Ayrılmış Krallık

Türkiye halkı Birleşik Krallık’taki AB referandumu sonuçlarının -en azından bizim için-  deprem niteliğinde olduğunun ne derece farkında, emin değilim; ama arkadaşım Barış Özkul konu hakkında bir yazı yazmamı istedi, umarım Birikim okurları yazımı ilgi çekici bulurlar. Olgulara bağlı kalmaya çalışacağım, ancak olgulardan bu denli yoksun kalmış bir Birleşik Krallık tartışması hakkında yazılan bu yazının kişisel görüşlerimi içermesi kaçınılmaz olacaktır. Şu anda Birleşik Krallık’ta bundan başka pek çok görüş bulunduğuna dair sizi uyarmak isterim. Gerçi şimdi ayrılmış krallık olarak anılıyor olmamız daha muhtemel.

Tüm bunlar nerede başladı?

AB’ye 1970’li yıllarda katıldık. Dönemin ılımlı sağı olan Muhafazakâr Parti hükümeti tarafından Avrupa’yla ticari ilişkiler geliştirmek için ekonomik temelli sebeplerle ikna edilmiştik. O zamanlar İşçi Partisi muhalefeti işçilerin haklarını yitireceği endişesiyle AB üyeliğimize karşı çıkmıştı. 1980’lerin ve 1990’ların Thatcher hükümetleri altında bu durum değişti: Birleşik Krallık solu AB’nin işçi haklarını korumak için aldığı tedbirlere değer vermeye ve bu tedbirleri sessizce büyüyen Thatcher/Reagan neoliberalizmine karşı bir siper olarak görmeye başladı. Aynı zamanda Muhafazakâr Parti’nin içinde, AB’ye karşı güç kaybedildiği ve AB anlaşmalarının bir Avrupa üst-devletine yol açacağı algısı hakkında büyüyen bir anlaşmazlık vardı. O dönem Times gazetesi muhabiri olan Boris Johnson 2000’lerin ilk yıllarında bu endişelerden bazılarına odaklanmış ve gazetesinde Avrupa’yı karşısına alan, orada verilen her kararı kötüleyen bir tavır göstermişti. Bu tavır, Birleşik Krallık medyasının büyük bir kısmı tarafından benimsenmeye başladı çünkü gazete satışlarını artırıyor ve imparatorluk günlerine dönme arzusunda olan bir Birleşik Krallık’a hizmet ediyordu. Seçimle iş başına gelmemiş ve hesap vermeyen sözüm ona “Brüksel bürokratları”nın Avrupa’da karar aldığı algısı, damla damla büyüyen hasım medya tarafından yurt geneline yayıldı.

Tüm bunların yanında, Birleşik Krallık’ın göçmenlik meselesiyle olan aşk-nefret ilişkisi uzun zamandır sürmekteydi. Birleşik Krallık, en azından benim yaşadığım yıllar içerisinde, bu ilişki hakkındaki olguları tam olarak bilmeden dünyanın pek çok yerinden gelen göçmenleri oldukça sıcak karşıladı; ama farklı insanlardan korkanlar, bazı durumlarda göçmenlere -özellikle de farklı etnik kökenlerden olanlara- karşı kampanya yürütenler her zaman vardı. Bu kişiler, özellikle de 1970’lerde görülen ırkçılığın dehşet verici bir kanıtıdırlar. Fakat 1980’lerden bu yana görülen sendika eylemciliği ve gençliğin bilincinde yaşanan değişim temel yapıtaşları olmak üzere Birleşik Krallık’ın bir eşitlik mevzuatı var. Bu mevzuat, Muhafazakâr Parti hükümeti tarafından yürürlüğe konmuş olsa da İşçi Partisi hükümetleri tarafından 1997’den bu yana büyük oranda genişletildi. Buna rağmen ülkede hâlâ bir gerginlik mevcut ve İşçi Partisi hükümetleri 2000’lerde Birleşik Krallık’ın en yoksul toplulukları için eğitim ve sağlık gibi konularda ilerleme kaydettiyse de bu toplulukların satın almaya gücü yeteceği evlerin yapımında yetersiz kaldı. Ayrıca Thatcher sonrası seçilen İşçi Partisi hükümetlerinin, 1970’lerin sonlarından beri büyümekte olan gelir eşitsizliği uçurumunu kapamaya çalışmaması koşuluyla başa geldikleri ve neoliberalizme karşı gelmenin İşçi Partisi’nin seçimine imkân bırakmayacağı su götürmez gerçeklerdi. İşte bu durum Birleşik Krallık’ta hâlâ büyümekte olan dev bir ayrımla sonuçlandı: Hampstead ve Hull (birçok politikacının evinin olduğu Londra’nın üst-orta sınıf bölgesi Hampstead ve İngiltere’nin kuzeydoğusunda ağır sanayinin bitmesiyle harap olmuş bir şehir olan Hull).

İşçi Partisi hükümetleri, işçi sınıfı topluluklarının yaşadığı sorunların göçmenlerden kaynaklandığına dair algılarını çok fark etti. Çok sayıda göçmen işçiye bağımlı Doğu İngiltere’nin kırsal bir bölgesi olan Fens gibi yerlerde konut yapımı, eğitim, sağlık ve başka hizmetleri yeteri kadar desteklememeleri ve eksik kalan hizmetler yüzünden sağcı, göçmen karşıtı kampanya yapanlara bolca hayvan yeminin ulaşması bu algıya yol açmış olabilir.

2008 krizi bu gerilimi iyice kızıştırmış, aynı zamanda banka sektörüne destek için kabartılmış devlet borcuyla başa çıkma yöntemi “kemer sıkma” rejimi olan Muhafazakâr Parti hükümetine 2009’da gelmesi için yolu açmıştı. Bu kemer sıkma rejiminin bir kısmı, yoksul topluluklardaki memnuniyetsizliği iyice artırarak bu topluluklardaki düşük gelirli kimseler için kamu desteğini kesmekti. İşçi Partisi bile hükümeti geri kazanma şansını kaybetmemek adına orta sınıf desteğini garantiye almak için bu kemer sıkma önlemlerinin bazılarını destekledi. Bu, Birleşik Krallık’ın en yoksul topluluklarının ümidini kaybettiği, hiçbir politik sınıf tarafından dinlenmediği ve kimliklerinin anlaşılmadığı, ulusal demokrasimizde hiç güçlerinin kalmadığı anlamına geliyordu.

Bu durum Birleşik Krallık’ın AB’den çıkması için birkaç yıldır kampanya yürüten Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’nin (UKIP) yükselişine katkı sağladı. Eski bir bankacı olan Nigel Farage’ın aşırı sağcı liderliği en düşük ortak payda politikası güderek göçmenliği ve sözümona göçmen kaynaklı kamu hizmeti yetersizliğini temel alan, korku ve nefret üzerine kurulu bir platform oluşturana kadar kimse partiye itimat etmemişti. Bu noktada özür dilemek istiyorum; amaçladığım objektif duruştan muhtemelen saptım. Bağımsızlık Partisi destekçileri Farage hakkındaki bakış açıma karşı çıkacaklardır ama benim bakış açım şu: Farage, bağnaz ırkçılığını kendi siyasal amaçlarına kavuşmak adına kullanıp korku ve nefret yayan bağnaz bir ırkçı. Bana göre Farage’ın Hitler’den tek farkı, bağnazlığını vurgulamak için süslü kıyafetler (henüz) giymiyor olması...

İlk başlarda Bağımsızlık Partisi’nin etkisinin genel olarak Muhafazakâr Parti seçmeni üzerinde olduğu düşünülüyordu. Gerçekten de Bağımsızlık Partisi adaylarının aşırı sağ gazetelere otopark sayaçları gibi alakasız konularda mektuplar göndermesiyle bilinen Kent’in varlıklı bir kenti olan Tunbridge Wells gibi yerlerde yaşayan ve önceden Muhafazakâr Parti’ye oy veren çok sayıda yaşlı beyaz “küçük İngiltereli” soytarıyı çektiği doğru.

2015 Genel Seçimleri

Bu durum, David Cameron liderliğindeki Muhafazakâr Parti’nin 2015 genel seçimlerindeki desteğini güçlendirmek için yeni adımlar atması gerektiği anlamına geliyordu. Cameron hükümeti parlamenter çoğunluğa sahip olmadan önce 2009’dan 2015’e kadar Liberal Demokrat Parti’nin desteğiyle ülkeyi yönetmişti. Liberal Demokrat Parti’nin koalisyon hükümeti sırasında kemer sıkma politikalarını desteklemesi parlamentodaki koltuklarının çoğunu Muhafazakârlara kaptırıp 2015’te silineceği anlamına geliyordu. Fakat Cameron’ın koltuk kazanmaya çalıştığı parlamentoda aynı zamanda aşırı sağcı ve AB karşıtı programıyla Muhafazakârları tehdit eden Bağımsızlık Partisi de vardı. Seçimlerde başarılı olmak adına Muhafazakâr Parti’nin 2015 manifestosu, sağ eğilimli birçok madde ve Birleşik Krallık’ın AB üyeliği için yapılacak bir referandum sözü içeriyordu. 2015 seçimlerinden önce çoğu insan yine bir koalisyon hükümetinin kurulacağını, böylece koalisyon ortakları onaylamadığı için Cameron’ın referandumu rafa kaldırabileceğini öngörüyordu.

Cameron verdiği sözü tutmak üzerine oynadığı kumarın yanında, muhtemelen Birleşik Krallık halkı çoğunluğunun -bazen isteksiz bir şekilde de olsa- ekonomik sebeplerle AB üyeliğini destekleyeceğini düşünerek de bir kumar oynadı. Bu kumarın sebebi herhalde şuydu: 2014’te Birleşik Krallık’taki tüm ulusal grupların ülkenin birliğini korumak için İskoç Ulusal Partisi’ne karşı birleştiği bir referandumda, İskoçya’da yaşayanların çoğu İskoçya’nın bağımsızlığı aleyhinde oy kullandı. Diğer ulusal grupların bir araya gelip kampanya yürütmesi İşçi Partisi’nin İskoçya’da kötü bir intiba bırakmasına sebep oldu.

Hiç kimse -hatta Cameron bile- 2015 Birleşik Krallık genel seçim sonuçlarını tahmin etmiyordu. Muhafazakârlar Liberal Demokratların koltuklarının çoğunu almış, kendi koltuklarını da Bağımsızlık Partisi’ne karşı korumayı başarmışlardı. Ve en önemlisi, genelde iyi ama özelde pek de etkili olmayan İşçi Partisi lideri yoksul topluluklar için Bağımsızlık Partisi’nin önemini fazlasıyla küçümsemiş ve bu toplulukların göçmenlere yönelik aşırıya kaçan nefret mesajlarına kapılmalarına engel olmamıştı. Bu durum Bağımsızlık Partisi’ne Birleşik Krallık’ın çoğunluk sisteminde koltuk kazandırmazken, potansiyel İşçi Partisi oylarının sistemde en sona kalmasına ve dolayısıyla bu koltukların Muhafazakârlara gitmesine sebep oldu. Bununla beraber İskoçya referandumu İşçi Partisi’nin, bir zamanlar kalesi olan bölgeden silinmesine yol açmış, böylece Cameron, hükümet etmek için İskoçya Ulusal Partisi’nin desteğine ihtiyacı olan İşçi Partisi hakkında bir kampanya yürütebilmişti.

Tüm bu durumlar bir araya gelerek İşçi Partisi için oldukça tehlikeli bir hal aldı ve 1990’lardan bu yana parlamentoda ilk kez bir çoğunluk elde edebilmiş bir Muhafazakâr Parti hükümetinin kurulmasına neden oldu. Bu da parlamenter çoğunluk, gelir desteği ve devlet destekli konut yapımına ihtiyaç duyan yoksul toplulukların toplumdan daha da yabancılaşmasına yol açacak yeni kemer sıkma politikalarını yürürlüğe koymak için Muhafazakârların özgür olduğu anlamına gelmekteydi.

Referandum

AB referandumuna sebep olan, bu durumun kendisidir. Bir tarafta Cameron ve hükümetinden bazıları kalmak için kampanya yürütüyor; öbür tarafta, ayrılmak için yürütülen kampanyanın liderliğinde Cameron’ın mevcut kabine üyesi ve Londra’nın eski belediye başkanı olan ve kampanyayı genellikle kendisi için bir politik platform olarak kullandığı düşünülen Boris Johnson vardı. Ayrılmak için sürdürülen kampanya Muhafazakâr hükümet üyelerinden pek çok kişi ve İşçi Partisi milletvekillerinden oluşan küçük bir grup tarafından desteklenmekteydi. Bununla beraber Bağımsızlık Partisi, Nigel Farage önderliğinde kendi kampanyasını yürüttü.

Kampanyaların yanlış bilgilendirmeler, yönlendirmeler ve düpedüz yalanlarla bezeli olduğu en başından belliydi. Kalmak için yürütülen kampanya, AB’den ayrılmanın getireceği ekstrem sonuçlara odaklanmıştı ve öngörüleri fazlasıyla sert olduğu için güvenilirliğini kaybetti. Ayrılmanın ekstrem sonuçları hakkındaki “uzman” öngörüleri, Westminster elitleri ve bankacılar tarafından yönlendirilen komplo teorileri olarak görülmeye başlandı.

Yoksul bölgelere tarım yardımı, akademik kurumlar, altyapı projeleri ve başka Birleşik Krallık harcamaları olarak ülkeye geri dönen 350 milyon sterlinin AB üyeliği için harcandığı iddiası başta olmak üzere, ayrılmak için yürütülen kampanya başından sonuna kadar yalanlarla yürütüldü. Bu kampanya hem AB yardımlarının Birleşik Krallık hükümeti sayesinde devam edebileceğini hem de o efsanevi 350 milyon sterlinin tamamının Ulusal Sağlık Hizmeti için kullanabileceğini öne sürdü. Önerme bu derece fantastik olduğundan olsa gerek, Boris Johnson’ın, önermenin kimse tarafından ciddiye alınmayacağı ve kampanyasının başarılı olmayacağı, aksi takdirde sözünü tutmak zorunda kalacağı düşüncesinde olduğunu savunanlar var.

Kampanyanın temel meselesi olan göçmenlikle alakalı fazlasıyla cüretkâr iddialarda bulunuldu. İnsanların AB içerisindeki serbest dolaşım hakkına bağlı olarak AB’nin içinden alınan göç ve mevcut Birleşik Krallık devlet politikasıyla AB dışından alınan göç konuları bir araya getirildi. Nigel Farage, 1930’ların Nazi propagandasıyla karşılaştırılacak derecede ırkçı olan kampanyasında, Slovenya’dan AB’ye girmek için sıraya girmiş Suriyeli mültecileri billboardlarda “Kırılma Noktası” sözleriyle bir arada göstererek bu yangına körükle gitti. Ayrılmak için yürütülen kampanya ve Bağımsızlık Partisi’nin kampanyası, Türkiye AB üyesi olduğunda -ki şu anda pek mümkün görünmüyor- Türkiyeli mültecilerin Birleşik Krallık’a akın edeceği iddiasını da ortaya koydu. Bu iddia, Birleşik Krallık’ta Osmanlı günlerinden kalma “Türk”e duyulan korkuyu yeniden körükledi. Bu iki kampanya da nefret ve korku üzerinden tanımlandı, bu da Birleşik Krallık’ta doğru düşünen insanların bizim ulusal bilincimizden silindiğini sandığı ırkçı ve İslamofobik duyguların internet üzerinden ya da başka kaynaklardan ifade edilmesini kabul edilebilir kıldı.

Muhtemelen yıllar öncesinden kararını almış Muhafazakârlar kalmak isteyenler ve istemeyenler olarak eşit bir şekilde ayrılmışken, İşçi Partisi seçmenlerinin çoğunluğu AB’de kalmak için oy kullandı. İşçi Partisi, 2015’teki yenilgisinden sonra Jeremy Corbyn aday olduğu için sayısı hatırı sayılır derecede artan parti üyelerinin büyük çoğunluyuyla Corbyn’i lider yaptı. Corbyn, İşçi Partisi’ndeki geçmişinde Blair ve Brown’un 2000’lerdeki neoliberal hükümetlerine uzun yıllar karşı çıkmıştı. Bu durum, Blairvari hükümetlerden çok daha farklı bir duruş sergilediği için parti üyelerinin Corbyn’i desteklediği anlamına geliyordu. İşçi Partisi üyeliği Corbyn önderliğinde önemli bir şekilde artmış, sendikacılık ve neoliberalizme alternatif arayan sol canlandırılmış olsa da Corbyn’in etkisi henüz kendi zümresinin dışına çıkabilmiş değil. En önemlisi, örgütlü işgücünün parçası olmayan ama İşçi Partisi’nin seçmeni olması gereken yoksul topluluklara etkisi şu anda oldukça sınırlı.

Corbyn’den bahsederken tehlikeli sularda yüzdüğümü söylemek zorundayım. Arkadaşlarımın çoğu onu -Yunanistan’ın Syriza’sı gibi- Birleşik Krallık’ta sosyalizmin kurtarıcısı olarak görüyor ve büyük bir hevesle destekliyor. Ben hayatım boyunca İşçi Partisi üyesi oldum ve liderlik yarışında Corbyn’e oy vermedim. Bir demokrat olarak onun liderliğini desteklemeye çalıştım ama bana göre, eğer liderliğe devam ederse, önümüzdeki genel seçimlerde ağır bir yenilgiye uğrayacak. Maalesef bunun sebebi benim de büyük oranda desteklediğim politikaları değil. Corbyn seçilemeyecek çünkü (a) son derece neoliberal olan Birleşik Krallık medyasının haksız bir şekilde onu aşırı solcu bir figür olarak resmediyor ve (b) bir politikacının seçilebilmesi için ihtiyaç duyduğu karizmaya sahip değil. Kendisi bize karizmaya bağlı olmayan yeni bir siyaset biçiminden bahsediyor, fakat yine de bir lideri pek andırmıyor.

Referandum açısından baktığımızda, işçi haklarının kaybedilmemesi üzerine temellendirdiği kampanyasıyla İşçi Partisi seçmenlerinin AB’de kalmak için desteğini kazandıysa da yoksul topluluklara verecek hiçbir mesajı yoktu.

Neticede, referandum sonucunu küçük bir farkla belirleyecek oylar bu toplulukların oylarıydı. Bunu biliyordum, çünkü devlet destekli konut yapımı sektöründe çalışıyorum ve referandumdan üç hafta önce pek çok insan ayrılmak için oy kullanacaklarını söylediği zaman kiracıların nasıl heyecanlandığını gördüm. Onlara kalırsa, Birleşik Krallık’ın AB tarafından kontrol edildiği mesajlarına, göçmenlerin ülkelerine akın edeceği endişesine ve ne düşündükleriyle ilgilenmeden sadece oylarını isteyen politik sınıfların görüşlerine karşılık veriyorlardı. Bu insanlar toplulukları, kazançları ve geçimleri nesiller boyunca, özellikle de Cameron’ın 2009’dan bu yana süren başbakanlığıyla, yerle bir edilmiş kimseler. Güçleri tamamen ellerinden alınmış ve devletin sırtından yaşayan korkunç sosyal stereotiplerlere dönüştürülmüş vaziyetteler. Ayrılma taraftarlarından gelen “ülkemizi geri alma” mesajlarına cevap verdiler ve Birleşik Krallık demokrasisi ve politikasına karşı çıkarmak istedikleri isyanı bu tarafta buldular. Muhtemelen çoğu, AB’yle ilgili karmaşık gerçeklerin farkında değildi ve kendilerine gerçekleri açıklamaya çalışanları dinlemeyip onları aleyhlerine kurulan komplonun bir parçası olarak gördüler. Referandum sonuç analizleri, kaybedilen oyun bu insanların topluluklarından olduğunu gösteriyor: Aslında AB fonundan en çok yararlanan kuzeydoğunun metruk şehirleri Sunderland ve Hull, ve hatta 1980’lerde kömür endüstrisinin bitmesiyle mahvolan ve hâlâ toparlanamamış, bu yüzden de altyapı için AB’den yüklü miktarda yardım alan Güney Galler oylarını AB aleyhinde kullandı.

Özel olarak dikkate alınması gereken üç bölge AB’de kalmak için oy kullandı. Birincisi büyük çoğunlukla kalmayı seçen İskoçya’ydı. Referandum sonuçları şimdiden İskoçya’nın bağımsızlığıyla ilgli tartışmayı yeniden alevlendirdi ve bu konuda yeni bir referandum olması muhtemel. Bu bölgelerden ikincisi ise Kuzey İrlanda oldu. Bu yazıda Kuzey İrlanda’nın tarihini anlatmak fazlasıyla zor olur ama şunu söyleyelim: Referandumla ortaya çıkan bir başka sorun da Kuzey İrlanda’yla hâlâ AB üyesi olan İrlanda Cumhuriyeti arasındaki sınıra ne olacağı hakkında. Sınırın şu anda açık olması, Kuzey İrlanda’daki ayrılıkçı sesleri susturup anlaşma sağlayan önemli bir etmendi. Eğer sınır kapanırsa, gerilimin tırmanması muhtemel. Üçüncü bölge Londra’ydı. Londra’nın bağımsız bir AB üyesi olması hakkında fikirler ortaya atılıyor, fakat Londra’nın yönetim şekli Birleşik Krallık’ın geri kalanından bir hayli farklı ve Birleşik Krallık devletinin hâlâ AB’nin bir parçası olmak isteyen bir başkente bağımlı olduğunu görmek oldukça ilginç olur.

Bir diğer muhalif ses de alınan kararlardan en çok etkilenecek gençlerden geldi. Gençler büyük çoğunlukla AB’de kalmak için oy kullanırken, yaşlılar tam tersini yaptı. Ülkenin eski güzel günlerine döneceği saçmalıklarını yaşlıların uzun uzadıya anlattığı, gençlerinse uluslararası seçeneklere sahip olmak istedikleri için bu lafları sakıncalı bulduğunu belirttiği gazete röportajları ile bu gerginlik kızıştırıldı.

Şimdi Nereye?

Ayrılmak için yürütülen kampanyayı hazırlayanların kazanırlarsa ne yapacakları konusunda hiçbir fikirleri yoktu. Muhtemelen Cameron’ın kalacağını ve böylece AB’den çıkmanın yaratacağı sorunlar için onu suçlayabileceklerini tahmin etmişlerdi. Ama o referandumdan hemen sonraki gün sahneyi terk etti, Ekime kadar başbakan olarak kalacak olsa da yalnızca koltuğu için bekçilik yapacak ve hiçbir önemli karar almayacak.

Muhafazakâr Parti, yeni liderinin ve dolayısıyla başbakanın kim olacağı hakkında bugünden Ekime kadar sürecek hararetli bir tartışma yaşayacak. En öndeki isim Boris Johnson çünkü iyi bir oy kitlesine sahip olduğu aşikâr ama Muhafazakârlar liderlerini indiren kişileri sevmez. Johnson’ın kazanıp kazanmayacağı üzerine herkesin bir tahmini var. Benim tahminim kazanacağı yönünde. O ya da her kim lider olursa olsun, ana muhalefetteki kargaşadan, Corbyn’in referandum sırasındaki liderliğini yetersiz bulup istifa eden Gölge Kabine üyeleri yüzünden İşçi Partisi’nin seçime hazırlıksız olmasından değil, programını yürürlüğe sokmak için seçmen desteğini garantiye almak adına erken seçime gidebilir.

Birleşik Krallık’ın yeni başbakanı kim olursa olsun baş etmesi gereken çok şey olacak. Zamanında yasalarımızın Avrupa’da yazılmış olanlarla uyumunu onayladığımız ve hepsinin yeniden yazılması gerektiği için AB’den çıkma süreci çok zorlu olacak. Birleşik Krallık’ta AB yasalarına göre düzenlenen işçi haklarının ve diğer hakların yeni aşırı sağcı neoliberal bir Muhafazakâr Parti hükümetiyle çöpe atılacağına dair korkular bulunmakta.

Küçük bir sorun daha var: Birleşik Krallık’ın ticaret anlaşmaları için AB ve dünyanın geri kalanıyla pazarlığa oturması gerekecek. Birleşik Krallık’ın bütün ticaret anlaşmaları AB üzerindendi; şimdi hepsinin ayrı ayrı anlaşmaya bağlanması gerekecek ve büyük ihtimalle, AB üyesi olmayan ülkeler bizimle anlaşma yapmadan önce AB’ye ne kadar erişimimiz olduğunu bilmek isteyecek.

AB’den çıkmamızı engellemek için yasal yollar arayacağını ve ikinci bir bağımsızlık referandumu isteyeceğini söyleyen İskoçya’yla olan ilişkimiz üzerinden bir devlet krizi büyümekte. Benzer bir devlet krizi de İrlanda Cumhuriyeti sınırı konusunda Kuzey İrlanda ile yaşanacak.

Tüm bunlar ekonomik geleceğin belirsiz olduğu bir ortamda yaşanıyor. Ekonomik sonuçların ne olacağını söylemek zor. Şimdilik sterlin büyük bir darbe aldı, FTSE (Financial Times Stock Exchange) değer kaybetti, Birleşik Krallık’ın AAA olan kredi notu negatife döndü. Tüm bunlar değişebilir ama henüz konuşmak için çok erken. Benim anladığım kadarıyla Brexit küresel bir hasara yol açtı ve piyasaları öngörmek oldukça zorlaştı. Bizim ekonomik geleceğimiz AB’nin bu referandumdan sonra nasıl davranacağına bağlı. Aşırı sağcı grupların AB’den çıkmak için başka Avrupa ülkelerinde de referandum istediklerini duymaktayız. Eğer bu istekleri gerçek olursa, Birleşik Krallık bütün Avrupa ekonomilerini hasara uğratmış demektir. Ama yine de bizim burada, Birleşik Krallık’ta, haberleri oldukça sağcı bir ağızdan dinlediğimizi unutmamak gerek.

Tüm bu olaylar aynı zamanda büyük bir korku ve nefretin olduğu bir ortamda yaşanıyor ve sonucun ne olacağını söylemek çok zor. Şu anda internette beyaz olmayan insanlara karşı nefret yayan pek çok hesap var. Ayrılma taraftarları ve Bağımsızlık Partisi’nin kampanyaları, kapaması çok zor olan Pandora’nın kutusunu aşırı sağ için açmış gibi görünüyor.

Birleşik Krallık’ta yaşanan olaylar günden güne değişiyor ve gelecek hafta her şey dramatik bir şekilde seyir değiştirebilir. Fakat sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Tüm bu olaylar neoliberal Batı demokrasilerinin temelde kusurlu olduğunu, sistemin sadece orta sınıfı desteklemek için var olduğunu, toplumun %30’u olan düşük gelirli insanları umursamadığını ve yalnızca kontrol altında tutlması gereken bir sorun olarak gördüğünü ispatlamış oldu. Neoliberal Batı demokrasileri içinde bulunduğu krizden kurtulamazsa -ki neoliberal kapitalizm küçük değişikler haricinde kendi diktalarından taviz vermediği için bu oldukça zor görünüyor, isterseniz Yunanlılara sorun-, alt sınıf muhtemelen yine aynı şeyleri çok daha kötü sonuçlara gebe farklı yollarla yapacak.

İlave

Göndermeden önce bir arkadaşıma yazıya bakmasını rica ettim. Corbyn durumunun yakın tarihte değişebileceği yorumunda bulunmakla beraber şunları söyledi: “Ben olsam referandum sonuçlarını İşçi Partisi’nin sanayi sonrasında yıkılan kaleleriyle bu derece ilişkilendirir miydim, emin değilim. Bu gerçek, pek çok etmen içinden yalnızca biri: örneğin, Muhafazakâr Parti liderliğinin Cameron’ı ve partinin kapsayıcı kesimini redderek yalnızca %42’sinin kalmak için oy vermesi de bir etmen.”

Dediğim gibi, ne olduğu üzerine pek çok bakış açısı var!!!


Çeviren: Ayşe Obalı