mekanizmanın hasar almasının önündeki en önemli güvenlik sibobudur. Bu da cemaatin muhafazakâr yapısından kaynaklanmaktadır. Çünkü muhafazakârların dine verdikleri önemin bir boyutu da cemaatle ilgilidir. Cemaat ve cemaatçi değerler toplumsal yaşam içerisinde, dinin hissedilen en önemli değerleri olarak dikkat çekmektedir. Cemaat, dini değerlerin yaşatıldığı, ayakta tutulduğu, dolayısıyla dayanışma ve birlik ruhunun beslendiği sosyal ortamlardır. Cemaat duygusunun zayıflaması, dini değerlerin etkisinin azalmasıyla sonuçlanır. Dini değerlerin zayıflamasıyla, toplumsal dayanışma ve hatta aidiyet duygusunun zayıflamasıyla doğrudan bir ilişki vardır. Mesela Durkheim meşhur İntihar adlı çalışmasında dini değerlerin zayıflamış olduğu Protestan ülkelerde intihar düzeyinin daha yüksek olduğunu tespit etmiştir. Burada dini duyguların zayıflamasına paralel olarak yüz yüze, sıcak ve paylaşımcı kültürel değerler zayıflamakta; bu da bireylerde anomi ve yabancılaşma durumu meydana getirerek intihara yönelmelerine sebep olmaktadır. Muhafazakârlar, cemaate sadece fiziksel değer yüklemezler, onun aynı zamanda üretmiş olduğu cemaatçi kültürünü de önemserler. Buradan hareketle komşuluk, arkadaşlık ve dindaşlık ilişkisinin sürdürülmesi üzerinde hassasiyetle durmaktadırlar (Çaha, 2004; 23). Bir Tanrı’yı yakışıksızca seven kişi, başkalarını da onu sevmeye zorlar, buna razı olmazlarsa onları yok etmeye de hazırdır…

Siyaset Türbanlılar Sınıfı: Şerif Mardin, Din’in de bir ideoloji olduğunu ifade ederken, özellikle Din’in birleştirici ve mücadeleci ruhu üzerinde durmakta ve Din’e sistematik ve ideolojik bir yapı atfetmektedir ki bunda haklıdır da. Siyasetin “yalan söylemekle” eşdeğer olduğu çağımızda, din ve siyasetin yan yana gelmesi en radikal anlamda imkânsız görülmektedir. Ya siyaset dini yönetecektir, ya din siyaseti, bunun izah edilecek başka bir tarafı yoktur. İslam’ın yayılmaya başladığı dönemlerde, İslam’ı seçen kadınların yaşamış olduğu o büyük sıkıntıların en küçük zerresinin bile yaşanmadığı şimdiki zamanda, “siyaset türbanlılarında” en önemli amaç, Din’i, siyaseti destekleyecek ama ona yön vermeyecek hale getirmektir. Bunun için her türlü çıkar ilişkisi mubahtır, bu tür ilişkiler din açısından kabul edilebilir olmasa da önemli değildir. Önemli olan ilişkilerin yürümesi, eylemlerin yerine getirilmesi ve türban takma/baş örtme adı altında “siyaset” yapılmasıdır. Bu yapılanma ilişiklerinde dikkati elden bırakmamak ve daha güçlü siyasi ilişkilerin din kisvesi altında hem yeniden kurulmasına hemde sürdürülmesine özen göstermektedir. Siyaset Türbanlıları bu durumu şöyle değerlendirmektedirler: Onlara göre “sadece erk’i elinde tutan güçlerin doğrularının yön verdiği bir toplumda tabi ki zihinlerin dönüşmesi söz konusu değildir. Farklı seslerin ve taleplerinde ifade bulması ve o çoğulluk içerisinde kadınların beraberliğinin yeni boyutlarının belirlenmesi gerekir. Demokratikleşme ve hukuk devletinin de gereği aslında budur. İslami öğelerin öğretilme biçimi Cemaat Türbanlılarında olduğu gibi “yukarıdan aşağıya” doğru bir yöntem izlemektedir ve gerekirse bu nitelikler aşağıya dayatılmaktadır. Bu sınıfta kendi konumunu müdahaleci bir mevkide görmekte ve gerektiğinde “aktif katılımcı” bir tavır takınabilmektedir. Sonuç itibarıyla haklar doğrultusunda farklı talepleri kucaklayan yeni bir toplumsal mutabakata/sözleşmeye gereksinim vardır. Bu sözleşmenin doğal boyutu da kadın haklarının gözetilmesi olmalıdır. Aslında bu dünya geneli için söylenebilir. Kadınlar açısından şu an her yerde yeni bir toplumsal sözleşmenin bunalımı yaşanmaktadır. Dünya değişiyor ama buna rağmen kadınlar dünyayı hala eski kavramlar ve kurumlarla anlamaya çalışıyor”. Bunlara ek olarak Siyaset Türbanlıları, kadınlara yapılan baskıya ilişkin açıklamanın büyük bir kısmının kadınların erkeklerden farklı bir toplumsal alana yerleştirilmesiyle ilgili olduğunu, kamusal/özel ve uygar/doğal gibi ikili ayrımlarla karşılaştıklarını, feminist literatürün büyük bir kısmının bir yandan kadınların tarihten gizlendiğine bir yandan da erkeklerin kamusal alandaki, kadınlarınsa özel alandaki doğallaştırılmış yerlerini kabul ettiğini, işte bu yüzden bu sınıfı, İslami boyutta, sistematik bir siyasi kadın hareketinin geliştirilmesinin ve bununda Avrupa üretimi olan feminist doktrinden bağımsız olması gerektiği üzerinde ısrarla durmaktadırlar. Siyaset türbanlılarına göre siyaset bir haz arayışı değil, yukarıda bahsedilen sorunların çözülmesi için sınıfsal ve ideolojik bir aygıttır. Bu sınıf, sınıfsal ve ideolojik aygıt ile birlikte Weber’in Kapitalizm’i temellendirirken dayandığı Protestan etiği açıklamasına benzerlik göstererek, ancak çalışma ahlakı ve mücadeleyle birlikte çevre karşısında galip gelebileceğini ve huzura erişilebileceğini savunmaktadır. Her imanın bir tür terör icra etmesindendir bu, ve bunu yerine getirenin “saflar” olması, olayı daha da ürkütücü hale getirir…

Piyasa Türbanlıları Sınıfı: Yapılan Türban sınıflamaları içerisinde Din’i ve onun emri olan örtünme hususunda en az ciddiyet gösteren sınıf, bu sınıftır. Böylesine bir topluluğun “neden örtünüyorsunuz” sorusuna bile verebileceği –yalanda olsa- mantıklı bir cevabı yoktur. İslam’ın beş şartını ya da imanın şartlarını sorarsanız bile kesinlikle bilemeyeceklerdir. Piyasa Türbanlıları sınıflamasının en belirgin nitelikleri ise şunlardır:

Başın kapalı olmasına karşın bacak ve ayakların açık kalan kısımlarının çıplak olması ya da sıfır kol giysilerin tercih edilmesi,

Türban takılmasına rağmen diz hizasında etek giyilmesi,

Türbanla birlikte düşük bel ve dar Jean’lerin ve de dar eteklerin giyilmesi,

Mutlak suretle bir erkek arkadaşın olması ya da bu isteğe olan sıkı bağlılık,

Bu sınıflama içerisinde bulunanların genellikle kırdan-kente ya da doğudan-batıya göç eden ailelerin içerisinde yer alması,

Yine bu sınıflama içerisinde yer alan türbanlıların genellikle toplumun yoksul kesimlerinin içerisinde bulunması,

Yüksek düzeyde eğitimli olmamalarına rağmen oldukça iyi eğitimli ya da kültürlü görünme merakı taşımaları,

Türbanlı olmayan kesimlere karşın inanılmaz bir “kin”in beslenmesi,

Beraberlerinde aşk ve evlilik gibi konuları içeren kitaplar taşımaları,

İnternet kullanımında bilinen tek adresin chat’leşme programı içeren MSN Web sayfası olması,

Pahalı veya ucuz, hangi marka olursa olsun mutlaka bir cep telefonuna sahip olunması ve rehberde kendi cinslerinin isimlerinden çok, erkek isimlerinin yer alması.

Bayanlar için önemli sayılabilecek hususlardan biri olan evlenmek yine bu sınıfın başta gelen meraklarından biridir. Ve bu yüzden gelen her teklif çok cazip görülmektedir.

Piyasa Türbanlıları sınıflamasının belirtilebilecek en önemli niteliği ise bu sınıfın üst düzeyde bir tüketim kültürüne sahip olmasıdır.

Modern kapitalizmin bu döneminde üretim ve tüketim ikili ilişkisi oldukça güçlü bir şekilde kadın ve erkek olarak ikiye ayrılmıştır. Üretim erkek, tüketim kadın içindir. Üretim etkindir, erkeği para kazanmaya yöneltir. Tüketim ise daha edilgendir, bu da hem kadınları para harcamaya yöneltmekte ve hem de açıkça fark edilebilen bir güç kazanımına yöneltmemektedir. Kadınlar evde çocuklara annelik edip, alışverişe giderken, erkekler ev dışında çalışmaya ve savaşmaya gitmektedir. Modern dönem, bir tarafta annelik ve tüketim, diğer tarafta üretim ve savaş yapmak şeklinde bir cinsiyet ayrımı ile belirlenmiş olmaktadır (Bocock, 2005).

Cioran, bu tür sokak lambaları için şunu söyler: “Nerede tükettin ömrünü? Bir hareketin hatırası, bir tutkunun işareti, bir maceranın parıltısı, güzel ve firari bir cennet- ‘geçmişinde bunların hiçbiri yok; hiçbir sayılama senin ismini taşımıyor, seni hiçbir zaaf bile onurlandırmıyor, iz bırakmadan kayıp gittin; senin rüyan neydi peki?”

Geleneksel/Hakiki Türbanlılar Sınıfı: İman, mana itibariyle itaat etmek, inanmak, boyun eğmek, teslim olmak anlamına gelmektedir. İslam dinin de ise imanı tamamlayan en önemli öğe “takva”dır. “Üstünlük takvadadır” ifadesi bu durumun kanıtı niteliğindedir. İşte “geleneksel/hakiki türbanlılar” olarak nitelenen bu sınıf, belirtilen tüm bu nitelikleri taşımaktadır. Diğer türban gruplarının sahip olduğu hiçbir zıt niteliği taşımamakla birlikte, o tür niteliklere yaklaşmak bile korku ve endişeyle karşılanmakta ve de o tür niteliklerden olabildiğince uzak durulmaktadır. Hakiki türban sınıfının nitelikleri arasında:

Münzevi bir hayat tarzı benimsemek,
Gösteriş ve şatafat merakından kaçınmak,
Yapılan her eylemde “Allah’ın Rızasını” gözetmek,
Diğer insanlarla olan ilişkilerde mesafeli olmak,
İnsanları incitmemeye özen göstermek,
Müslüman imajını zedeleyecek her türlü eylemden uzak durmak,
Sonu gelmeyen tartışma ortamlarından uzak durmak,
İslam’ın belirtmiş olduğu mahrem ve namahrem hususlarında tedbirli ve dikkatli olmak,
Din ile ilgili olmayan hususlar da dahil olmak üzere bilgi sahibi olmadığı herhangi bir konuda yorum yapmaktan kaçınmak,
Çalışma hayatında, gereken çalışma ahlakına sahip olmak ile birlikte, kadınların da yer alması gerektiğine inanmak, vb. nitelikler sayılabilir.

Geleneksel/Hakiki türbanlılar sınıfı, sayılan diğer türban grupları içerisinde öze ihanet etmemiş olmak ve aslına bağlı kalmak ile belki de övülmeye değer tek grup olarak karşımızda belirmektedir. Ve bu övgünün de tek sebebi –din hususu bir yana, hangi hususta olursa olsun- samimiyetin ve güvenin asla yitirilmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu açıdan bu sınıf, “Kültürel İslam[2]’ın” temsilcisi konumunda sayılabilmektedir. Ayetin sloganlaştırılmasına karşı çıkarak, İslam’ın siyasallaştırılmasının İslam’ı fakirleştireceğini savunarak ve çatışmacı İslam anlayışından uzak durarak (Göle, 2008; 146–147), konumunu daha da pekiştirmektedir. Tabi ki bu sınıfta diğer sınıflar gibi değişen modern dünyanın şartlarına ayak uydurmak zorundadır, çünkü kendisine yaşama fırsatı yaratmak, dünya içerisinde yaşayan tüm canlıların en önde gelen meselesidir. Bu türban sınıfı da dış dünyayı görmek, onunla etkileşimde bulunmak, ihtiyaçlarını karşılamak, yani kısacası yaşamak için her şeyi yapmak zorundadır. Fakat bu türban sınıfının, önceki sayfalarda belirtilen diğer türban sınıflarından farklı olmasına neden olabilecek hatırı sayılır bir sebebi vardır. Diğer türban sınıfları dünya ve din arasındaki ilişkiyi yürütmeye çalışırken dinin getirdiği yasaklardan isteyerek ya da istemeyerek de olsa taviz vermektedirler. Onlar kimi durumlarda dini vecibelerin yerine daha seküler vecibeler getirmekte ve bu yüzden de bazen taban tabana zıt konumlar içerisinde de bulmaktadırlar kendilerini. Lakin Geleneksel/Hakiki Türban sınıfı yaşadığı dünyayı inandığı dine göre şekillenmektedir, diğer sınıflamalar gibi dini dünyaya göre şekillendirmemektedir. Yaşamın dini emir ve yasaklarla temellendirilmesi ve Şer-i kurallardan taviz verilmeden sahip olunan hayat düzeninin devam ettirilmesi, Geleneksel/Hakiki Türban sınıfını, bu bakımdan birkaç adım ileri çıkarmaktadır. Bilinçli Müslüman olmak, yapılan her türlü eylemde Allah’ın rızasını gözetmek ve farziyetlerin fark edilmesi, bu sınıf için sadece bir zorunluluk değil aynı zamanda ruha huzur veren bir gerçeklik olarak da karşımızda belirmektedir. Asıl olmak aslı korumak zordur, çünkü “asıl’ın gerçeği, daha çizmelerini giymeye başlamışken; yalanı, etrafı çoktan dolaşmış olur…

SONUÇ

1980’li yıllarda İslamcı kızların üniversitelerde okuma talepleriyle ortaya çıkan “Türban” sorunu, 90’lı yıllarda yerini düşünen bir İslam anlayışına, buna paralel olarak bir önceki dönemde tepki niteliğinde olan oturma eylemleri ve mitingler de, yerini profesyonel sosyal örgütlenmelere bırakmıştır. İslamcılığın bu yeni aktörlerinin en önemli niteliği eğitimli, meslek sahibi ve kentli orta sınıf oluşlarıdır. Pasif Müslümanlığın yerine aktif bir Müslümanlık inşa edilmiştir. Dolayısıyla İslamcı hareketlerin klasik sosyal hareket teorilerine dayanarak ekonomik ve sosyal krizlere tepki olarak ortaya çıkmış hareketler diye tanımlamanın sonucu günümüz İslamcılığına niteliğini veren kültürel süreçlere gereken önemi vermemek olacaktır. İslamcı kadınlar artık modernliği kontrol etmeyi arzulayan seçkinler haline gelmişlerdir. Kadınsılıklarına, türbanlarına, İslami yaşam tarzlarına, annelik rollerine sahip çıkarak Müslüman kadının böylede güçlü, zengin, eğitimli, avukat ya da doktor olabileceklerini söylemektedirler (Çayır, 2000). İslamcı hareket ve özellikle de kadınlar kendi farklılıklarını ve kimliklerini pekiştirecek toplumsal eyleme dayanak aramaktadırlar. Bu arayış Batıcı medeniyet dönüşümünün dışlayan ve türdeşleştiren süreci karşısında, kendilerini ve İslam kültürü belleklerde ve toplumsal yeniden var etme çabasıdır (Göle, 2008; 179). İşte bu çaba noktasında yaşanan heterojenleşme, ilk etapta sahip olunan ve aşkla savunulan Müslümanlık ideolojisinde çatlaklar oluşturmuştur. Buradan sızan suyla birlikte kabın içi boşalmakta ve Müslümanlıkla ilgili olmayan gerçekliklerle kabın içi doldurulmaya çalışılmaktadır. Böylece de önceki sayfalarda belirtildiği gibi çeşitli türban grupları oluşmaktadır. Tüm bu söylenenlere rağmen ortaya çıkan ironik durum ise her türlü farklılığın ya da farkındalığın “Türban” bayrağı altında mücadeleci ruha dönüştürülme çabasıdır. Bu yapılırken de kişinin kendisi farklı yöne gölgesi faklı yöne gitmektedir.

“Keyfim yerinde: Tanrı iyi. Ağlamaklıyım: Tanrı kötü. İlgisizim: Tanrı tarafsız”. İçine girdiğimiz haller O’na mütekabil sıfatlar verir; bilgiyi sevdiğimizde O her şeyi bilir, kuvvetle yaptığımızda da O her şeye kadirdir. Şeyler bize var gibi mi görünürler? Var olurlar. Bize yanılsama gibi mi görünürler? Buharlaşırlar. Bin gerekçeyle gerçek olanı destekler, bin gerekçeyle onu yok ederiz. Gerçeği ilahlaştırırız. Varlık, O olur. O’nu reddederiz, hiçlik de O olur. Cömert zamanlarımızda sıfatlarla şişer, acılaştığımızda da yokluğa dizdar oluruz. Nietzsche, Hıristiyanlığa Lanet kitabında şunu belirtir: “Hıristiyan Tanrı kavramı yeryüzüne ulaşmış en yoz Tanrı kavramlarından biridir, belki de Tanrı tipinin en düşük seviye işaretini temsil eder”. Aslında Nietzsche’nin bu sözü, şu an ki Türkiye’nin bazı türbanlı kesimlerin “ilerleme”den anladığı durumu ifşa etmektedir. Allah’ın buyruğu olan örtünmenin ne kadar da “yoz” bir şekilde uygulandığı ve bunun, kendisine yakışmayacak bir biçimde en düşük seviyede işaretinin temsil edildiği ne yazık ki ortadadır. Bu duruş, tam da “topuğu kırık bir hayat”ın eğri duruşudur. Ne kadar da dik ve düz durulmaya çalışılırsa çalışılsın, hep eğri kalınmakta ve dik durma görüntüsünün verildiğinin sanılması bir “ilahi komediye” neden olmaktadır.

Mevlana, ılık sesiyle sorar Şems’e: “Sultanım, çok yerlere uğradın biliyorum, oralarda irşada devam etmek varken neden zahmet ettin buralara kadar?” Şems, gülümser ve cevap verir: “Gittiğim yerlerde hep Tanrılara rastladım; kul olmaya bir türlü razı olamayan insanlarla. İlk defa bir kula rastlıyorum o, sensin !” Bozulmuşlar, kokuşmuşlar ve dönmüşler her yerde lakin “hakikat” saklanmak zorunda, çünkü bozulmaktan korkuyor, korkutuyorlar onu. Köşe bucak kaçıyor insanlardan zavallı, değiştirilmekten korkuyor, çünkü biliyor ki tablo aynı. Ve aklına şu hikaye geliyor: “Papa IV, Michalengelo’nun ‘Kıyamet Günü’ tablosuna bakarken öfkelenir ve şiddetle ‘düzeltilmeli’ diye bağırır ve haber gönderir Michalengelo’ya. Ünlü ressam hemen cevap yazar: “Yaşadığımız bu dünyayı uygun ve yaşanılır bir hale getirin, inanın bu tablo kendiliğinden düzelecektir”[3].

İlerlemeyi ve hakikati aynı masada görebilmek ümidiyle…

KAYNAKÇA

—Agacinski, S. (1998) Cinsiyetler Siyaseti (Çev: İsmail Yerguz) Dost Kitapevi Yay. Ankara.

—Bauman, Z. (2000) Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları, (Çev: İsmanil Türkmen), Ayrıntı Yay. İstanbul.

—Baudrillard, J. (2005) Şeytana Satılan Ruh Ya Da Kötülüğün Egemenliği (Çev: Oğuz Adanır) Doğu Batı Yay. Ankara.

—Berger, P. L. (2005) Kutsal Şemsiye: Dinin Sosyolojik Teorisin Ana Unsurları (Çev: Ali Coşkun) Rağbet Yay. İstanbul.

—Berger, P.L. “Günümüz Din Sosyolojisinin Problemleri” (içinde) Laik Ama Kutsal. Der: Ali Köse, 2006, Etkileşim Yay. İstanbul, s, 87–109.

—Bocock, R. (2005) Tüketim (Çev: İrem Kutluk) Dost Yay. Ankara.

—Bottomore, T-Nispet, R. (2006) Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi I (Yay. Haz: Mete Tunçay-Aydın Uğur) Kırmızı Yay. İstanbul.

—Botton, A. (2008) Statü Endişesi (Çev: Ahu Sıla Bayer) Sel Yay. İstanbul.

—Caymaz, B: (2007) Türkiye’de Vatandaşlık Resmi İdeoloji ve Yansımaları, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay. İstanbul.

—Cevizci, A: (2002) Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yay. İstanbul.

—Childe, G. (2004) Kendini Yaratan İnsan (Çev: Filiz Ofluoğlu) Varlık Yay. İstanbul.

—Childe, G. (2007) Tarihte Neler Oldu? (Çev: Alâeddin Şenel-Mete Tunçay) Kırmızı Yay. İstanbul.

—Cioran, E. M. (2003) Çürümenin Kitabı (Çev: Haldun Bayrı) Metis Yay. İstanbul.

—Çaha, Ö. “Muhafazakâr Düşüncede Toplum” (içinde) Liberal Düşünce Dergisi, Sayı: 34, Bahar, 2004, s. 15–24.

—Çakır, R. (1990) Ayet ve Slogan, Metis Yay. İstanbul.

—Çayır, K: “İslamcı Bir Sivil Toplum Örgütü: Gökkuşağı İstanbul Kadın Platformu” (içinde) İslamın Yeni Kamusal Yüzleri, Der: Nilüfer Göle, 2000, Metis Yay. İstanbul, s. 41–67.

—Davis, N. Y. (2003) Cinsiyet ve Millet (Çev: Ayşin Bektaş) İletişim Yay. İstanbul.

—Edgell, S. (1998) Sınıf (Çev: Didem Özyiğit) Dost Yayınevi. Ankara.

—Giddens, A. (2004) Modernliğin Sonuçları (Çev: Ersin Kuşdil) Ayrıntı Yay. İstanbul.

—Göle, N. (2008) Modern Mahrem, Metis Yay. İstanbul.

—Kandiyoti, D. (1997) Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar: Kimlikler ve Toplumsal Dönüşümler (Çev: Aksu Bora-Fevziye Sayılan-Şirin Tekeli-Hüseyin Tapınç-Ferhunde Özbay) Metis Yay. İstanbul.

—Mardin, Ş. (1997) Din ve İdeoloji, İletişim Yay. İstanbul.

—Marshall, G. (2005) Sosyoloji Sözlüğü (Çev: Osman Akınhay-Derya Kömürcü) Bilim ve Sanat Yay. Ankara.

—Meşe, İ. “Modernleşme Sürecinde Türk Siyasal Kimliklerinde Muhafazakâr ve Yenilikçi Tavırlar” (içinde) Muhafazakâr Düşünce Dergisi, Sayı: 9–10, Yaz-Güz, 2006, s. 125–147.

—Özipek, B. B. (2005) Muhafazakârlık, Kadim Yay. Ankara.

—Özyurt, C. (2005) Küreselleşme Sürecinde Kimlik ve Farklılaşma, Açılım Kitap Yay. İstanbul.

—Şentürk, R. (2004) Yeni Din Sosyolojileri, Gelenek Yay. İstanbul.

—Turner, B. (1997) Eşitlik (Çev: Bahadır Sena Şener) Dost Yay. Ankara.

—Yel, A. M. “Bourdieu ve Din Alanı: Sermaye, İktidar, Modernlik” (içinde) Ocak ve Zanaat: Pierre Bourdieu Derlemesi, İletişim Yay. İstanbul, 2007, s. 559–581.

—Yelken, R. (1999) Cemaatin Dönüşümü: Geç Modern Dönemde Cemaat Sosyolojisi, Vadi Yay. İstanbul.

—Yıldırım, E. (2005) Hayali Modernlik: Türk Modernciliğinin İcadı, İz Yay. İstanbul.

—Zijderveld, A. C. (1985) Soyut Toplum (Çev: Cevdet Cerit) Pınar Yay. İstanbul.


[1] Bu makalede “Türban” ve “Başörtüsü” arasındaki farkındalık değil, en genel manada örtünme ile ilgili husus ele alınmakta ve örtünme eylemi “Türban” niteliğine dayandırılmaktadır.

* Arş. Gör. Muş Alparslan Üniversitesi, Sosyoloji.

[2] Bu konuda bkz: Göle, N. (2008) Modern Mahrem, Metis Yay. İstanbul, s, 144–151.

[3] Bu arada Ali Şeriati’nin şu imasını hatırlamak faydalı olacaktır: “Mina’da şeytan taşlamak kolay, zor olan içimizdeki/aramızdaki şeytanları taşlamak/kovmak”.