Sakarya Çark Caddesi'ndeki Gerilimin Düşündürdükleri

Çark Caddesi eskiden beri Adapazarı’nın önemli merkezlerinden biridir. Fakat hâlihazırda en önemli merkezi olma özelliğine sahip. Doğrusu, 1999 Depremi sonrası trafiğe kapatıldığında -tam bu noktada, kapatılma projesine karşı çıkan esnafa galiba tersinden bir selam göndermek gerekiyor- caddenin, diğer merkezleri fersah fersah gerilerde bırakacak ölçüde bir sıçrama yapacağı -en azından benim tarafımdan- tahmin edilmiş değildir. Ama böyle bir sıçrama oldu.

Bugün Adapazarı’nın kalbi, kelimelerle oynaşarak söyleyelim, uzunluğu en fazla 500 metre olan o trafiğe kapalı cadde “çıkma”sında atıyor. İşsiz güçsüz gençlerimiz -hemen belirtelim bunların çoğu varoşların çocuklarıdır- başta olmak üzere, hemen herkes belki her gün Çark Caddesi’nin parkelerini çiğniyor, kafe’lerinde oturuyor, mağazalarında alışveriş ediyor. Tıpkı İstiklal Caddesi gibi insan yoğunluğu her daim yüksek olan bu cadde, doğal olarak, politik/ideolojik, sosyal, kültürel aktiviteleri de mıknatıs gibi çekiyor.

İşte bu caddedir, Adapazarı’nı ve “sakinleri”ni ulusal medyanın sütunlarına/ekranlarına taşıyan “gerilim”in başlangıç sahnelerinin yaşandığı mekân.


Mahir Çayan ve arkadaşlarının Kızıldere’de öldürülmelerinin yıldönümüne (31 Mart) iki gün kalmıştır. Akşamüzeri -sol eğilimli üniversite öğrencilerinin örgütü olan- Sakarya Gençlik Derneği’nden iki genç, Migros’un önündeki sütuna afiş yapıştırmaktadır.[1] Emniyet görevlileri ile aralarında tartışma çıkar. Afişçiler slogan atmaya başlar. Oradan geçmekte olan bir “vatandaş”, durumdan vazife çıkartarak, afişçilerden birine vurur. Cadde “sakinleri” -esnaf değil, volta atmakta olan gençler- anında meseleye “müdahil” olur. Ve ortalık karışır. Muhtemelen öyle isimlendirileceği gibi, “milli hassasiyet” şahlanmıştır. Afişçiler, “çıkmaz” pasajlardan birine girerek linç edilmekten kurtulmaya çalışır.

Bütün bunlar bir anda olup biter.

Afişçilerin yanındaki sarılı kırmızılı pankart -galiba DHKPC ilintili- PKK bayrağı sanılmış. Eh bu durumda afişteki fotoğrafların PKK’lilere ait olduğuna dair kollektif bir kanaatin oluşması da anlaşılır bir şey -bizim caddenin “sakinleri”ne Çayan ve arkadaşlarını tanıtan olmadı çünkü-. Nitekim saldıran grup bir taraftan da “PKK bayrağı açtılar” diye yırtınıyor.[2] Duyan ekleniyor. Duyan yumruğunu sıkıyor, dişlerini biliyor.

Pasaj içine sıkıştırılmış afişçiler, yaklaşık bir saat sonra, gelen polis panzerine bindirilir. Cadde “sakinleri”nin çevik olanları panzere tekme-yumruk atarken, diğerleri Emniyetçilere “onları bize verin” demekle meşguldür. Bu arada, konut olarak kullanılmakta olan dairelerin pencerelerinden Türk bayrakları sarkıtılarak cadde “sakinleri”ne destek verilmektedir.

Afişçileri taşıyan polis panzeri bu toz duman içinde caddeyi terk eder.

Cadde “sakinleri”nden bir grup “onları bize verin …………” talebini yinelemek için, panzerin peşinden Emniyet Müdürlüğü’ne gider. Bir grup caddede kalarak slogan atmaya devam eder. Üçüncü bir grup ise -bu grup biraz daha örgütlü ve “ideolojik” anlamda daha donanımlı- “bayrak açan” PKK’nin Demokratik Toplum Partisi ile “organik ilişkisini hatırlayarak” Kavaklar Caddesi’ne yürür.[3] Bu arada gruba müdahale edilmez. DTP ofisinin bulunduğu dört katlı binaya girilir. Her şey kırıp dökülür. İlginç olan şu ki, bir taraftan “ya Allah Bismillah, Allahu Ekber” sloganları atılırken, diğer taraftan DTP’lilerin “mescit” olarak kullandığı bölme tahrip edilir. Öfke dinmemiştir. Hazır buraya kadar gelmişken ve ortam müsaitken, sol görüşlü üniversite öğrencilerinin “takıldığı” SAÜDER ofisi de -bu ofis binanın birinci katındadır- basılır.

Emniyet görevlileri müşfik davranmaya devam etmektedir.


Evet, bu ülkenin insanları tarih boyunca derin acılar yaşadı, gözyaşı döktü, canlarını yitirdi. Acıların ve gözyaşının içinden yeni yeni hayatlar kurdu. Belki bunu politik bir bütünlük içinde ifade etmedi/edemedi ama dünyasına müdahil olanları her defasında cezalandırdı. Hepsinden önemlisi, kendi haline bırakıldığı sürece, hayatını -başkaları tarafından kurgulanmış- tarihsel düşmanlıklar üzerine inşa etmekten kaçındı. Lakin en son örneğini Adapazarı’nda gördüğümüz haleti ruhiye gösteriyor ki, acılardan/gözyaşından üretilmiş olan o derin tecrübe, arkadan gelenlere yeterince aktarılmıyor - belki de aktarılmasına izin verilmiyor. Korkarım, farklılıklarımıza rağmen birarada yaşamaktan başka seçeneğimizin olmadığını unutmak üzereyiz.

Yoksa artık tarihe mal olması gereken “milleti hâkime-milleti mahkume” ayrımını, zihinlerimizde yeniden mi üretiyoruz? Ne oldu, nasıl oldu da, 2000’li yıllar idrak edilirken, sokaklarında linç girişimleri olan -hatırladığım kadarıyla daha önce Trabzon’da ve yine Adapazarı’nda- bir ülke oluverdik? Kimler, hangi amaca yönelik olarak “milli hassasiyetlerimizi” kaşımaktadır? Bu “hassasiyetler”in kaşınması, başkalarını linç etmenin meşruiyet temellerini mi oluşturuyor?

Doğrudur, Hasan Bülent Kahraman’ın vurguladığı gibi, Türkiye’de siyasetin asıl dokusu “milliyetçi/sağ bir öz” tarafından şekillendiriliyor (Radikal, 13 Nisan 2005). Siyasetin dili bu “öz” esas alınarak kurgulanıyor. Pratik bu “öz”ün belirlediği dengeler üzerinden yürütülüyor. Fakat bu “öz”ün, kendisinden farklı olan her nesneyi dışsallaştırma/düşmanlaştırma -gerektiğinde imha etme- eğilimi, müsamaha göstermeye devam edilir ise, ülkeyi cehenneme çevirmez mi? Sormaya devam edelim. Muhtemelen daha önce hiç karşılaşmadığımız, kim olduğunu ne düşündüğünü bilmediğimiz iki insanı sorgusuz sualsiz linç etmeye kalkışmamız, hangi ruh halinin tezahürüdür?

Anlamaya çalışıyorum. Bir tarafta, milliyetçi organizasyonların siyasal düzlemde etkinsizleşme ve ifade yeteneğini yitirme ile bağlantılı olarak geliştirdiği/biriktirdiği tepki, diğer tarafta ise -bir bakıma bu tepkinin biçimlendirdiği bir yönelim olarak- yoksulluğa ve yoksunluğa mahkûm edilmiş toplumun, yaşamakta olduğu dramı “düşman” ilan edilmişlere yüklenerek hafifletme çabası var galiba. Tanımlanmış ve her vesile ile sürekli hatırlatılmakta olan “düşman” -cismini bir kenara bırakın- belli belirsiz simgeleriyle dahi görünmesin, söz konusu tepki ile çaba kendiliğinden bir araya geliyor ve müthiş bir sinerji oluşuyor.

Velhasıl işimiz kolay değil.


[1] Afişte Kızıldere’de öldürülenlerin fotoğrafları ve hepimizin bildiği -ama en güzel Selda Bağcan’ın okuduğu- o türkünün sözleri var: “Oy dere kızıl dere / Böyle akışın nere / Bizde hal mı bıraktın / Sana can vere vere…”

[2] 6-7 Eylül yağmalamaları ve linç girişimleri öncesinde de benzer bir balon uçurulmamış mıydı?

[3] Şöyle söylemek galiba daha doğru olur. Henüz “senaryo” yazacak zaman olmadığı için “doğaçlama yönetilen” gerilim, Gümrükönü -epey bir zamandır Bulvar demeyi tercih ediyoruz- üzerinden Demokratik Toplum Partisi’nin bulunduğu Kavaklar Caddesi’ne taşınır.