Tahir Elçi’siz Bir Yıl

Bazı insanların hayatlarını yazarken, kullanabileceğiniz öyle çeşitli kelimeler vardır ki. Barış, demokrasi, insan hakları, vicdan ve daha çoğaltabileceğiniz, hepsi hayatlarındaki mücadeleden, davadan, konuşmadan, yazıdan beslenen onlarca kelime, tanım, sıfat kullanabilirsiniz. Aynı insanların ölüm hikâyelerini yazmaya sıra gelince, son yıllarda bu coğrafyada kullanabileceğiniz tek kelime yeterli olabilir: Linç!

Tahir Elçi’nin Dört Ayaklı Minare önünde uzanmış halini gören her insanın zihninde, Hrant Dink’in, Agos gazetesi önünde yatan hali belirdi. Bu benzerlik sadece bedenlerinin duruşundan kaynaklanmıyordu; zihnimizde her ikisini de sona götüren labirentlerin tıpatıp aynılığı canlanıyor; bu topraklarda azınlıklara dönem dönem uygulanan ya da en basitinden gazete haberlerinde bir grubun bir gruba karşı aniden başlayan öfke salınımı şeklinde lanse edilen linç hikâyelerinin artık resmî otorite tarafından hedef seçilen kişilere yönelik bir azmettirme aracına dönüştüğünü de idrak etmemize neden oluyordu.

Hrant Dink’in hazin katlini anımsayan bellekler, Tahir Elçi’nin 15 Ekim 2015 günü CNN Türk kanalında yaptığı konuşmayı izlerken, onu da aynı sonun beklediğini sezer gibiydi. Elçi, tartışmacıların ısrarlı “PKK bir terör örgütü mü?” sorusuna, “PKK, terör örgütü değildir. PKK’nin bazı eylemleri terör niteliğinde olsa bile PKK silahlı siyasal bir harekettir,” yanıtını vermişti. Söylediklerinin üzerinde birkaç saniye dahi düşünmeye gerek duymadan, moderatör ve diğer katılımcıların hışmına uğradı.

Tahir Elçi, bu sözleri söyler söylemez hedef tahtasına oturtuldu. Sabah gazetesi, hem kendisini hem de kanalı “Açık açık terör propagandası” başlığıyla hedef gösterdi. Programın moderatörü, gelen tehlikenin farkında olacak ki “Tüm izleyiciler şahittir: Bu konuğa ânında en sert şekilde tepki gösterildi. Bir değil, iki değil, üç değil, yedi kez itiraz edildi” diye bir yazı kaleme aldı.

Takvim “Terör propagandası”, Yeni Şafak “Skandal sözler”, Akşam “Kanlı teröre Elçi’lik yaptı”, Güneş “Elçi’nin eli kanlı örgüte yaptığı güzellemeler”, Vakit “Al Sana Terör” başlıklarıyla verdi. Akit gazetesi bir adım daha ileri gitti, “O sözlerin hesabını verecek” diye tehdit etti. Tahir Elçi, aynı hızla sosyal paylaşım sitelerinde de tehditlerin hedefi oldu. Diyarbakır Barosu’nun da telefonları hiç susmadı, arayanlar küfür ediyor, tehditler savuruyordu.

Birkaç gün sonra aynı gazetelerde hakkında soruşturma başlatıldığı haberi yer aldı. Tahir Elçi bu haberler üzerine savcılığın davetini bekledi, hatta Diyarbakır başsavcısını arayıp barodaki makamında beklediğini söyledi. Ancak süreç böyle işlemedi. O makamında beklerken, Bakırköy Cumhuriyet Savcılığı, “Tüm aramalara rağmen Tahir Elçi’ye ulaşılamadığını” gerekçe göstererek,  hakkında yakalama kararı çıkardı.

Tahir Elçi’yi 20 Kasım 2015 gecesi Diyarbakır Barosu’ndaki makamından almaya bir minibüs dolusu resmî polis memuru, iki akrep tipi zırhlı araç, altı sivil araç, bir ranger tipi zırhlı araç ve yaklaşık otuz TEM şubesi sivil polis memuru geldi. Gözaltına alınıp İstanbul’a götürüldü.

Tahir Elçi, televizyonda “PKK terör örgütü değil, silahlı siyasal bir örgüttür,” derken, hem dünya hem de Türkiye’deki en önemli hukuki tartışmalardan birine, terör ve terörizm kavramlarındaki soruna değiniyordu. Belki konuşturulsaydı anlatacaktı; konuşturulmadı. Ama Bakırköy Başsavcıvekili İdris Kurt’un odasında, ne demek istediğini uzun uzun anlattı. Altı sayfalık ifadesinin iki sayfasını terör ve terörizm suçu kategorisindeki keyfilik ve kavram karmaşasına ayırdı. “Ben bu sözlerin arkasındayım ve doğru olduğuna inanıyorum. BM’nin teröre ilişkin üzerinde anlaştığı bir tanım yoktur. Bir liste de yoktur…” diyordu.

Bu garip gözaltı hikâyesi için de bir uyarısı vardı savcıya: “Ben bu soruşturmanın bağımsız olarak başlamadığını, Ankara’dan Hükümet üyeleri tarafından verilen talimat üzerine başlatıldığını düşünüyorum.”

Ardından, yurtdışına çıkış yasağı konularak serbest bırakıldı. Her şey göz açıp kapayıncaya kadar derler ya, öyle bir hızda bitti!

Serbest bırakıldığı gün çevresindekiler derin bir nefes almıştı ama sonradan anlaşıldı ki konu henüz kapanmamıştı. Savcılık, görülmemiş bir hızla iddianameyi hazırladı. On dört sayfalık iddianamenin büyük bölümü terör tanımına ayrılmıştı. Bu, Elçi’nin ifadesindeki teröre ilişkin sözlerine karşı değil; hemen her terör iddianamesinin başında yer alan açıklamaların bir kopyası gibiydi. Son sayfalara ise Elçi’nin sözleri eklenerek, terör propagandası yapmaktan cezalandırılması istenilmişti.

Tahir Elçi, yeniden hedef tahtasındaydı. Televizyon programı, gözaltı, iddianamenin hazırlanması boyunca süren kısacık zamanda, tehdit ve saldırılarla kendini gösteren linç kampanyası hiç kesilmedi. Bu bazen basın aracılığıyla gürültülü ve tantanalı bir şekilde, bazen de bazı baroların ve bazı sivil toplum örgütlerinin sessizliğiyle gerçekleşti…  

Tahir Elçi, yaşamı boyunca tehdit altında bir hukukçuydu. Henüz Dicle Üniversitesi’nde Hukuk öğrencisiyken gözaltına alınmış, Hanefi Avcı’nın işkencesinden geçmiş, tutuklanmıştı. Daha sonra kendi davasıyla beraber sayısız işkence davasını yargıya taşımış, tüm tehditlere karşın 1990’lı yıllarda boşaltılan köylerin davasını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önüne götürmüş cesaretli bir insan hakları savunucusuydu.

Hakkındaki tehdit ve hakaretlere sosyal paylaşım hesabından, “1990’lı yıllardan bu güne JİTEM’ci ağababalarınıza ve generallerinize boyun eğmedim, sizden mi korkacağım,” yazıp meydan okumuştu.

Çatışmaların giderek arttığı Diyarbakır’da, insanlar kadar kültürel mirasın da korunmaya ihtiyacı olduğunu söylemiş, ayaklarından kurşunlanan Dört Ayaklı Minare için bir basın açıklaması örgütlemişti. 28 Kasım 2015’te, Dört Ayaklı Minare’nin önünde “Biz bu tarihî bölgede birçok medeniyete beşiklik etmiş, ev sahipliği yapmış bu kadim bölgede, insanlığın bu ortak mekânında silah, çatışma, operasyon istemiyoruz,” dedikten sonra, öldürüldü. 

Cinayet mahallinin karışıklığından, kameraların nasıl bir tesadüfse o ânı kayda alamamasından,  olay yerinde inceleme yapılamamasından ve daha bir sürü nedenden dolayıdır ki Tahir Elçi’nin ölümünün ardından yazılan yazılar ve haberler; yapılan tartışmaların hemen hemen ortak tek başlığı var: “Tahir Elçi’yi kim öldürdü?”

Faili meçhul cinayetler tarihi, Tahir Elçi’nin katili öğrenemeyeceğimizi; hiçbir zaman somut, kanlı canlı, kimlikli, isimli, tabancalı karşımıza çıkarılamayacağını bize söylüyordu.

Oysa Tahir Elçi, bulunduğu ortamı bir cinayet mahalline çevirmesi muhtemel linççi güruhu savcıya tarif etmişti. İfadesinde, içine itildiği linç ortamının hükümetin 7 Haziran seçimlerinin ardından Kürt sorununa yönelik şiddet odaklı yaklaşımından ayrı bir yerde tutulamayacağının altını çizerek şunları söylüyordu:

“Seçim arifesinde hükümet teröre karşı mücadelede ne kadar şiddetli ve hiddetli olduğunu toplumun bir kesimine göstererek seçim malzemesi yapmıştır. … Televizyon yayınından sonra özellikle hükümete yakın bazı yayın organları beni tahkir ve tehdit edecek şekilde bir kampanya başlatmıştır. Buna paralel biçimde belirli bir merkezden yönlendirildiği açık olan yoğun bir linç kampanyası başlatılmıştır. Bazı histerik gruplar ölüm biçimimi bile ayrıntılı biçimde yazarak sosyal medya üzerinden beni tehdit etmiştir. Savcılık makamının ve hakkında karar veren hâkimliğin bu linç kampanyasında saf tuttuğunu düşünüyorum.”

Elçi’nin bahsettiği linç ortamına sessiz kalan, göz yuman, hatta Elçi’nin deyimiyle ortak olan savcılık, cinayetten sonra da aynı tavrı sürdürdü. Tahir Elçi’nin ölümünün ardından tam bir yıl geçti ama soruşturma dosyasında halen tek şüpheli bile yok. Soruşturmanın en kuvvetli delili olarak yansıtılan deforme mermi çekirdeğinin ise Elçi’nin bulunduğu yerden değil, sokağın başından alındığı, olayla ilgisiz olduğu ortaya çıktı.  

Tahir Elçi soruşturmasındaki devlet refleksinin, diğer tüm faili meçhul soruşturmalardaki refleksle aynılığı dikkat çekicidir. Devlet, politik cinayetler konusunda bugüne kadar sorumluluk hissetmediği gibi hep masumiyet ve dokunulmazlık talep etti. Bize bu refleksi, Tahir Elçi’nin baktığı faili meçhul davaları göstermişti. 

Tahir Elçi, güvenlik görevlilerinin şüpheli olduğu davalarda kullanılabilecek argümanları sık sık gündeme getiriyor; askerin askeri, polisin polisi soruşturamayacağını, güvenlik güçlerinin karıştığı olaylarda bağımsız kurumların soruşturmayı yürütmesi gerektiğini söylüyordu.

Tahir Elçi cinayeti ancak kendisinin tarif ettiği şekilde, bağımsız kurumlar tarafından güvenlik güçlerinin sorumluluğu titizlikle incelenerek bir sonuca bağlanabilir. Devlet, Tahir Elçi cinayetindeki masumiyetini ancak bu şekilde ispat edebilir. Onu cinayete götüren linç mekanizmasının işlerliğini kırmak ise bize, barış ve birlikte yaşama kültürünü yerleştirmemize bağlı.