Yerlilere, İstanbul’un İşgaline Ve “Uygarlaştırılması”na Dair

Ortada bir hakikat varsa o da İstanbul meselesinin bir belediye değil, bir devlet meselesi şeklinde mevcut olmasıdır.

Refik Halid Karay

Cemal Bali Akal Modern Düşüncenin Doğuşu isimli kitabında uluslararası hukuk, insan hakları, modern anlamda devlet ve sosyal sözleşme, yani modern düşüncenin en önemli kavramlarının oluşumunu anlatır. Söz konusu kavramların ortaya çıkışı ve etrafındaki gelişmeler, Amerika’nın keşfi ile başlayıp 17. yüzyılın ortalarına kadar uzanan zaman yelpazesinde ele alınmaktadır. Yazar tarafından “İspanyol Altın Çağı” olarak nitelenen bu dönem yüz elli yılı aşkın bir dönemle sınırlanmıştır.

Bana göre egemen devlet karşısında insanı korumaya yönelik bu düşüncelerin ortaya çıkmasını daha değerli yapan şey, İspanya’nın tarihinin en güçlü dönemlerinden birini yaşarken tartışılmalarıdır. Fethi kıyasıya eleştiren düşünürlerin yaşadığı Altın Çağ İspanya’sı Hanke’ye göre başka hiçbir Avrupa ulusunun, yerli topluluklar karşısında duymadıkları kadar sorumluluk duymuştur.

İstanbul’un yeniden keşfi ve işgali

Amerika’nın yeniden keşfi esnasında yerlilere yapılan müdahaleler ve sömürgecilerin buradaki “vahşi” insanları “uygarlaştırmak” için yaptıklarını okurken bu mücadele ve söylemlerin günümüz İstanbul’unda da benzerlerinin bulunduğunu fark ettim. Elbette farklı çağ ve bambaşka koşullarda meydana gelen olay ve kavramları kıyas edip büyük hükümler çıkarma hatasına düşmeden yalnızca aradaki benzerliklere dikkat çekeceğim.

İstanbul’da bugün son derece yıkıcı bir şekilde devam eden kentsel dönüşüm faaliyetlerini İstanbul’un müteahhitlerce “yeniden keşfi” olarak nitelemek mümkün.[1] Üzerinde milyonlarca kişinin yaşadığı Amerika’nın İspanyollar tarafından keşfedildiği iddiasındaki mantıksızlık, İstanbul’un keşfinin müteahhitlerce yapıldığı iddiasında da pekâlâ bulunmaktadır. Fakat her iki iddiada da “keşif” sözcüğü, modernitenin sömürgecilikle birlikte dünyaya yayılırken kazandığı anlamda kullanılmaktadır. Buna göre “keşfetmek” artık modern insanın üzerinde milyonlarca insanın yaşadığı yeni topraklara el koyması anlamına gelmektedir.

İstanbul’u uzun vadede yaşanamayacak bir şehir haline getireceğine kimsenin şüphe duymadığı bugünkü kentsel dönüşüm ve inşa çalışmaları, birçok insanı yaşadıkları ev ve semtlerden ayrılmak durumunda bırakmıştır. Kentsel dönüşüm, yapıldığı alanlarda çoğu kez barınma hakkının ihlali olarak algılanmakta ve bu algı zaman zaman direnişlere de sebep olmaktadır.[2] TOKİ eksenli çalışmalarla ise yoksul insanlara konut sağlamak yerine genellikle “mış” gibi davranılmakta[3] ve devletin de dahil olduğu bir süreçte yapılan projeler nedeniyle yalnızca dar gelirli grupların değil, orta gelirli grupların da yerinden edildiği bir dönem yaşanmaktadır.[4] İstanbul’un müteahhitlerce yukarıda verilen anlamıyla yeniden keşfedildiği, inşaat firmaları tarafından İstanbul’un “yerli”lerinin evlerine el koyulup yerlerinden edildiği, kentsel dönüşüm ile ilgili çalışmalarda dile getirilmektedir.[5]

İstanbul’un baş döndürecek kadar kâr getiren bir şehir olması nedeniyle, müteahhitler bu keşfi giderek bir “işgal”e[6] dönüştürdüler. Bu işgal, İstanbul’un işgal öncesi günlerine tekrar dönemeyeceğimiz bir değişime sebep olmaktadır. Ne zaman sona ereceğini bilemeyiz, ancak bu işgalin İstanbul’da eskiye dair hiçbir şey bırakmayacağı açık. Bu açıdan İstanbul’da yapılanların keşif mi yoksa şehri yeniden yaratmak mı olduğu tartışılabilir. Meksikalı tarih felsefecisi Edmundo O’Gormon “Avrupalılar Amerika’yı keşfetmediler, yarattılar,” diyerek Avrupalıların gerçek anlamda bu yeni kıtayı anlayamadıklarını ve geldikleri ülkenin biçimini yeni kıtaya verdiklerini ifade etmiştir. Eldeki arsadan maksimum kâr elde etmekten başka bir kriterle ilgilenmeyen müteahhitlerin de İstanbul’u anlamak şöyle dursun, yeni, devasa ve yaşanmayacak bir İstanbul yarattıklarını söyleyebiliriz.

İstanbul’un depreme dayanaklı hale getirilmesi, daha nezih ve iyi bir şehir için yapılan kentsel dönüşüm hakkında “işgal” gibi sert bir kavram kullanmak eleştirilebilir. Ancak kullanılan kelimeden çok yapılan şeye odaklanılması gerekir, zira bu gözü dönmüş inşa faaliyetine daha yumuşak bir kelime kullanılsa da gerçek değişmez. Örneğin, Sömürge yönetimi, 1545’te “fetih” sözcüğünü fazla savaşçı olduğu için, resmî söylemden çıkartarak bunun yerine insanların oturulmayan bir alana yerleştirilmesi, “iskân etme” anlamına gelen bir sözcük kullanmaya başlamıştır. Görüldüğü gibi sömürge yönetimi yaptığı inanılmaz insanlık kıyımına iskân etmek derken, müteahhitler de İstanbul’da yaptıkları şehir katliamına sömürgecilere benzer şekilde iskân etmeyi de kapsayan “kentsel dönüşüm” demektedir. 

Kaybolan cennet ve “iyi vahşi”: Eski İstanbul

Akal’ın bu yazıya ilham olan kitabında ilgi çekici bir başka başlık daha var: “Kaybolan Cennet ve İyi Vahşi”. Sömürgecilerin Amerika’da yaptıkları fetih için yerlilerin barbar olduğu ve kendilerinin orayı uygarlaştırdığı gerekçesini kullanmaları, sömürge karşıtlarının “barbarlık-uygarlık” çatışmasını barbarlık lehine kavramsallaştırmalarına ve “iyi vahşi” mitosunu oluşturmalarına sebep olmuştur. Bu bağlamda sömürgecinin üstünlüğü savına karşı ilkel insanın üstünlüğü savı ve tabiatın yüceltilmesi ile birlikte tabiatı yozlaştıran bir uygar toplum eleştirisi yükselmiştir. “İyi vahşi” mitosunun en çok yayılmasını sağlayan düşünür ise insan haklarının kurucusu olarak gösteren Las Casas’tır. Las Casas, sömürgecilerin vahşetini sergilemeden önce, Amerika’nın benzersiz tabiatını lirik bir dille anlatıp, bu tabiatla “yerli”ler arasındaki uyuma vurgu yapar. Tabii zenginlikler ve yerlilerin bu kadar yüceltilmesindeki amaç ise, Akal’a göre, sömürgeciliğin bir cenneti cehenneme dönüştürdüğünü göstermektir.

“Kaybolan cennet ve iyi vahşi” başlığının İstanbul’a yapılan müteahhit işgalini anlatmak için de kullanılması çok isabetli olacaktır. Zira kentsel dönüşüm gibi şehre ve şehirde yaşayan yerlilere ağır maliyetleri olan bir müdahalenin sürekli bir şekilde devam ettirilebilmesi için “barbarlık-uygarlık” karşıtlığına benzer bir “kentsel dönüşüm öncesi-sonrası” karşıtlığı ortaya konmalıdır. İstanbul’da yapılan projelerde;  seçkin, çevreci/yeşil, güvenlikli, iyi bir konumda, geleceğe iyi bir yatırım gibi imkânlar[7] vurgulandığına göre bu projelerin yapılmadığı şehrin güvenliksiz, varoş, yeşilin olmadığı, değersiz yerleşim yerleri olduğu iddia ediliyor demektir. İstanbul’un bugüne göre daha güzel günlerini görmüş yazarların durmaksızın, kendi yaşadıkları İstanbul’un güzelliklerini anlatıp bugünkü katliamdan sitemle söz ettikleri gerçeğini önümüze koyarsak, ortada Amerika’daki barbarlık-uygarlık karşıtlığına benzer bir mücadele olduğu görülebilir. İstanbul hakkında çok fazla kitap yazılmasının bir sebebi de değişen ve yok olan şehre dair belgeler bırakma amacı olsa gerektir.[8] Yani İstanbul’u koruma gayreti olan yazarlar tarafından “iyi vahşi” mitosuna benzer bir “eski İstanbul” mitosu oluşturulduğunu söylemek mümkün. Büyük inşaat projelerinin ettikleri vaatlerin arka planında kötülemiş oldukları “eski/önceki İstanbul”u, yazarlar ise büyük bir gayretle yüceltmektedir. Dolayısıyla aradaki bu karşıtlık ve mücadelenin Amerika’dakiyle paralel olduğunu ifade edebiliriz. İstanbul’u seven herkes açısından geçmişten bugüne yapılan müteahhit işgal faaliyetleri ile bu şehir bir “kaybolan cennet”tir ve müteahhitlerin sundukları “uygar” İstanbul yerine “iyi vahşi/eski İstanbul” daha tercih edilebilir bir seçenektir.

İstanbul’u “uygarlaştırma”nın amacı

Amerika’ya Doğu’dan gelenlerin temel ölçütü zenginliğe verdikleri değerdir. Bu ölçüt yeni kıtanın kural tanımaz işgalinin asıl gerekçesi olur. Kâr etme tutkusu ve altının sağladığı motivasyon yeni kıtayı kırıp geçirmektedir. Akal’ın aktardığına göre, sömürgeciliğin resmî tarihçisi Bernal Diaz del Castillo bile fetih tutkusunun ardında zenginlik düşlerinin yattığını itiraf etmekten kendini alamayacaktır. Yeni Dünya’nın kâşifi Kolomb da “Dünyada var olan en değerli şey altındır. Ona sahip olan her istediğini yapar. Ruhları cennete bile yollar,” diyerek sömürgeci zihniyetin felsefesini tüm çıplaklığıyla gösterir. Daha fazla toprak fethinden daha çok altın elde edileceğini düşünüp buradan bir paye beklentisi olan sömürgeciler savaşa ekonomik bir nitelik kazandırmışlardı. Ancak Cemal Bali Akal, yeni kıtada gerçekleşen akıl almaz gaddarlığın sebeplerinin yalnızca ekonomi ve altın tutkusuyla açıklanamayacağını belirtir. Ona göre bu katliamın nedeni daha derinde “merkezi denetim ve yerleşik değerlerden uzakta, her şeyin mümkün olduğu anarko-demokratik bir ortamda, İspanyol ya da değil, Hıristiyan ya da değil, kişiliği, sağduyusu, sosyal ve kültürel birikimi zayıf her insanın kapılacağı boşluk duygusu ve nedensiz şiddet tutkusunda” yatar.

İstanbul’da geçmişten günümüze yapılan imar hareketleri ve kentsel dönüşüm gibi faaliyetlerin neredeyse tamamında özel sektörün para hırsının yattığı herkesin malumudur. Topraklarımızın (arsalarımızın) Avrupa’daki toplam müteahhit sayısının beş-altı katından fazla müteahhide yaşam olanağı tanımasındaki ana sebep arsalarımızın bereketi olsa gerektir. Para ve zenginlik tutkusuyla dolup taşan kâşif müteahhitlerimiz, buldukları her fırsatı (metrekareyi) değerlendiriyor. Kâşif müteahhitlerin rahat hareket edip keyiflerince imar izni alabilmelerine imkân veren, Amerika’daki gibi “merkezi denetim ve yerleşik değerlerden uzakta, her şeyin mümkün olduğu anarko-demokratik bir ortam” İstanbul’da da bulunmaktadır. Bu ortama, “kişiliği, sağduyusu, sosyal ve kültürel birikimi zayıf her insanın kapılacağı boşluk duygusu” da eklenince, yapılan inşaatlar sonucu nasıl berbat ve yaşanmaz bir şehir ortaya çıkacağı veya şehirde yaşayan yerlilerin ne kadar çok sıkıntı çekebileceği de müteahhitlerin önemsediği sorular olmuyor.

“Fetih”in İstanbul’daki karşılığı

Las Casas “fetih” sözcüğünü cehennemden çıkma bir sözcük sayar. Bunun bizde karşılık geldiği, yani cehennemden çıkan sözcük ise kanımca “kentsel dönüşüm”dür.



[1] Ayşe Öncü, 1999 yılında yazmış olduğu yazısında “İstanbul’un üst ve orta sınıfları tanıdıkları, bildikleri, yaşadıkları kenti, küresel tüketim kültürünün merceğinden yeniden keşfettiler,” demiştir. http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/6446/ideal-ev-mitolojisi-sinirlari-asarak-istanbul-a-ulasti#.WENFYtKLTDc

[2] S. Zafer ŞAHİN, Hayriye ÖZEN ve Evin DENİZ, “Kentsel Dönüşüm, Barınma Hakkı ve Direniş Mücadeleleri: Ankara ve Madrid Örneklerinin Karşılaştırmalı Bir Analizi”, 4. Sosyal Haklar Sempozyumu, Muğla, 2012, s. 2. 

[3] Cihan UZUNÇARŞILI BAYSAL, “Barınma bir haktır”, http://www.radikal.com.tr/radikal2/barinma-bir-haktir-935067/

[4] Beril SÖNMEZ, “Soylulaştırmanın Yeni Biçimleriyle Yerinden Edilmeyi Yeniden Düşünmek”, Planlama Dergisi 24(1), http://www.journalagent.com/planlama/pdfs/PLAN-11939-RESEARCH_ARTICLE-SONMEZ.pdf , s. 4 

[5] Melikşah Yasin, “Soylulaştırma Yoluyla Yapılan Kentsel Dönüşüm Uygulamalarının Temel Hak ve Özgürlüklere Etkisi” başlıklı makalesinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yasadışı yerleşimlerin tahliyelerine ilişkin bakışını ele almaktadır. AİHM yerinden etmenin zorunlu olarak uygulandığı kentsel dönüşüm uygulamalarında dahi, yerinden edilen kişi ve topluluklara ihtiyaçlarına uygun, insan onuruna yakışan alternatif barınma imkânlarının sağlanması gerektiğini kabul etmektedir. İdare Hukuku ve İlimleri Dergisi, sayı 1-2, cilt: 17, İstanbul, 2015, s. 137.

[6] Dücane Cündioğlu, Mimarlık ve Felsefe kitabında Edirne’nin ihmal, Bursa’nın imha, İstanbul’un ise istila edildiğini belirtir.

[7] Metin EKEN, “Küreselleşme Sürecinde Değişen Görsel İletişim Stratejilerinin Reklamlara Yansımaları: Konut Reklamları Örneği”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2013, s.106 vd.

[8] Selim İleri Yaşadığım İstanbul isimli kitabında bu hususa şu sözlerle değinir: “Hemen belirtmek isterim: İstanbul, dünyanın bütün kentlerinden yazılmaya daha çok değer. Öteki tarihi kentlerde tarih dokusu yerli yerindeyken, İstanbul yitikler kenti. Bu açıdan geçmişin dökümü on binlerce sayfaya sığmaz. Talihsiz İstanbul ancak yazıda çizide soluk alıyor.