Sonuncu Jön

Tarık Akan’ın doğum tarihine hiç dikkat ettiniz mi? Dünyaya geldiği yıl bin dokuz yüz kırk dokuzdur. Tevellüdü, Yeşilçam’ın Yeşilçam olduğu en cafcaflı dönem, yani altmışların sonu ve yetmişlerin başı için oldukça geç bir tarihtir aslında. Ancak bu gecikme onun için hiçbir engel teşkil etmemiş, tersine, kendisinden bir kuşak önce, otuzlu, hatta Ayhan Işık gibi yirmili yılların sonunda doğan ölümsüz jönler sıralamasının hitamına adını altın harflerle yazdırmıştır. Bir bakıma Tarık Akan’a sonuncu jön diyebiliriz.

Akan, 1970 yılındaki Ses dergisi yarışmasından birinci çıktıktan sonra ilk olarak 1971’de Filiz Akın ve Ekrem Bora’nın başrolleri paylaştığı “Emine” adlı filmde görünmüş, ikinci filmi “Beyoğlu Güzeli” ve yine aynı yıl bir kez daha Hülya Koçyiğit’le “Vefasız”da, “Melek mi Şeytan mı”da Türkan Şoray’la, “Solan Bir Yaprak Gibi”de Fatma Girik’le başrolleri paylaşmıştır. “Eeee, ne var ki bunda?” diye sorabilirsiniz. Buyurun anlatalım.

Yetmişlerin başlarında kazanılmış bir müsabakanın ardından hemencecik Türk sinemasının dört büyük kadın starıyla, yani Şoray-Akın-Koçyiğit-Girik muhteşem dörtlüsüyle, üstelik aynı yıl içinde başrol paylaşmak hiçbir babayiğidin harcı değildi. Bu inanılmaz yükseliş yeni yetme bir erkek oyuncu olarak bir tek Akan’a nasip olmuştu. İşinin de pek kolay olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü kral olarak adlandırılan Ayhan Işık hâlâ revaçta, Kartal Tibet, Sadri Alışık, Fikret Hakan, Ediz Hun, İzzet Günay, Ekrem Bora, Cüneyt Arkın gibi devler de hâlâ film çevirmeye devam etmekte, yeni yetişen gençlerden yaşıtı Kadir İnanır, ondan dört yaş büyük olan ve oyunculukta kıdemli Yalçın Gülhan da çeşitli yapımlarda boy göstermekte, Akan’ın birinci geldiği yarışmanın ikincisi, diğer bir yaşıtı Aytaç Arman ise Yılmaz Güney'in "Baba" filminde önemli bir rol üstlenmiş, sinemaseverlerin dikkatini çekiyordu. Bu isimlerin arasından sıyrılmak kolay değildi. Bu baş döndürücü yükselişte Akan’ın tarzını oldukça beğenen Mehmet Dinler, Orhan Aksoy gibi melodramlarla öne çıkmış yönetmenlerin ve her zaman yeni bir şeyler denemek isteyen Ertem Eğilmez’in de payı olmuştur kuşkusuz. Yeşilçam’da henüz star sisteminin yıkılmadığı bir dönemde bu genç adamda ışık gören yapımcılar da haddinden fazla uzun boylu, menekşe gözlü, kendine has aurası ile diğerlerinden farklı olan yeni bir aktörün yıldızının parladığının farkındaydı. Tarık Akan’ın altmışlı yılların ortasından başlayarak çoktan şöhret basamaklarını tırmanmış Yeşilçam divaları Fatma Girik’ten yedi, Filiz Akın’dan altı, Türkan Şoray’dan dört, Hülya Koçyiğit’ten de iki yaş küçük olduğunu hatırlatalım da, bu inanılmaz başarı öyküsünün değeri anlaşılsın. Kendisi gibi yarışmalarda birinci olarak dikkat çekmiş ve yaşıtı olan diğer erkek sanatçılardan Kadir İnanır’ın altmışlı yılların sonuna doğru şöhrete giden yolda önce fotoromanlarla işe başladığı, sabırla birçok filmde rol aldıktan sonra Yeşilçam’ın vazgeçilmezleri arasına adını yazdırdığı düşünülürse, Akan’ın 1971’de beyazperdeye en tepeden, zirveden başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Fakat bu ani sıçrama ve tersine işleyiş onun kimi zaman dezavantajı olacaktı.

1970’lerin ortasına geldiğimizde eski klasik jönler diye tabir edebileceğimiz Işık, Günay, Bora, Tibet, Hun gibi erkek oyuncuların sinema çalışmalarını seyrelttiği bir dönemde Tarık Akan romantik komedi filmlerinde oynamaya başlamış, Necla Nazır, Perihan Savaş, Hale Soygazi gibi kendi döneminin kadın oyuncularıyla başrolü paylaşmıştır. Şüphesiz gençlik filmlerinde de ilk akla gelen isimdi. Tarzı kendisine benzeyen, kendisinden dokuz yaş büyük tecrübeli Ediz Hun’un bu dönemde sadece iki film çevirip (“Yüz Lirayla Evlenilmez” ve “Aman Karım Duymasın”) 1985’e kadar sinema çalışmalarına ara vermesi ve kendisinden altı yaş büyük Salih Güney’in birkaç erotik macera filmi dışında bu dönemi sessiz geçirmesi onu rakipsiz yapmıştı. Özellikle Gülşen Bubikoğlu ile iyi bir ikili oluşturmuşlardı. İtalya’da yaşasalar belki bu verimli beraberlik ve çevirecekleri daha fazla filmle Avrupa’nın popüler kültür ikonlardan biri olabilirlerdi ama sonuçta Türkiye’de yaşıyorlardı ve bildiğimiz Yeşilçam’ın da yavaş yavaş sonu geliyordu. İşte bu dönemde yönetmen Ertem Eğilmez “Hababam Sınıfı”nı sinemaya uyarladı. Türkiye’deki popülist ruha uygun davranıp ve elbette kitaba hiç sadık kalmayıp sırf Tarık Akan için Damat Ferit karakterini yaratan ve Rıfat Ilgaz’ı da epey üzmüş olan yönetmen, bu filmle büyük gişe başarısı elde edip iyi bir seri yakalama fırsatı bulurken, genç oyuncu da ününü perçinliyordu. Henüz 26 yaşındaydı.

1976 yılında sanatçıyla röportaj yapan Hey dergisi muhabiri ona sinemadaki geleceği hakkında birkaç soru sormuş, arada, “Neden bıyık bırakmıyorsunuz?” diye tuhaf bir soru yöneltmişti. Bugünden bakılınca popüler bir müzik ve sinema dergisinin bu suali garip karşılanabilir ama bu röportajdan tam bir yıl sonra “Baraj” filminde Akan bıyıklı olarak seyircinin karşısına çıkıyordu. Orhan Aksoy’un yönettiği ve Türkan Şoray’la başrolü oynayan Akan için görünüşte değişen bir şey yoktu. Ancak 12 Eylül öncesi günlerde ideolojik olarak sola meyilli sanatçının bu filmle birlikte daha oturaklı bir rolde göründüğü de gözlerden kaçmıyordu. Fakat Erden Kıral’ın ilk filmi “Kanal”da, ağaya karşı ezilen köylülerin yanında yer alan genç bir kaymakamın öyküsünde, bundan sonra üstleneceği rolleri de görür gibiydi. Yine de tüm bunlara karşın yıkıldığı söylenilen star sisteminden kalma bir alışkanlıkla ön planda olan hep Akan’dı. 1978’de Yavuz Özkan’ın yönettiği “Maden” filminde Cüneyt Arkın’ın adı önce yazılsa da bu, ayan beyan, sanatçının yeni dönemini yansıtan ve tamamen onun için şekillendirilmiş bir kordelaydı. Yeni dönemin zirvesi ise 1979’da vizyona girmiş Türk sinemasının yüz aklarından biri olan “Sürü”ydü.

1971’de Sinan Cemgil’le Nurhak dağlarına çıkan şehir gerillalarının ne kadar kıyafet değiştirseler ve eski elbiseler giyip kasket taksalar bile fizyonomilerine yansıyan o şehirli görünümlerini silemedikleri dönemin tanıklarınca anlatılır. Şüphesiz Akan için de değişim pek kolay olmamıştı. Fakat o döneme kadar genç, yakışıklı, iyi giyinen ve tepeden tırnağa şehirli delikanlıları canlandıran aktör inanılmaz derecede başarılı olmuştu. Bunda çalışma azminin ve devrimciliğinin de katkısı büyüktü. Devrimcilik derken insanın toplumdan önce kendisini değiştirmedeki başarısını kastediyorum. Yoksa bu satırların yazarının tanık olduğu gibi 12 Eylül öncesinde büyük şehirlerdeki minibüsleri süsleyen Yılmaz Güney kartpostalları sonraki günlerde sihirli bir değnek dokunmuşçasına kaybolmuştu da on altı yaşındaki tecrübesizliğimle bunu yorumlayamamıştım. Tıpkı Menderes’i çok sevdiğini söyleyip onun ardından hüngür hüngür ağladığını ifade eden babamın, altmış birde evde oturup radyodan 27 Mayıs bildirilerini dinlemekle yetinmesine anlam veremediğim gibi.

12 Eylül faşizminin karanlık günlerinde iki aya yakın hapis kalan ve işkence gören Akan’ın filmografisi, seksenlerde de başarı öyküleriyle doludur. Yılmaz Güney’le Şerif Gören’in ortak eseri “Yol” Cannes’da büyük ödülü kazanınca aktör yeni dönemde de aranan bir oyuncu oldu. Fatma Girik’le oynadığı Orhan Kemal uyarlaması “Kaçak” ve Hülya Koçyiğit’le başrolleri paylaştığı “Derman” şüphesiz iyi filmlerdi. 1984’te iyi bir gişe başarısı getiren eski ortağı Gülşen Bubikoğlu ile oynadığı ve rol arkadaşının Cüneyt Arkın olduğu “Alev Alev” de şaşılacak denli başarıyla kotarılmış Halit Refiğ’in avantür filmiydi. Doksanlarda ise yine Rıfat Ilgaz uyarlaması “Karartma Geceleri” ile yurtdışında ödüller kazandı. Bu dönemde daha az film çeviren sanatçı, “Taşların Sırrı” ve “Koçum Benim” adlı televizyon dizilerinde rol aldı.

Bir yapımcının kılıç kalkanlı tarihî filmlere heveslenen Cüneyt Arkın’a, “Sen Marcello Mastroianni ile Alain Delon karışımısın, senden olmaz,” demesi salon filmlerinin baygın bakışlı jönünü hırslandırıp onu sirkte çalışmaya itmiş ve aksiyon filmlerinin vazgeçilmez oyuncusu yapmıştı. Akan’a da bu tip bir ahdetme ve inat aşılayan bir yapımcının olup olmadığını bilmiyoruz ama yetmişlerin ortasında çatırdayan Yeşilçam’ın enkazından Tarık Akan’ın sağ kurtulduğunu ve her dönem zirvede kaldığını biliyoruz. Tarihin garip bir cilvesi, onun birinci olduğu yarışmadan ikincilikle ayrılmış Aytaç Arman da seksenli yıllardan itibaren en nitelikli filmlerde oynamaya başlamıştı. Sanatçı, yazının başında da belirttiğimiz gibi kendisinden bir kuşak önceki klasik jönlerin arasına adını yazdırmış, daha sonra da kendi yolunu çizmişti. Zirvede başlamış, zirvede bitirmişti.