Kıbrıs’ta Çözüm - Hem Çok Yakın, Hem Çok Uzak: Asım Akansoy ve Niyazi Kızılyürek’le Söyleşi

Kıbrıs’ta iki toplumun liderleri arasında müzakerelerin tıkanmış gibi gözüktüğü bir anda, 1 Aralık akşamüzeri Lefkoşa’da, Asım Akansoy ve Niyazi Kızılyürek’le müzakere edilen çözüm modelini, bunun olası sonuçlarını ve çözüm olmaması durumda ne tür gelişmelerin olabileceğini konuştuk. Bu söyleşinin ertesi sabahı Nikos Anastasiades ve Mustafa Akıncı’nın 9 Aralık’ta İsviçre’de müzakere masasına yeniden oturacakları haberi geldi. Söyleşiyi iki bölüm halinde yayımlıyoruz.

 ***

Asım milletvekilisin, yakın tarihte içişleri bakanlığı yaptın. KKTC yönetimini içeriden biliyorsun. CTP genel sekreterliği de yaptın. Kıbrıs’ta iki toplumun liderleri arasında süren görüşmeleri nasıl değerlendiriyorsun?

A. A: On sekiz aydır devam eden bu görüşme sürecini incelediğimizde her iki tarafın da çözüm odaklı, karşı tarafı suçlamadan ve iki evete dönük bir çaba içerisinde olduğu çok net görüldü. Bu önemli, iki evet demek, sadece kendi toplumunun beklentilerini karşılamak üzerine kurulu bir müzakere stratejisi değil, karşı toplumun da olası korkularını, beklentilerini, isteklerini karşılayacak bir yaklaşım ortaya konması demek. Gerek müzakerecilerin gerek iki liderin ortaya koyduğu tavır, geçmiş dönemki liderler görüşmelerine kıyasla çok daha yapıcı ve çok daha iradeliydi. Bunu gözlemlediğimi söyleyebilirim. Dolayısıyla Kıbrıs’ta yapılacak çalışmalar bu on sekiz aylık süre zarfında iki lider ve heyetleri tarafından tamamlandı. Ama kritik aşamaya gelindiği noktada kriz kendini gösterdi. İlk kriz, New York’ta başladı. BM Güvenlik Konseyi toplantısına Sayın Anastasiades resmî devlet başkanı olarak davetliydi, Sayın Akıncı da oraya katıldı. Ve orada Ban Ki-mun’un başkanlığında bir toplantı gerçekleştirildi. O toplantıda Türk tarafının amacı beşli konferansı hedefleyen bir çalışma programının ortaya çıkması idi. Fakat günün sonunda toplantı krizle sonuçlandı ve toplumların beklemediği bir sonuç ortaya çıktı. Tarafların Kıbrıs’ta müzakerelere devam edeceği, eğer yeterli ilerleme olursa bunu BM genel sekreteri ile paylaşılacağı ve ona göre toprak, güvenlik ve garantiler başlıklarına geçileceği ifade edildi.

Aslında, bu on sekiz aylık sürede görüşülmedik herhangi bir konunun kalmadığını hem okuyoruz hem algılıyoruz. Okuduğumuz tüm tutanaklar, meclisteki kapalı oturumlarda veya basına yapılan açıklamalardaki veriler, her şeyin görüşüldüğüne dair bir bilgi içermiyor ama detaylara odaklandığınızda, tüm konuların resmî ve gayriresmî düzeyde görüşüldüğünü anlıyorsunuz. Dört başlık dediğimiz, ekonomi, yönetim ve güç paylaşımı, Avrupa Birliği ve mülkiyet konularında çok ciddi yakınlaşmalar sağlandı. Taraflar birbirini anladı. Evet demeseler de, birbirlerinin olmazsa olmazlarını not ettiler ve toprak konusuna geçilmesi konusunda bir irade beyanında bulundular. Ardından birinci Mont Pelerin görüşmesi gerçekleşti. Orada Türk tarafının bir toprak açılımı oldu ve hemen onun ardından süreç kilitlendi. Kıbrıs Türk liderliği açısından konuyu ben şöyle değerlendiriyorum: 220.000 kişilik çok küçük bir toplumuz. Bu toplumda, liderlerin evet demesiyle ortaya çıkacak olan referandum sonucunun olumlu olabilmesi için Türkiye’nin buna olumlu bakması gerekiyor. Olumlu bakabilmesi için kendisinin de dahil olduğu beklentilerin tamamen veyahut kısmen karşılandığı bir müzakere sonucu istiyor. Sayın Akıncı bu noktada zorlanıyor. Bir taraftan Rum tarafıyla müzakere ediyor, Rum tarafının evet demesi için de bir çaba içerisine giriyor. Ama diğer taraftan Türkiye eğer olumlu bakmaz ise referandumda hayır çıkar endişesiyle Türkiye ile ilişkisini yapıcı tutmaya çalışıyor. Bu durum ciddi bir kuşatma altına aldı Sayın Akıncı’yı ve zorladı. Bugün gelinen nokta Kıbrıs Türk tarafı açısından budur.

Güvenlik ve garantiler konusuyla ilgili tüm tarafların 1960 güvenlik rejiminin devam etmeyeceği yönünde açıklamaları olmuş olmasına rağmen, Kıbrıs Türk devletçiğinin garanti edilmesi yönünde Kıbrıs Türk tarafının bir talebi var ve Türkiye’nin de böyle bir isteği var. Bunun düzenlenmesi konusunda Rum tarafında ciddi bir tepki var. Rum tarafı Avrupa Birliği’ne girmiş herhangi bir devletin bu şekil önlemlerle, askerî önlemlerle güvenliğinin test edilemeyeceğini düşünüyor. Aslına bakarsanız çok haklı gerekçeler bunlar ama fiilî bir durum var, bir duygusal durum var Kıbrıs Türk toplumunda. Türkiye’nin bu beklentisi ile örtüşen bir güvenlik arzusu kendini gösteriyor. Genel anlamda durum bu. Kriz Sayın Akıncı’yı tam bu noktada yakaladı. Türkiye ile Kıbrıs Rum liderliği arasında sıkışmış bir Kıbrıslı Türk lideri görüyorum. Sayın Anastasiades’in durumunu algılayamadığı, dikkate almadığı, yaşadığı zorluğu önemsemediği, bu garantiler üzerinden Türkiye ile çatışma yönüne gitmeye zorladığını düşünüyor Sayın Akıncı. Bunu çok ciddi bir şekilde tepkiyle ifade ediyor. Son dönemde giderek sesler yükseldi, beklentiler düştü, toplumda beklentiler azaldı, genel olarak durum böyle.

1960 garantilerinin yürürlükte olmayacağına dair tarafların ortak beyanları olduğunu söyledin. Diğer taraftan oluşturucu devletin güvenliğinin sağlanması konusunda ihtilaf olduğunu ilave ettin. Bu, Türkiye’nin yalnız Kıbrıs Türk Kurucu Devleti’nin güvenliğini sağlamayı önerdiği anlamına mı geliyor?

A. A: Sayın Çavuşoğlu, “Her iki toplumun güvenlik hassasiyetini gözetecek bir modeli kabul ederiz,” dedi. Dolayısıyla İngiltere’nin ve Yunanistan’ın garantiler konusunda geri çekildiği, Türkiye’nin de her iki tarafın hassasiyetini gözetiriz dediği bir durum, 1960 güvenlik rejiminin olmadığı bir durum. Bu çok net. Ama nasıl bir yeni güvenlik rejimi tesis edilecek ve ne kadar süreliğine tesis edilecek, burada bir anlaşmazlık var. Kıbrıs Rum tarafı beş veya on yıllığına belli bir güvenlik düzeni olabilir diyor, bu bir. İkincisi, 1960’daki gibi değil, tek taraflı müdahale hakkı olmayan bir güvenlik rejiminden bahsediliyor. Biliyorsunuz 1974’te Türkiye müdahale hakkını tek yanlı kullanarak Ada’ya çıkmıştı. Bu hakkın olmadığı, Kıbrıs Türk Kurucu Devlet Meclisi’nin oy çokluğuyla davet etmesiyle ancak Türkiye’nin müdahalede bulunabileceği bir çözüm tartışılıyor. Dolayısıyla şöyle net bir fark var: Kıbrıslı Rumlar bir defalığına beş veya on yıllık bir sürenin tanınabileceğini düşünüyorlar ve buna onay veriyorlar. Kıbrıslı Türkler ise on, hatta daha çok on beş yıl üzerinde durarak ve bu sürenin sonunda tekrardan değerlendirmek kaydıyla bir güvenlik sisteminden bahsediyorlar. Bu henüz netleşmemiş bir konu.

Bu öneriye Rum tarafının tepkisi ne?

A. A: Beş yıllık süre talep ediyorlar, aracılar on yıl diyor. Bir dönemin kabul edileceği yönünde ışık yakıyorlar. Bu konuda daha önce çok tartışma oldu. Amerikalıların çeşitli önerileri oldu, NATO’nun bir güvenlik unsuru olarak Ada’da bulunması tartışıldı. Uygun bulunmadı, reddedildi. Çok değişik alternatifler bu süre zarfında gitti geldi. Türkiye’nin bir üs talebinin olduğu bile konuşuldu. Ama günün sonunda en akılcı, her iki tarafın da kabul edeceği yaklaşım olarak bu noktaya gelindi.

N. K: Müzakere süreci, Asım’ın özetlediği gibi, iki liderin kendi aralarında konuşabilecekleri ne varsa konuşulduğu, çözmek üzere davet edildikleri bütün başlıkları görüştükleri ve aslında aralarında esaslı hiçbir fark kalmadığı bir aşamaya geldi. Toprak dahil. İki liderin tavrı süreci garantiler aşamasına getirip dayandırdı. Dolayısıyla aslında Kıbrıs şu anda görüşmelerin donmuş bu haliyle bile müzakere süreci içindedir. İki lider aslında kendi işlerini iyi kotardılar ve top artık anavatanların söz sahibi olduğu garantilere geldi. Ancak iki lider de garantilere gelirken şöyle bir taktik-tutum içinde oldular. Akıncı, toprak konusunda Rum tarafının tatmin olacağı şekilde vereceği toprağı gösterdi ama resmen önermedi. Akıncı diyor ki, ben toprak müzakeresini bitirerek garantilere oturursam, Türkiye çok büyük baskı altında kalabilir. Çünkü zaten Yunanistan garantörlük hakkını resmen bırakmıştır, İngiltere de öyle. Bu durumda Türkiye çok zorlanır ve Rum tarafının istediği yere kadar gelmesi için baskı altında kalır. Ben bu toprak konusunda sana taviz vereceğim ama bunu garantileri bağladığımız zaman yapacağım. Yani toprağı nihayetlendirdiğimiz masada Türkiye de olsun, diyor. Bunu hem Türkiye masada zor duruma düşmesin diye istiyor hem de kendisini kollamak için. Bu toprağı ben vermedim, Türkiye aldı, Türkiye verdiye gelmek için istiyor. O bakımdan biz çoktan garantiler konusuna geldik ve dayandık.

Aradaki görüş ayrılıklarını ciddiye almamak lazım. Benzer bir şeyi Anastasiades de yapıyor. Dönüşümlü başkanlık var elimde, ben de onu garantilerde masaya koyacağım, diyor. Taraflar kozlarını, biri toprağı diğeri dönüşümlü başkanlığı, garantiler masasında kullanmak istiyor, çünkü garantilerden maksimumu almak istiyor iki taraf da. Ama garantilerden almak istedikleri çelişkili olduğu için ve kolay da aşılacak bir fark olarak görülmediği için, mesele sanki toprakta ve dönüşümlü başkanlık aşamasında tıkanmış gibi gözüküyor. Tıkanmayı garantilerde aramak lazım. Garantiler meselesinde birkaç öneri var. Bunların bir kısmı çok makul, dolayısıyla bir formül bulunabilir. Bir de görünmeyen ve süreci tıkayan başka bir faktör var: Atina faktörü ve özellikle Yunan dışişleri bakanı faktörü var.

Yunanistan dışişleri bakanı nasıl engelleyici faktör oluyor, Yunanistan garantörlük istemiyor?

N. K: Akıncı’nın New York’da beşli zirve talep etmesi zamansızdı ve yanlıştı. Ama Mont Pelerin’den sonra bunu talep etmesi yerinde ve doğruydu. New York’a gittiği zaman toprak konusunda elini hiç açmamıştı Akıncı ve hiçbir şey göstermeden hadi beşliye gidelim dedi. Bunu kimse kabul etmezdi ve Ban Ki-mun buna hiç değer vermedi zaten ve doğru bir tavırdı. Akıncı, Mont Pelerin’de niyetini gösterdi, %32 ile başlayan bir haritayı açtı, %29’a indi. Bu Rum tarafında toprak konusunda anlaşma menziline girildi olarak görüldü. Bu söz Anastasiades’in demecidir. O zaman geriye ne kalıyor? Beşli zirvenin tarihini belirlemek. İşte Anastasiades, o beşli zirvenin tarihini bir türlü Akıncı’ya veremedi. İstemediğinden değil, çünkü Nikos Kotzias faktörü ile karşı karşıya kaldı. Nikos Kotzias oradan çıktı ve sonra geri çektiği bir not, bir non-paper dağıttı ve dedi ki: “Ben garantilerin konuşulacağı masada asla toprak konuşmam. Onların hepsinin önceden bitmesi lazım. İkincisi, garantilerin konuşulacağı masada garantilerin ortadan kaldırılmasını konuşurum sadece.” Daha masaya oturmadan, ön şartlarını masaya koydu. Durum böyle olunca Türk tarafı da sertleşti. Süreç garantiler meselesinde tıkandı ve iki liderin yaptığı o taktik hata bence onların başına iş açtı. Top Atina’ya geçti. İki lider de inisiyatifi anavatanlara kaptırdılar. Halbuki onlar bunları burada çözüp, “Ey anavatanlar garantörseniz oturun ne haliniz varsa görün,” diyebilirlerdi. Orada Akıncı bunu yapamadı, yapmayacağını belli etti. Anastasiades de Atina kaynaklı baş ağrısı yaşıyor. Çünkü karşısında Nikos Kotzias var. Nutuklar atıp “Sıfır asker, sıfır garanti,” diyor.

Kıbrıs Türk tarafının Türkiye’nin politikasına bağımlı olmasını daha fazla anlayabiliyoruz. Hem mali açıdan hem idari açıdan, bir de askerî olarak güçlü bir varlığı var. Dolayısıyla Akıncı’nın ve ondan önceki devlet başkanlarının Türkiye yönetiminin tavrına çok bağımlı olmalarını anlıyoruz. Kıbrıs Rum yönetimi niye Yunanistan’a bağımlı?

N. K: Hiç bağımlı değildir. Buna dikkat etmeli, hiçbir bağımlılığı yoktur.

O zaman niçin Yunanistan dışişleri bakanı engel teşkil ediyor?

N. K: Masada yapılan müzakere sürecinde Akıncı’nın Türk tarafı olarak koyduğu bütün öneriler Ankara kökenlidir. Hiçbir öneri burada cumhurbaşkanlığında hazırlanmamıştır. Dolayısıyla başından beri Türkiye ile bağımlılığı çok belirgin. Tabii bu iki türlü, bir yandan avantaj bir yanda dezavantaj. Avantajı şu: Ankara’nın çözüm niyeti varsa çözüme gideriz, hatta böylece referandumdan da geçiririz. Bunun şöyle bir dezavantajı olurdu: Ankara niyetsizse senin liderin burada bir şey yapamaz, o bağımlılık konusu. Rum tarafında bir bağımlılık yok. 1974’ten sonra Rum toplumu ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde şu dogma geçerlidir: Lefkoşe karar verir, Atina destekler ve müzakere başlıklarının hiçbirinde Yunanistan’ın zerre kadar müdahalesi olmadığı gibi, tek kelime bile etmemiştir. Rumların bütün önerileri Atina’sız hazırladıkları önerilerdir.

O zaman niçin Anastasiades’in üzerinde Kotzias baskısı oluşuyor?

N. K: İşin doğasından. Garantilere geldik, dolayısıyla top garantörlerde. Garantör Yunanistan ve şartlarını sıralıyor. Bu bağımlılık işi değil. Bu, Yunanistan’da Syriza’nın yaptığı, yurtsever dediği ama aslında kripto milliyetçilik olan bir popülizm. Bu bağımlılık değil. Hatta Kıbrıs’ta Rumların çoğu çok zor durumda ve çok öfkeliler. Sadece ret cephesi mutlu bundan.

AKEL’in (Emekçi Halkın İlerici Partisi) tavrı?

N. K: Geleceğim ona. Konunun doğası gereği Yunanistan oyuncudur, garantördür ve yarın şunu diyebilir: “Hiçbir garantörlük istemiyorum, ben çekiliyorum, sen de çekil Türkiye.” Bütün süreci tıkar bu. Kotzias, “Ben garantörlük istemiyorum, sen de isteme,” diyor. “Sen de çekil ben de çekileyim, ne lüzum var garantörlüğe, biz Avrupa Birliği üyesi bir ülkeyiz, ne askeri istiyoruz ne garantörlüğü,” diyor.  Bu tavır Rumlarla ilgili bir tavır değil. Bağımlılıkla ilgili değil bu. Bunu Türkler anlamakta zorluk çekiyor. Yunanistan bu noktada. Türkiye diyor ki: “Ben bir biçimde bir Türk garantisi görmek istiyorum.” 1960 rejiminin tamamen ortadan kalkacağını kabul ediyorlar ama yerine konacak sistemde Türkiye görünür olmak istiyor. Görüş ayrılıkları tam burada yoğunlaşıyor. Şu anda yapılan bütün diplomatik girişimler bu uçurumu ortadan kaldırmak üzere. Bir şey daha söyleyebilirim: Anastasiades topraktan alacağını biliyor. Akıncı da dönüşümlü başkanlığı alacağını biliyor. Bunlar resmen çözülmedi dediğim nedenlerden ötürü ama aslında çözüldü. Dolayısıyla garantiler meselesinde takıldık. Kotzias’ın argümanlarının hakkını yememek için söyleyeyim. Diyor ki: “Bana milliyetçi diye saldırıyorlar, ben milliyetçi bir adam değilim. Benim söylediğim şu: 1960’ta değiliz, Zürih’te değiliz, burada Karamanlis diye bir adam yok, AB üyesiyiz, ne garantörlüğü? Biz Yunanistan için bir şey isteyip de Türkiye’ye vermemezlik yapmıyoruz.  Hiçbir şey istemiyoruz.” Böyle söylüyor. Katılırsın katılmazsın ama argümanı bu.

Türkiye açısından Kotzias’ın söylediği argümanın zayıf tarafı, Türkiye’nin AB üyeliği perspektifinin tıkanmış olması.

A. A: Türkiye’siz bir AB aynı güvenceyi vermiyor. Yakın gelecekte de Türkiye AB’de olmayacak. Ayrıca toplumlar arasında güç farkı var, büyük toplum küçük toplum, travmalar var 1960’lardan kalma. Geldiğimiz nokta bir tür garanti işi.

Bu garanti talebi Türkiye dışında, Kıbrıs Türk toplumunun çoğunluğu açısından da olmazsa olmaz bir talep mi yoksa daha çok Türkiye’nin talebi mi?

A. A: Ne yazık ki bu kırk yıldır süren müzakere süreci daha fazla liderler düzeyinde masa üzerinde yapılmış bir süreç. Biz yıllarca bu işin bu şekilde olamayacağını anlattık. Toplumların yakınlaşması için önlemlerin alınması gerektiğini, gençlere, iş insanlarına, emek insanlarına yönelik çeşitli projelerin üretilmesi gerektiğini belirttik. Fakat çeşitli kaygılardan dolayı tatmin edici bir güven artırıcı önlemler projesi gelişmedi ülkemizde. Son zamanlarda çok yaygın bir şekilde dile getirdiğimiz daha açık yüzleşme süreçlerinin toplumlar arası ilişkileri iyileştirmeye dönük olarak projelendirilmesi konusunda gene beklentileri karşılayıcı adımlar atılmadı. Özellikle güneydeki eğitim sisteminde Kıbrıslı Türklere değilse de, Türk tarafına yönelik ve Türkiye’ye yönelik endişe verici, kısmen ırkçı unsurların olduğu bilinen bir gerçek. Liderler masada görüşürken, aslında kendi statükolarına da bir şekilde hakim olmaları gerekirken, bunu yapamadılar. Son on sekiz aylık zaman diliminde örneğin iki tane çok ciddi konu vardı bizim beklediğimiz: Biri, her iki taraftaki mobil telefon sistemlerinin entegrasyonuydu ki uluslararası konuşma yapmayalım aramızda. Bunu bile başaramadılar. Gerekçesi ne olursa olsun veyahut kimden kaynaklanıyor oluyorsa olsun, olmadı. İnsanların günlük yaşamına yansımadı. Diğeri, iki çok önemli kapı var: Aplıç ve Derinya kapıları. Bunlar da bürokratik veyahut irade zayıflığından kaynaklanan nedenlerle açılamadı. Bütün bunlar toplumlar arası yakınlaşmayı, güveni tesis edecek süreçlerin eksikliğini gösteriyor. Ne yazık ki fiilî gerçeğimiz Kıbrıs Türk toplumunun büyük çoğunlukla olmasa da, evet belli bir garanti sistemi talep ettiğidir.

Böyle bir Kıbrıs Türk tarafı talebi var, diyebilir miyiz?

A. A: Toplumsal bir talep var ve bunu görmemiz lazım. Bu bizim siyasi tasarruflarımızın ötesinde bir şey, somut bir durum. Biz de bunu projelendirmek durumundayız. Bu fiilî gerçek de Türkiye tarafından bir şekilde yönetiliyor. Uluslararası bağlamda kullanılıyor.

Çözüm olduğunda Kıbrıs Rum toplumunun günlük yaşamında büyük değişimler olmayacak. Zaten AB üyesi, euro kullanılıyor, vb... Kıbrıs Türk toplumunda ise günlük hayatta ciddi değişiklikler olacak. Örneğin Türk parası kullanılacak mı? AB üyesi olacağı için, Türkiye ile olan ilişkileri eskisi gibi olmayacak. Gidiş geliş serbestliği sağlanacak mı? Buna benzeyen bir yığın soru çıkıyor. Federal Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı Kıbrıslı Türkler, Türkiye ile olan ilişkilerini yeniden nasıl tasarlayabilirler?

A. A: Çok enteresan bir durum var. Biz bu süreci genelde 2004 süreciyle karşılaştırarak değerlendiririz. 2004’te ne yapıyorduk, neyi hayal ediyorduk, neyi kurmaya çalışıyorduk? Bugün ne yapmaya çalışıyoruz? 2004’te gerçekten dönüştürücü bir irade vardı sokakta. Ve bu dönüştürücü irade çözüme ulaşamadı, Ada’yı birleştiremedi ama iç düzeneği değiştirdi. Denktaş gibi bir lider gitti, başka şeyler geldi. O dönemin AB istenci çok yüksekti. AB düzeyinde bir toplum içinde yaşama, göçün sonlanması, ekonomik düzeyin yükseltilmesi gibi konular, tartışılan ve benimsenen konulardı. Bugünse aradan geçen zamanı da dikkate alarak, yaşanan farklı travmaları da gözeterek, böyle bir ruh halinde olunmadığını görüyoruz. Kıbrıs Türk toplumunda özellikle durum böyle. Evet çözüm istiyor, bu belirsizliğin ortadan kalkmasını istiyor, ama çok net olarak önünü görebildiğini, belli bir yeni toplum hayali içinde kendini konumlandırabildiğini ben hissetmiyorum. Bu bir problem. Çünkü burada bir liderlik eksiği görüyorum. Liderin bir şeyi anlatabilmesi gerekir.

2004 ile kıyaslandığında çok ciddi bir fark var bu bağlamda. O dönem iş dünyası çok aktif bir şekilde çözüm iradesinin bir parçasıydı. Bugün kısmen endişeli bir şekilde yer alıyorlar. İrade beyan ediyorlar, görüş ortaya koyuyorlar ama fiilen kendilerini içinde göstermiyorlar. Yine sendikalar çok etkin bir şekilde oradaydı, siyasi partiler aynı şekilde. Bugün o düzeyde değil. Bütün bunlar toplumun kazanacaklarının neler olabileceği yönündeki tartışmaları bertaraf ediyor. Hani sütten ağzı yanmış bir toplum Kıbrıslı Türkler, yoğurdu üfleyerek yiyor. En büyük tartışma zaten Rum toplumu ne kazanacak, Kıbrıs Türk toplumu ne kazanacak tartışmasıdır. Bu müzakere masasında birinci gün tartışmasıdır. Kıbrıslı Rumlar diyorlar ki: “Biz Maraş’ı alacağız, başka topraklar herhalde alırız. Ama siz bir anayasal devletin eşit ortağı olacaksınız, euro kullanacaksınız, artık Ercan’a her uçak inecek, British Airlines inecek, vs...” Başka bir dünya tasavvuru var orada. Ama şu anda Kıbrıs Türk toplumunda bu heyecan, bu tartışma düzeyi, bu gelecek kurgusu yok. Böyle bir şeyi ben çok hissetmiyorum.

N. K: 1960 çözümünde Türkiye ve Yunanistan, Kıbrıs’ın özel imtiyazlı ülkesi sayılıyordu. Anayasasında var. 2004 Annan Planı’nda da Federal Kıbrıs’ın özel imtiyazlı ülkeleri olarak görülüyordu Yunanistan ve Türkiye. Ve bu çözümde de böyle olacaklar. Dolayısıyla bu tarihsellik ortadan kalkmıyor. Özel imtiyazlı ülke demek, bu ülkeyle en yoğun ilişkiler içinde olmak demek. Kıbrıs Türk toplumu ile Türkiye arasında ilişkilerin yoğunluğunda bir azalma olacağını hiç düşünmüyorum. Gene sabah buradan kalkıp İstanbul’a ineceksin, işini yapıp geleceksin ama mahiyetinde bir değişme olacaktır. Bağımlılık ilişkisi olmaktan zamanla çıkacaktır. Artık size hiç kimse besleme demeyecektir. Bir devlet iktidarını yöneteceksiniz ve Federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’den alacağı yatırım kaynaklarının az gelişmiş bölgeye yoğunlaşacağı önceden karara bağlandığı için, yatırımların büyük bir kısmı Kıbrıs Türk toplumuna yönelecek. Dolayısıyla Kıbrıs Türk toplumunun hayat kalitesinde, bütün alanlarda bir yükselme olacak. AB standardı eğitim, AB standardı sağlık ve ulaşım gibi yerlere gidecek. Türkiye ile ilişkisi de aslında normalleşecektir. Ama kimsenin aklına Federal Kıbrıs devletini kurmanın Türkiye’ye mesafe koymak olduğu gelmemeli. Böyle bir mesafe olamaz. Yunanistan, Türkiye ve Kıbrıs üçgeni fena halde entegre bir üçgendir. Larnaka-Atina ya da Ercan-İstanbul arasında ben uçtuğum için görüyorum entegrasyonu, onlar birbirlerini görmüyorlar.  Çözüm o resmin bütününü ortaya çıkaracak.

AB Türkiye ile ilişkilerini askıya alırsa?

N. K: Bence AB ile Türkiye ilişkilerinde çığır açılır federal çözümle.

Örneğin Kıbrıs sorunu nedeniyle açılamayan on müzakere faslını açma imkânı mı bu?

N. K: Hemen açılır. AB içinde Türkiye karşıtlığını Kıbrıs’ın arkasında savunan bütün güçleri bertaraf edersin, Türkçe Avrupa’nın resmî dillerinden biri haline gelir. Bambaşka bir mecra üzerinden akar AB-Türkiye ilişkileri diye düşünüyorum.

İçinde bulunduğumuz aşamada AB ile olan ilişkilerde Kıbrıs’ın frenleyici faktör olması ikinci plana düştü, çok daha ağır etmenler var. Kıbrıs sorunu çözülse de fasıllar açılmayabilir.

N. K: Olsun, o sorunlar konjonktüreldir. Türkiye ile ilişkiler iki sene sonra başka bir yere gelebilir AB ile. Bu momentumdan yola çıkarak karamsarlığı yaymanın doğru olmadığını düşünüyorum.

Kıbrıs Rum tarafında Anastasiades’in arkasında anladığım kadarıyla bir toplumsal destek var. Belki Mustafa Akıncı’nın arkasındaki destekten daha belirgin bir siyasi parti desteği var gibi gözüküyor. Burada kilit partilerden biri AKEL. Annan Planı’nın çökmesinde en önemli etmen AKEL’in son anda tavır değiştirmesiydi. Şimdi AKEL’in tavrı nasıl?

N. K: AKEL 2004 hayır oyundan sonra içten içe bir kaynama yaşadı, çok dışarı yansımasa da. Daha sonra Hristofyas’ın cumhurbaşkanlığı seçimini kazanması, Kıbrıs tarihinde ilk defa bir komünistin cumhurbaşkanı olması, o tartışmaları bir nebze bastırdı. Büyük bir başarı öyküsü vardı. Ama Hristofyas’ın beş yıllık cumhurbaşkanlığı, en azından algı düzeyinde, en kötü dönem olarak kayıtlara geçti. Hristofyas’ın dönemi sona erdiği zaman parti içi hareketlenmeler ve tartışmalar yeniden alevlendi. Parti kadroları gençleştirildi ve politbüroya genç insanlar girdi. AKEL yeni bir çizgiye kaydı. Bu çizgi federal çözüm için Anastasiades’i sonuna kadar desteklemek olarak özetlenebilir. AKEL’in son dönem tavrı âdeta üçüncü bir aktör gibi, Akıncı’yla, Anastasiades’le görüşüyor, Türkiye’ye davet ediliyor, Türk hariciyesi ile görüşüyor. Aktif bir şekilde süreci destekliyor. Bu Anastasiades’i bir derece rahatlatıyor ama sorunu çözmüyor. Güneyde iki büyük parti olan DİSİ (Demokratik Seferberlik Partisi) ve AKEL şu anda federal çözüm açısından Anastasiades’in yanındalar. Ama özellikle DİSİ heterojen bir yapıya sahip ve milliyetçi bir tabanı var. Her ne kadar yönetimde Anastasiades gibi pragmatist liberaller olsa da, tabanda hâlâ Helen milliyetçiliğine bağlı geniş kadrolar var. Dolayısıyla DİSİ’yi bir bütün olarak çözümden yana bir parti olarak göremeyiz. Bu Anastasiades’i zaman zaman diğer güçlerin de desteğini aramaya ya da onlara karşı ürkek davranmaya itiyor. Ret cephesi olarak bildiğimiz o geniş cepheden mümkün olduğunca oy devşirmeye çalışıyor olası referandum için. Dolayısıyla oldukça temkinli davranıyor. AKEL’in bu olumlu katkılarını son dönemde herkes takdir ediyor. Zaten AKEL federal Kıbrıs’a angaje olarak politika yapmazsa gücünü artık hiçbir şekilde koruyamaz. Federal çözüm artık partinin varlık nedeni haline geldi. Bu AKEL kadrolarında çok derinden hissedilen bir şey. AKEL’in bu tavrı şartsız ve koşulsuz değil. En önemli şartı, belki yegâne şartı, garanti sisteminin hiçbir biçimde NATO çerçevesi içinde yer almaması. Bu kesinlikle olmayacak. Bunu artık herkes anladı ve bunda ısrar eden kalmadı.

AKEL’in Yunanistan’daki bu milliyetçi dalgayı göğüsleme kapasitesi var mı?

N. K: Çok ilginç şeyler oldu, yakın geçmişte. Yunanistan Komünist Partisi, KKE, tarihinde ilk defa, üç ay evvel, iki toplumlu federal cumhuriyete resmen parti kararıyla karşı çıktı. Bu tarihte ilk, çünkü her zaman AKEL’le bir istişare ve uyum olurdu. Geçmiş dönemlerde her ne kadar çözümcü olmasalar da, federasyon fikrine itiraz etmiyorlardı. KKE’nin yeni genel sekreteri artık bu çözümü hiçbir koşulda kabul etmeyeceklerini, bunun ırkçı ve emperyalist bulduklarını söyledi. Yunanistan’da Komünist Partisi şimdi Yunan milliyetçilerinin çizgisinden bakıyor Kıbrıs’a. Syriza’nın yamalı bir bohça olduğunu biliyoruz. Syriza’nın bir kanalı Andreas Papandreu’dan gelen sendikacılar, bir kanadı Komünist Partisi’nden geliyor, diğerleri de Sol İttifaktan. Orada da tarihsel olarak Türkiye’de ve Yunan solunda gördüğümüz bir olguyla karşı karşıyayız. Nasıl ki Türkiye’de sol anti-emperyalizm üzerinden politika yaparken Türk milliyetçi politikalarına ve projelerine göz kırpmışsa, hatta yeri geldiğinde “Efendim ordunuz niye Ada’ya çıkmıyor, Amerikalılar bırakamadığı için” deyip, neredeyse müdahaleyi bile haklı çıkaracak noktalara gelmişse, Yunan Komünist solunda da çok benzer bir hastalık var. Bu da Batı karşıtlığı ve anti-emperyalizm söylemini geliştirirken, bunun Kıbrıs’a yansımalarının milliyetçi bir boyut kazanacağını fark etmemeleri. Özellikle Kotzias’ın itirazları, bir tür anti-emperyalizm gibi sunulsa da, özü itibarıyla onun Kıbrıs’a yansıyış biçimi çözümü es geçiyor. Ne Türk solu Kıbrıs’a bakarken Rum toplumunu görüyor ne de Yunan solu Kıbrıs’a bakarken Türk toplumunu görüyor. Etnik akrabaya odaklanarak bakıyor ikisi de. Bu milliyetçiliğin soydaşlık ilişkisinin sol jargonda alan bulmasıdır. Nihai yansıması, milliyetçiliğin ürettiği milli politikaları emperyalistlerin engellediğini düşünerek, emperyalizme karşı cephe alırken milli politikaları ön plana çıkarmak oluyor. Tarihsel ve epistemolojik boyutu işin bu. Bir de konjonktürel boyutları var. Günümüzde Yunanistan’da solun başarısızlıkları, Syriza’nın büyük bir heyecanla, umutla iktidara gelmesi ama hiçbir alanda başarılı olamaması, Yunanlı yurttaşların hemen hepsinde umut diye bir şey bırakmadı. Bu Syriza’yı da Kıbrıs meselesinde maalesef daha önce Andreas Papandreu’da gördüğümüz bir popülizme itiyor. Zaten Kotzias’ın bir yanı Andreas Papandreu’nun partisinden gelme, bir yanı da eski KKE’li. İkisinin sentezi, ama bu hoş bir sentez değil.

AKEL’in buna etkisi olabilir mi?

N. K: AKEL’e düşen yeni görev son krizi aşmak. Geçtiğimiz pazar AKEL lideri Andros Kiprianu ve heyeti Syriza’yı resmen ziyaret etti. Ayrıca hem Çipras’la hem Kotzias’la görüştüler. AKEL’in, Syriza’nın soyut manada anti-emperyalist diyerek aldığı tavrın Kıbrıs’a olumsuz yansıdığını gösterip birtakım esnemelerin olması gerektiğini anlatmaya çalıştığını tahmin ediyorum. AKEL bir de orayı yumuşatmak için uğraşıyor.

Birinci bölümün sonu