Kandırılmanın Zavallılığı (I): “Kanmış” ya da “Kandırılmış Olmak”

Taner Akçam’ın “Türklüğümün İsyanı” başlıklı Radikal’deki yazısını okuduktan sonra aklıma ilk gelen şey, yatılı okul yıllarım ve okulumuzda “kanmış olmak” cürümünden yüzümüze indirilen “muzaffer öğretmenlerimizin” tokatları, disiplin kovuşturmaları, cezaları oldu... Hatta sürgünler ve fişlenmeler aklıma “rücu” etti!.. Neden mi? Nedeni açıklamadan Akçam’ın genel olarak yazısında nelerden bahsettiğini toparlamama izin verin. Akçam yazısında, “Ermeni Soykırımı” ile ilgili olarak çok açık bir şekilde somut göndermelerde bulunup tarihimizin kırmızı karlarla örtülmüş sayfalarına yeniden işaret ediyor. O sayfaların oluşumunda kahramanlar ve antikahramanların endamlarını belirliyor. En nihayetinde Akçam “revizyonist tarih” anlayışından olsa gerek, resmî tarihin vardırdığı açmazlar ve milliyetçi reflekslerin enerjisine karşı, kendi Türklüğünün isyanını dile getiriyor: “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz.”

Yatılı okul[1]

Yatılı okulda en ufağımız 13, en büyüğümüz 18 yaşındaydık. O yaş dönemi, herkesin malumu, henüz ergenlik ile ilk tanışmanın başladığı yıllardır. Elbette o çağlardaki biz yatılıların ortak yanı çocukluk ve yetişkin olma arasında sıkışan ergenliğimizin problemleriydi; kuşak çatışmaları, ailemizden gelen harçlıkların yetersizliği, ev özlemi, gelecekte ne olacağımızla ilgili kaygılardı... Tabii arada bir de Turgenyev’in “Bazarov”u, Orhan Kemal’in “Bekçi Murtaza”sı, Sait Faik’in ya da Orhan Veli’nin balıkçısı, kahvecisi, serserisi olmanın “havai” sorunlarıydı. Bu havai sorunlar bize çok kısa zamanda öğretti ki, ergenliğimiz dışında da bir aura var. Bireysel dünyamızı katbekat aşan o auranın da sahibi aslında biziz. Bu bizim içimizi dünya ile doldurdu, dünya içimizde büyüdükçe biz de insanlığı kucaklamayı öğrenmeye başladık. Hatırlıyorum en çok Yılmaz Güney’den şu satırları birbirimize tekerleme gibi okurduk: “Sevgili… Ne güzeldir bilmediğin birinin derdine üzülmek ve çare aramak. Ben bütün hayatımda hep üzüldüm, hep yandım... Yaşamak ne güzeldir be sevgili. Sevinerek, severek, sevilerek, düşünerek ve o vazgeçilmez sancılarını duyarak hayatın.”

İşte ne olduysa o süreçte olmaya başladı. Artık hocalarımızla dünyada olup biteni yüksek sesle tartışmaya başlamıştık. Amacımız kendimizi hayatta anlamlı bir yere yerleştirmekti... Ama çok az öğretmenimiz bizi anladı! Çok kısa sürede okul idaresi dayaklar, kovuşturmalar başlattı. Aslında yasaklar, dayaklar biz öğrencileri çok etkilemedi, asıl etkileyen şey bazı arkadaşlarımızın çeşitli nedenlerle muhbirliğe teşvik edilmeleri oldu. Böylece öğretmenlerimiz öküz altında buzağı arayan ruhlarına gerekçeler bulmakta zorlanmayacakları yeni bir pozisyon kazandılar. “Türk-İslâm sentezci -ve Nurcu- öğrenciler” yaratma çabaları başladı. - O sıralar hep Sızıntı dergisinin ipe sapa gelmez “bilimsellikleri”, kenarda köşede gözümüze sokulurdu. Çok şükür artık TRT’den haftada en az üç kere, birtakım garip programlarla ecdadı anlamak babında gözümüze sokuluyor. Bu esnada TÜBİTAK 2010 yılında Kör Saatçi’den Bir Matematikçinin Savunması’na kadar bir yığın modern/popüler bilim kitabını piyasadan topladı, ya da baskısını yapmıyor. Gerekçesini ise BİMER, toplatılan bütün kitaplara binaen şöyle açıklıyor: Bu kitapların “yerelleştirilme” ihtiyacı vardır. Neyse, konumuza devam edelim. - Bu yeni durum, okulumuza, Diyarbakır’daki kardeş bir yatılı okulun terör nedeniyle kapatılmasıyla nakledilen çoğu Kürt asıllı öğrencilerin katılması ile daha da olgunlaştı! - Ne kadar tanıdık değil mi, devlet aklının muhteşem refleksleri: Yılanın başını küçükken ezeceksin, ezemiyorsan nefes aldırmayacaksın! - 90’ların ilk yıllarındaki ülke gündemini de hatırlarsak, okulumuzdaki gelişmelerin anlamını daha iyi kavrayabiliriz...

Kanmış olmak

Ne oldu peki, bütün bu hengâmenin sonu? Biz 15-16 yaşında çocuklar olarak devletin okulunda, her tür olanaktan uzak ve sınırlamalar içindeyken artık “solcu” olarak, Kürt arkadaşlarımızla iç içe olduğumuz için, “bölücülerin” dostluğunu kabul eden “komünistler” olarak, yetmedi örgüt kurup alt sınıflardaki öğrencileri örgütleyen “elebaşlar” olarak tanımlanır olduk! Anlatmak istediğim şey tam da burada başlıyor: “Kanmış olmak.”

Öğretmenlerimiz bize hep siz bir şeylere kanmışınız, bu yüzden bazı gerçekleri göremiyorsunuz derlerdi. Bugün bakıyorum da kandığımız her şey aslında kendimizin arayıp, okuyup bulduğu şeyler. Biz kesinlikle kandırılmadık, bu yüzden de bizi her tür baskıları yıldıramamıştı. Peki, biz neden kandırılamamıştık veya neden öğretmenlerimize kanmamıştı? Ne garip, koca koca öğretmenler ve onların yüce bilgileri değil, bizi kendimiz kandırdık. Neye? Dünya klasiklerini okumaya, dünya sorunlarıyla ilgilenmeye, arkadaşlarımıza ve alt sınıftaki öğrencilerle ast-üst ilişkisi kurmamaya, bu ülkenin ve dünyanın “bir insanı sevmekle başlayacak her şey”ine hazırlıklı olmaya... “Yatılılar” bilir, yatılı okullarda ast-üst ilişkisi - silahlı kuvvetlerin her mecrasındaki tertipçilik gibi - ve bunun yarattığı iğrenç hiyerarşinin insanları nasıl zavallılaştırdığını! İşte biz o zavallılığa kendimizi kandırtmadık!

Bizi “o yüce değerlerle” kandıramayanlar, son yıllarda yaşanan hain saldırılarda bazı insanların kandırılmış olmalarından dem vuruyorlar. Hem de kandırılanların eli silah tutacak kadar büyümüş olmasına rağmen... Bakıyorum da daha empati kurmasını beceremeyen, soyut düşünmeyi, kavramsal analizi ya da olguları değerlendirmeyi beceremeyen bu insanların ellerinde kandırılmak dışında ifşa edecekleri neyi olabilir ki? Elbette vicdanlara çağrı ve suçluluk duygularını sıradanlaştırmaktan öte bir içeriğe bürünmeyen, “gençlerimiz kandırılıyor” şiarından başka... Onlar henüz söylemlerini değiştirme ihtiyacı bile duymuyorlar. Çünkü onların metafizik -teolojik- söylemlerinin kuşatıcılığı yaşanılan deneyimleri çok rahat tanımlanabilir, ayrıştırılabilir kılıyor: Yatılılar “kanmıştı”, bu yüzden ıslah edilmeliydi; eli kanlı katiller “kandırılmıştı”, bu yüzden affedilmeliydi...

Kimin Türklüğü?

Akçam’ın dediği gibi, söz konusu olan Türklük ise, kimin Türklüğüne sahip çıkacağız? Hrant Dink bu soruyu yol arkadaşı Akçam’a benzer bir şekilde formülize etmişti: Söz konusu olan Ermenilik ise, kimin Ermeniliğine sahip çıkacağız? Bu soruyu farklı bir bağlamda ben de formüle edeyim: Söz konusu olan gençlik ve geleceğimiz ise, hangi gençlik ve geleceğe sahip çıkacağız?

Benim cevabım Karl Marx’tan. Marx “lise bitirme yazısı”nda şöyle diyordu:

“Eğer insan sadece kendisi için çalışırsa belki meşhur bilgili bir adam, erdemli bir kişi, muhteşem bir şair olabilir, fakat asla mükemmel, hakikaten büyük bir insan olamaz. Tarih en büyük insanları, herkesin iyiliği uğruna çalışarak soyluluğa ulaşmış olanlar arasından seçer; yaşanan deneyler en mutlu insanların başka insanları mutlu kılanlar olduğunu gösterir ve din bize, herkesin taklit etmeye can attığı ideal varlığın, insanlığın iyiliği uğruna kendini feda ettiğini öğretir” (MECW I: 8-9).

Bir kez daha soruyorum. Sahip çıkacağımız gençlik 17 yaşındaki Marx’ın ideallerine sahip gençlik mi, yoksa 17 yaşındaki kandırılmış (Kim kandırmışsa artık! Hem Tanrı Dağı kadar Türk olup hem de kandırılacaksın - hem alnın secdede olacak hem imam hatipli olacaksın hem de kandırılacaksın, üstelik haşhaşi bir terörist olarak -, tövbe tövbe, çarpılacaklar!), “pişmanlığa sığınmış” malum genç insan(lar)da temsili bulan gençlik mi olacak? Sireli Yeğpayrıs Hrant, insanlık, dostluğa yaptığın katkıları unutmayacaktır. Seni de, bizi de “kanmış”lar olarak yatılı okullarında “ıslah etmeye” çalışanlar insanlık tarafından adı bile anılmadan lanetlenecektir. Onları da o lanetten kurtarmak bizim borcumuz olsun... Çünkü biliyoruz ki “dünyayı güzellikler kurtaracak”.



* Bu yazı Radikal gazetesinin eki Radikal İki’de 4 Şubat 2007 tarihinde, Hrant Dink’in katili Oğün Samast’ın -bugün de aynı zırvalıklarla beynimizi yıkayamaya çalışan demokrasi havarisi- Türk medyası ve sağı tarafından “kandırılmış çocuk” olarak aklanmaya çalışıldığında, bir hışımla Sireli Yeğpayrıs Hrant’ın katledilmesinin hemen bir hafta sonrasında tarafımdan kaleme alınmıştır. Maalesef o zamanlar doktora tez hocamla anlaşmam gereği yayın yapma yasağım olduğundan Baykan Erdoğan mahlası ile yazmak zorunda kalmıştım. Okurlardan özür dilerim. (http://tinyurl.com/jqqyo9a). Yazıya yaptığım kimi eklemeleri “- -” arasında yazdım.

[1] Bu satırların yazarı 1989-1992 yılları arasında bir devlet parasız yatılı okulunda öğrenim gören “yatılı öğrenci”ydi, tıpkı Hrant Dink gibi. Birlikte düşler kurduğu ve ekmek yediği insanlarla her ânında dostluktan yana oldu, yoksulların payını devletin verdiği 3 kuruşta bile saklamadı.