Kandırılmanın Zavallılığı (II): Değişmek, Kendini Kandırmadan Değişmek Mümkün mü?

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir önceki yazıda, özetle, katil Ogün Samast’ın muhafazakâr ve sağ siyasetçiler tarafından “kandırılmış” diye sahiplenilişine ve buna mukabil, başkaca akranlarının ise terörist, vesaire diye damgalanarak mahkûm edilişlerine 2007’den gelen bir yazı ile değinmiştik. Muhafazakâr ve sağ ideolojilerin bu tutumunun geçici mi yoksa genel bir karakter mi arz ettiğini, bu doludizgin günlerin gündemi içinde konu konu sorgulamaya çalışacağız.

Biraz sabrınızla en başa dönelim. Düşünmenin yoluna saparak, “zorlayıcı” da olsa konuşmakta olduğumuz kimi kavramları anlamaya çalışalım.

Felsefe tarihi -ki buna modern döneme gelinceye kadar tam anlamıyla düşüncenin tarihi de denebilir-, iki temel uç üzerinden, bu uçların temsilcilerinin birbirlerine karşı, bakışımlı sorgulamaları ile gelişim göstermiştir. Bir uçta Pre-Sokratik düşünürlerden Herakleitos’un temsil ettiği “varlık ve hareketin olanaklılığı” tezi, diğer uçta yine Pre-Sokratik düşünürlerden Parmenides’in temsil ettiği “varlık ve hareketin olanaksızlığı” tezi bulunmaktadır. Platon’u filozofların filozofu ya da ilk filozof mertebesine yükselten de işte bu iki ucu birlikte düşünülebilir kılan çözümüdür. Bu yüzden “İdealar kuramı” basit bir “mağara alegorisi”nden ibaret olarak görülemez. Hatırlanacak olursa İdealar (iyi, doğru ve güzel İdeaları gibi) hakikatin kendisi olarak ruh göçü aracılığıyla temaşa ettiğimiz ve bu dünyada da, ancak hatırlama yoluyla (anamnesis) edimde bulunarak kendisine yönelebildiğimiz ölçüde, kendimizi gerçekleştirebileceğimiz gerçek-gerçekliğin kendisidir. Gerçek-gerçeklik ya da hakikat söz konusu olduğunda, yani İdea söz konusu olduğunda değişimden söz edilemez. Değişim ancak ve ancak, sanılar/kanılar/inançlar/gündelik hayat görenekleri, vesaire içindeki “aldatıcı” kuşatılmışlığımız içinde geçerli olan bir durumdur. Burada, ruhun, değişimden etkilenimi iki şekilde mümkün olabilmektedir. Çünkü Platon’a göre evrende (kosmos) iki temel hareket (kinēseis) vardır. Bunlardan biri etkilemek (poiein), diğeri etkilenmek (paskhein). Platon’un bu fevkalade çözümü, bizim burada anlamaya çalışacağım kandırılmak ya da kanmak kavramlarını kavramaya belirli ölçüde yardımcı olabilir. Fakat Platoncu kavrayış bize henüz berrak bir açıklama alanı kazandırmadığı için belirli ölçüde yardımcı olur. Bu yüzden Platon’un ardılı ve öğrencisi Aristoteles’e odaklanalım. Onun yaklaşımı birazdan aktaracağımız gibi Platon’dan oldukça farklıdır, deyim yerindeyse Aristoteles’in değişim kavrayışı Platon’un naif açıklamasını tamamen değiştirmek üzerine kuruludur.

Modern düşünce, özellikle de varlık açısından atomculuk ve maddecilik, bilgi açısından da empirizm ve pozitivizm gibi düşünce gelenekleri, sırtlarını Aristoteles’e yaslarlar. Çünkü onun gerçekçiliği, Platon’un çözümünden farklı olarak, profan dünyanın dili içinde “daha anlaşılır” ve tam da bu yüzden “kavranabilir”dir. Yani modern bilim ve felsefenin büyük bir damarı, Aristotelesçi düşüncenin çağdaş bir izleği üzerinden yeniden kurulur. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü o hem varlık kavrayışı hem de epistemolojisi itibarıyla “farklı bir düşünce” geliştirir. Konumuz hareket ve değişim olduğu için, biz de onun Oluş ve Bozuluş Üzerine adlı eserine zorunlu olarak bir göz atalım.

Söz konusu eserde Aristoteles, kendi varlık anlayışına bağlı olarak dört tür değişimden (metabole) ve/veya hareketten/devinimden (kinēseis) söz eder. Aslında değişim ve hareket eşkaplamlı olduğu için değişimden bahsedildiğinde i) yer değiştirme olarak devinimden (phora); ii) büyüme olarak devinimden; iii) başkalaşım olarak devinimden; iv) tözsel değişim olarak devinimden bahsedilmektedir. Birincisi basit bir fizik hareketidir, ikincisi organiklik/organizm/canlılık içeren bir harekettir, üçüncüsü düpedüz kimyasal ve tersinmez sıçrama taşıyan bir değişimi, sonuncusu ise külli olarak yepyeni bir maddi gerçekliği oluşturan değişimi ifade etmektedir. Ancak, hangi değişimden söz edilirse edilsin, “değişim nesneden bağımsız değildir” ve “mümkün olanın gerçeklik olarak birliğinin yeniden elde edilmesi”ne işaret etmektedir.

Bu koşullarda ister nicelik açısından büyüme ya da küçülme gerçekleşsin, ister uzam açısından yer değiştirme gerçekleşsin, ister nitelik açısından başkalaşma gerçekleşsin, asıl olan şey, bütün bu değişimlerin dayanağının madde (hyle) olduğu ve her tür varlığa gelişe (genesis) ve yok oluşa (phtora) eşlik edenin de bu madde (hyle) olduğu gerçeğidir. Yani Aristoteles’in töz anlayışının en derinlikli çözümlemesi olan madde ve form birlikteliği, Platoncu aldatıldığımız dünya gerçekliğinin de kavranabileceğini, anlaşılabileceğini, hiç de çözümsüz kalınamayacağını bize sunmaktadır.

Artık burada durabiliriz. Yazımızın asıl sorununa odaklanabiliriz. Ne dedik? Bu doludizgin günlerimizin gündeminde, ama özellikle de 2002’den beri giderek daha fazla duymaya başladığımız bazı tekrarlar var. Bazılarımız bunlara “klişe”, bazılarımız da “ideolojik çağrılar” adını verebilir ama adı ne olursa olsun, artık canımıza tak etmiş durumda olan kimi ifadeler: Sürekli bir “kandırıldım”, “aldatıldım”, “koynumda yılan beslemişim”, “ikiyüzlü, düzenbaz, kripto insanlar bunlar, hepimize numara çekmişler” türünden ağlaşmaları içeren şeyler.

Oysa bu ağlaşmalar hezimet sözlerine ne kadar da benziyor, değil mi? Sonuca odaklanan siyasetin ve toplumsal tasavvurun başka nasıl sirkat ifrazı olsun ki? Çünkü ta en başlardan itibaren, bugünlere gelinceye kadar sarf edilen ve sorumsuzluk içtihadına uygun kelamların kapısını açık tutan onlarca ifraz hep bu minval üzerinden kurulmamış mıdır? Hatırlayalım: “Bize takıye yapıyor diyenler ahlâksızdır, biz değiştik.” “Toplumun kodları ve genetiği ile oynanmış, biz onları doğru kodlara yeniden yerleştiriyoruz.” “Toplum olarak bozuluyoruz, dur demek lazım. Bizim yaptığımız bunu gerçekleştirmektir.” “Ahlâkımız, geleneklerimiz, toplumsal değerlerimiz aşındırılıyor, bu durumda ne yapacağız, seyirci mi kalacağız?” “Toplumumuz çürümüş ve pis kokular yayan sapkınlıklarla baştan çıkarılıyor. Buna karşı hükümetimiz milli ve göreneklerimize saygılı olacak nesil için çalışıyor.” “Gençlerimiz duyarsızlaştırılıyor, yoldan çıkarılıyor. Hey Hak, daha ne kadar susabiliriz?” “Kendi kültürümüze yabancılaşıyoruz. Milli ve sağlam irade için alnı secde gören Asım’ın neslini yetiştirmeliyiz.” “Batılılar, Haçlı zihniyetliler, Siyonistler bir olmuş Osmanlı’nın gölgesine saldırıyorlar.” “90 yıllık reklam arasına son vereceğiz,” ve daha nice nice kaba saba ve tumturaklı ifraz…

Bütün bu sorular ve bu sorulara gizlenmiş kibirli ve tumturaklı ifrazlar neyi ifade etmektedir. Bu ifrazlardaki töz, öz, kutsanan kök, dokunulmaz değer, çamur atılan gerçeklik nedir? Platon’un çözümüne göre, böyle bir varlık/İdea asla sanıların etkisine açık değildir. Bu yüzden evrende değişimi anlamak için “etkilemek” ve “etkilenmek”ten başka bir devim unsuru bulunamaz. O halde ağlaşmaya gerek yok. Madem Türklüğün ve/veya İslâmın özü bu kadar korunaklı, o zaman neden ağlaşıyoruz. Aksine bundan yararlanarak kurtuluş için hakikatin bilgisi (episteme) yoluna girmek yeterli olacaktır. Bu durumda çaresiz ağlaşmaya devam ettikçe iki şey karşımızda durmaya devam ediyor demektir; ya öz dediğimiz bir öz yok ya da özcülüğümüzü inşa edecek modern bir dilimiz yok. Burada modern dille kasıt bilim ve felsefenin akılcılığıdır. Kanaatimizce ne işaret edilen öz kuruntudan başka bir şey ne de modern bir dilimiz var. Bütün sıkıntı burada...

Peki, aynı durumu bu kez Aristotelesçi bir perspektifle düşünelim. Bir anlık da olsa, son ikrar edilen sözlerin; “kandırıldım”, “fark ettim”, “anladım” gibi mevcut durumun realitesini yansıtmakta olan sözlerin doğruluğunu kabul edelim veya en azından söz konusu durumun derinlikli bir içdökmesi/farkındalığı olarak varsayalım. Bu kabul ve varsayımdan hareketle şu soruları nasıl değerlendirebiliriz? 2002’den beri “Değiştim” derken ya da özetle “Milli görüş gömleğini çıkardım” derken ne kast ettiniz? Gömleğin içinde o gün ne vardı, bugün ne var? Bugün giyilen bir gömlek var mıdır? Hangi tözsel ve fenomenal gömlekler değişmiştir? Neden değişmiştir, bunlar? Bugün kurulan ittifaklar, pardon gömlekler, yarın, bugün söylenen içdökmelerden/farkındalıklardan nasiplenecek midir? Dün kime güvenip Osmanlıcılık “oynandı”, bugün neden “oynanmıyor”? Değişime zorlanan ideolojik odak mı, yoksa mevcut ittifaklar mı? İsrail, Rusya ya da başkaca cephelerdeki uluslararası reel-politik sadece çıkar üzerinden mi, yoksa korunmaya değer değerlerimiz üzerinden mi yeniden gözden geçiriliyor? Berkin Elvan halen terörist olurken, devleti ve tüm kamuyu alnı secdeli hizmet erbaplarına ve ahbaplarına dağıtan “dün dündür, bugün bugündür”cüler için teröristlik nasıl olur da su-i misal emsal olmaz ifrazlar kategorisine sokulur? Gerçekten yurttaş veya halk maddi içeriğini buluncaya kadar, bugün olan ifrazın sürdürülmeyeceğinin garantisi var mıdır?

Aristotelesçi bir uslamlama ile ifade edilebilir ki görünen köy muhafazakâr veya sağ siyasetler açısından kandırılmanın zavallılığına neden bu kadar büyük bel bağlanıldığını göstermektedir. Aslında bütün bu tespiti sadece son 15 yılın Türkiye’sini merkeze alarak ifade etmek haksızlık olur, fakat teolojik geleneği içselleştirmiş ve siyasal İslâmcılığı en azından dünyada özgün olarak ifşa etme yoluna girmiş olduğu için ve hatta en fazla ağlaşma içinde vicdan/günahkârlık siyaseti ürettiği için bu iktidar, her değiştim dediğinde tek bir şeyi ifade etmiş olabilir. O da alelade bir yer değiştirmeden, al takke ver külah mizanseninden ve/veya organik bir büyümeden öte olmayan şeydir. Çünkü Aristoteles ne diyordu? Değişim dört türdür. Bunlardan ilk ikisi, uzam ve zamandaki her nesnenin, hele bir de siyasal öznelerin oluşturduğu ideolojik bir gerçekliğin nesnesinin zorunlu olarak tabi olduğu değişimlerdir. Asıl olan bütün ağlamaklı nesnelliği değiştirecek olan diğer iki değişimi inşa etmektir. Kısaca burada olan şudur: Kapitalist sömürü düzenine/hakim ideolojik söyleme entegre olmak ayrıcalığından bile imtina etmeyen şeyin değişimi, ancak basit bir varyasyon olarak kalmaya mecburdur. Bu yüzden doludizgin bu günlerimiz kısa süre sonra nihayete erdiğinde, Hıristiyanlığın ritüelini yinelemekten kendilerini alıkoyamayanlar, kaldıkları yerden yollarına devam edeceklerdir. En azından Aristoteles bunu iddia ediyor görünüyor. Pek de haksız değil gibi.

Burada bir ara verip Walter Benjamin’in -son yirmi yıldır âdet olduğu üzere- “Tarih Üzerine Tezler” makalesine bir kulak da biz kabartalım, özellikle şu ifadelerine:

“Politikacıların kör bir inatla sürdürdükleri ilerleme imanı, ‘kitle temelleri’ne duydukları o sonsuz itimat ve nihayet kölece boyun eğişle denetlenemez bir aygıta tabi olmaları, aslında aynı şeyin üç ayrı görünüşüdür. Değerlendirmemiz bu tespitten yola çıkar ve alışkın olduğumuz bu düşünce tarzının, politikacıların inatla bağlı kaldıkları anlayışla her türlü alışverişi kesen bir tarih anlayışına ulaşabilmek için ödenmesi gereken bedelin büyüklüğü hakkında bir fikir verebilmek ister.”