Ölmeyen Zihniyet ya da İçimizdeki Yabancıyı Kusmak

“Gezegenin üzerinde bir hayalet
geziniyor: yabancı düşmanlığı hayaleti.”

Z. Bauman

Bu topraklar bir sürgün edilme operasyonu daha yaşadı, hem de “Kürt açılımlarının”, “demokratik açılım”ların, “milli birlik”, “kardeşlik” projelerinin allanıp pullandığı ve havada uçuştuğu ama bir türlü meyve vermediği bu günlerde: Selendili Romanların Sürgünü. Bu topraklarda gerçekleşen ilk sürgün değil bu. Tabi ki bu toprakların sürgün ve yerinden edilme operasyonlarının tarihi ne yeni ne de birkaç münferit olayla sınırlıdır. Bu tür sürgün edilme olaylarının Osmanlı Devletinin dağılmasından itibaren bugüne kadar hız ve ivme kazandığını ve bu hız ve iveme ile Anadolu’yu oluşturan kadim nüfusun, büyük bir politik ve ekonomik keyfiyet ile neredeyse bir hallaç pamuğu gibi oradan oraya atıldığını ve yüce devletlilerin uygun gördüğü iskan bölgelerine yerleştirildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.[1]

Bir insanlık trajedisi ve faciası olarak sürgün ya da yerinden edilme/göç ettirilme, iktidarı elinde bulunduran ya da iktidara esas rengini veren ve toplumsal yapıda hacimli/dominant bir yer işgal eden topluluk veya o topluluğun iktidarın nimetlerini elinde bulunduran yetkilileri tarafından, bir toplumsal grubun yaşadıkları bir bölgeden başka bir bölgeye bedensel, ekonomik, dinsel, siyasi ve psikolojik baskıyla göç ettirilmesi ve yerleştirilmesi durumudur. Bu toplumsal bir facia olarak anılması gereken sosyolojik durum, ulusal sınırlar içinde gerçekleştiği gibi uluslararası da gerçekleşebilir. Biz, bu yazıda ulusal sınırlar içinde gerçekleşen sürgün/yerinden edilme olgusunu ele alalım. Ulusal sınırlar içinde gerçekleşen bu olaylar için kabul edilen uluslararası tanıma göre, zorla ya da mecbur kalarak evlerinden veya sürekli yaşamakta oldukları yerlerden, özellikle silahlı çatışmaların etkilerinden, genel olarak şiddet içeren durumlardan, insan hakları ihlallerinden veya doğal ya da insan kaynaklı felaketlerden korunmak için, uluslar arası kabul görmüş devlet sınırlarını geçmeksizin kaçan ya da bu yerleri terk eden kişi veya bu tip kişilerden oluşan gruplara “ülke içinde yerlerinden olmuş kişiler” denilmektedir.[2] Özellikle şiddet içeren durumlar ve insan hakları ihlalleri sonucunda ortaya bir “çözüm” olarak çıkan göç/sürgün olgusu, göçü yaşamış ya da ona tabi tutulmuş toplulukların ve bireylerin belleğinde derin yaralar açan bir özelliğe sahiptir.

Modern toplumların oluşumu, neredeyse göç ve sürgünlerin tarihi olarak da okunmayı gerektirir. Modern dönemde, toplumlar ve devletler, içlerinde yabancı olarak gördükleri/algıladıkları nüfus unsurlarından arınma gibi imha/yıkım pratikleri geliştirmişlerdir. Modern toplumda ve modern devlette yabancıların ve yabancılığın kültürel ve/veya fiziksel imhası yaratıcı bir yıkımdır; yıkmak fakat aynı zamanda yeniden inşa etmek; bozmak fakat aynı zamanda da tesviye etmek… Bu süregiden düzen-inşası, ulus-inşası ve devlet inşası çabalarının ayrılmaz bir parçasıdır.[3] Modernlik, özellikle kendi evlatlarından biri olan ırkçılığı ve milliyetçiliği, insanlığın başına bela eden bir dönemdir. Bu özelliğinden dolayı adına modernite denilen bu dönem, daha baştan itibaren büyük miktarlarda insan artıkları üretti ve üretmeye devam ediyor.[4] Bu artık üretme işleminde ilk sırayı milliyetçilik alır ve bu özellikten Türk milliyetçiliği muaf tutulamaz. Türkiye’de milliyetçilik bir siyasi proje olarak İttihat ve Terakki ile bu toplumda kök salmış modern bir olgudur. O zamandan günümüze değin Türk milliyetçiliği farklı renkler alsa bile özünde taşıdığı temel karakteristik yapısından genel olarak hiçbir şey kaybetmemiştir. İttihatçı Türk milliyetçiliğinin operasyonel hali, derin devlet tahakkümündeki eylem hali, etnik bir kaygı/karakter taşımaktadır.[5] Bu temel karakteristik özellik, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasından günümüze değin kimi zaman açık kimi zaman da örtük bir biçimde işlerlikte kalmış/tutulmuştur. Sonuç olarak resmi düzlemde Türk milliyetçiliği sivil milliyetçilik rengi taşısa da derinliklerinde etnik milliyetçilik rengi hakimdir.[6] Türkiye’de milliyetçiliğin asal öznesi olan Türk, Anadolulu ve Sünni-Müslüman olan bireylerden teşekkül eder. Türkiye’de Türk olmanın somut faydaları vardır. Zira Türkler milletin asli üyeleridir ve sadık vatandaşlar olarak görülürler; bu şekilde algılanmak, ülke halkının gerçek bir parçası olmanın anahtarıdır. Türk olarak görülmemekse kusurlu bir vatandaş olarak damgalanmaya yol açar.[7] Çünkü hala yaşamakta olan İttihatçı tasavvurda esas özne “Anadolu’nun gürbüz çocukları”, yani Türklerdir.[8]

Kendilerini Türk olarak gören “Anadolu’nun gürbüz çocukları”, yaratılan millet duygusunun onlara sunduğu “hayali cemaatleri”nin güvenli rahminde/kollarında yaşarlar. İçinde olunan güvenli hale/duruma yönelen bir tehdit hissedildiği/yaratıldığı vakit, “Anadolu’nun gürbüz çocukları” birden kaplanlaşabilir ve varolan tehditleri bertaraf etmek için gerekli olan şiddet sarmalını üretebilir. Bu üretimin gerçekleşmesi için, neredeyse yüzyıldır tedrisatından geçtiği milliyetçi, militarist ve özcü toplumsallaşma süreçlerinin yaratıcısı ve aynı zamanda taşıyıcısı olan hasım ve düşman üretici genel topluma/kitleye/güruha dahil olmaktan mutlu olurlar ve bununla da gurur duyarlar. Çünkü, düşmanı ve hasımı icat eden topluluktur, cemaattir. “Öteki olarak adlandıracağı o karşı-imgeye ihtiyacı vardır. O nedenle dünyayı iki yarıya ayırmaya ve kendisinden farklı olanı devreden çıkarmaya çabalar. İçeridekiler kendilerini iyilerden, seçilmişlerden addeder; medeni olanlar onlardır, soyludurlar, dürüsttürler, doğrudurlar. Ama ötekiler var ya, onlar vahşidirler, barbardırlar, küffardır, “kirli”dir onlar, haneye tecavüze yeltenenlerdir, “kimseye bir faydası olmayanlar”dır.[9] Türkiye’de bu tip bir algı dünyası ile donanan/toplumsallaşan birey, dahil olduğu ana bütünün ona sunduğu onaylanmış, denenmiş arınmacı, yıkıcı ve yok sayıcı eylem bütünleri ile hareket edecektir. Çünkü, kendini her türlü toplumsal ilişkinin dışında tahayyül edebilecek ve varolabilecek özerk birey yoktur: Kuşkusuz birey toplumsal iktidarın bir sonucudur.[10] Bu tespit, Türkiye’deki özellikle son zamanlarda neredeyse gündelik bir rutin halini alarak artan milliyetçileşme, muhafazakarlaşma ve faşistleşmenin, bu topraklardaki işlerlik kazanan ve kazandırılan, demokratik özelliklerinden neredeyse arındırılmış toplumsallaşma pratiğinden ayrı düşünülmemesi gerekliliğini bize hatırlatıyor. Çünkü bir toplumu oluşturan bireylerdeki öteki üzerine olan yargılar ve stereotipleri ona karşı üretilecek eylem kiplerini, o bireyin içinde yer aldığı toplumun ideolojik bağlamından ayrı düşünmemek gerekir.

SELENDİ SÜRGÜNÜNDE HORTLAYAN ZİHNİYET

Türkiye coğrafyasında kökleri 10. yüzyıla kadar giden, hatta tarihteki en eski yerleşim merkezleri İstanbul olan, Osmanlı’nın “buçuk millet” saydığı Romanlar halk arasında genellikle göçebe, üstü başı pis, işi gücü olmayan, devamlı bir işten hoşlanmayan, içki içen, müzik çalıp göbek atan, sokaklarda ve barlarda çiçek satarak geçinen, dilencilik yapan, gürültücü tipler olarak tanımlanır.[11] Üstelik toplumda yaygın olan bu negatif tanımlamanın tarihi yeni değildir. Bu durumun örneklerini Osmanlının son dönemlerinde de görebiliriz. Osmanlı İmparatorluğu’nda göçebe halde yaşamakta olan Çingenelerin yanı sıra, Balkanlar’dan kovulan Müslüman muhacirler arasına katılıp gelen Çingeneler de vardı. İttihat ve Terakki hükümeti, göçebe ve aşiretlerin iskan projesini hayata geçirirken, Anadolu’nun içlerinde göçebe olarak yaşayan Çingenelerin de iskanını gerçekleştirmeye çalışmıştı.[12] Günümüzde de negatif olarak tanımlanan topluluğun iskan siyaseti uygulanmaya devam etmektedir. Uygulanan bu iskan siyaseti bir arınma/artıklardan kurtulma siyaseti olarak okunabilecek bir yapıya sahiptir. Nasıl mı? Bu topraklarda yüzyıldır yaşanan şu olaylar bunu düşünmek için yeterlidir sanırım: 1915 Ermeni Sürgünü, 1924 Nüfus Mübadelesi, 1926-34 Kürtleri İskan Kanunu, 1934 Trakya Olayları, Dersim Sürgünü, 6-7 Eylül 1955 Olayları, 1978 Maraş Olayları, 1980 Çorum Olayları, 1993 Sivas Katliamı, köy yakmalar … ve Selendi Sürgünü.

Selendi de yaşanan linç ve onun sonrasında ortaya bir çözüm olarak çıkan sürgün olayın kabaca gelişimi şöyledir: Manisa'nın Selendi ilçesinde yılbaşı gecesi kahvehanedeki ayrımcılıkla başlayan gerginlik, 5 Ocak 2010 gecesi Romanlara karşı ırkçı saldırıya dönüştü. Roman mahallesindeki aileler, 15'i çocuk, 20'si kadın 74 kişi, Selendi’den Gördes ilçesine gönderildi; geceyi buradaki Roman ailelerin yanında geçirdiler.[13] Sonrası ise malum! Olayları yaşayan ve Selendi’yi terk etmek zorunda kalan Romanların anlattıkları ve anlatılanların düşündürdükleri ise çok vahim: ‘Olay günü halk Belediye Başkanının anonsuyla toplandı. Otomobil ezen dozer belediyenindi. Olaylarda silah da atıldı. Baskıların geçmişi bir yıl öncesine uzanıyor.[14] ve olay gerçekleşiyor. Resmi makamların “olaya el atması”ndan sonra olayı yaşayan bir kadın; “Bazı kağıtlar çıkardılar. Ben okuma yazma bilmiyorum. Vali bey diyor ki ben sizi koruyamam. Gideceksiniz diyor.”[15] Sonrası ise resmi gaflar, insanlık ayıpları, tarihin tekerrürleri…

“Yerli Selendililerin” şu ifadeleri bu toraklardaki yüzyıllık refleksin bir işareti değil midir: “Yani kim anasına, dinine, camisine küfrettirir…”[16] İşlenen her büyük insanlık suçunun bildik meşruiyet arayışı! Ancak, büyük suçların büyük fikirlere ihtiyacı yoktur. İnsanlığa karşı işlenen suçlar gayet aşağı güdülere bağlanabilir: Cinayet işlemekten zevk almak, yağmalama hevesi, kıskançlık haset. Irkçı sloganlar ve milliyetçi ideolojiler genellikle eylemi tetikleyen saikler olarak değil, eylemden sonra ona meşruiyet sağlayan düşünsel çatılar olarak çıkarlar karşımıza.[17] Selendili bir vatandaşın açıklaması ise çok manidar; “Biz Roman düşmanı değiliz ama bunlar başka Roman” ve ekliyor, “Bak benim bile böyle bir evim yok”.[18] Aynı kapitalist, yağmacı ve milliyetçi haset mantığın, 1915 Olayları, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları gibi facialarda işletildiğini görmek mümkün. Ancak herkes bilir ki, Romanlar bu coğrafyanın kentlerinde en fakir, en sahipsiz ve en mülksüz grubu teşkil etmekle kalmayıp, hemen hemen diğer tüm kentlilerden farklı olarak hiçbir sosyal güvenceleri[19] olmayan topluluklar kümesidir. Romanlar, modern toplumun negatif özelliklerden dolayı, toplumumuzun yabancıları/artıklarıdır ve onlardan elbirliği ile arınılması gerekir!

İÇİMİZDEKİ YABANCIYI KUSMAK

Selendi’de Romanların yaşadığı bu olaylar, İttihat Terakki’den bu yana oluşturulmaya çalışılan, ötekine düşman, saf toplum olma hayallerinin doğal mirasçısı olan her türden milliyetçilik cemaatlerinin toplumsal dünyayı cehenneme çevirme eğiliminin doğal sonucudur. Türkiye’deki bugüne kadar oluşturulmuş milliyetçilik cemaatleri, toplumsal bir olayda hemen yığın/kitle/güruh olma özelliğine sahiptir ve bu özellik toplumda bir “onur” olarak sunulur. Ancak bütün yığın üyeleri potansiyel olarak daima kıyımcıdır, çünkü topluluğu yozlaştıran, çürüten, lekeli, saf olmayan öğelerden, kargaşaya sürükleyen hainlerden temizlemeyi hayal eder.[20] Bu temizlik düşü için de devreye şiddet ve linç gibi insanlık onurunu yok eden eylemler girer. Çünkü şiddet uygulamak insana o kadar zevkli gelir ki, hiçbir kanunu dinlemez.[21] Amacı ne olursa olsun, yığının/güruhun uyguladığı her türden şiddet bir linçtir. Linç, kalabalığın azlığı çiğnemesidir-bazen tek birisini. Korunmasız, çaresiz durumdakine saldırmaktır. Köşeye kıstırılmış olana, kuşatılmış olana çullanmak... Yerdekine bir tekme savurmak.. Bireysel sorumluluk üstlenmeden, kalabalığın koynuna sığınmış, ‘anonim’ bir cürümün gölgesine saklanarak…[22] Çünkü topluluğu yozlaştıran, çürüten, lekeli, saf olmayan ve onu kargaşaya sürükleyen hain olan kurban, bir günah keçisidir.[23] Günah keçisi arayışı, şiddetin sıradanlaştığı toplumlarda daha yaygın ve onaylanmış bir eğilimdir. Şiddettin sıradanlaştığı bir toplumsal yapıda, ortaya çıkan her türden toplumsal olayda linççi, infazcı bulmak hiç de zor değildir. Normal insanlar birden kitleye/güruha/nefere dönüşür. Bu tip olaylarda failler her türden ahlaki ölçütü elbirliğiyle kendileri için bir meşruiyet payandası olarak kullanabilirler. Vatan, millet, bayrak, din, namus vb. gibi simgesel sosyalleşme araçları hemen imdada yetişir ve failleri/kendilerini aklamaya başlar. Çoğu zaman da bu aklamaya devlet yetkilileri de katılmayı, devlet adamı babacanlığıyla ve zevkle yaparlar.

İnsana dair tüm ümitleri boşa çıkartanlar aslında her yerde ve her zaman küçük bir azınlıktan ibarettir. Bu öngörülemeyen ve her türden açıklamaya direnen azınlık şiddete başvurma özgürlüğüne sahiptir.[24] Şiddete başvurma özgürlüğüne sahip olanlarda yabancı ve öteki düşmanlığı gibi patolojik duygu durumları her an patlamaya hazır bir biçimde zulada bekler, çoğu zaman da kimi ideolojik öbekler tarafından bir tehdit olarak kullanılır. Yabancı, öteki ve farklı olana yönelik bu negatif algılar ve ona karşı geliştirilen tepkilerin genel adına toplumsal fobiler demek, sanırım yanlış olmaz. Zenofobik ve miksofobik (melezlik fobisi) paranoya kendi kendinden beslenir ve kendi kendine gerçekleşen bir kehanet olarak işler. Yabancıların temsil ettikleri tehlikeye karşı radikal bir çare olarak ayrımcılık sunulur ve kabul edilirse, o zaman, onlarla birlikte oturmak her gün biraz daha güçleşir.[25] Bu toplumda, “bir arada yaşama tecrübesini, yüzyıllarca yaşatmış, adalet ve insan haklarını en üst düzeyde korumuş bir kültür ve medeniyetin mirasçısı olan toplumuz” masalı son olarak Selendi’de yaşanan gerçeklerin üstünü örtemez! Yaşanan olaylar da gösteriyor ki, bir arada yaşama terbiyesi bu topraklarda rafa kaldırılmış bir nostaljik düş nesnesidir ya da bir arada yaşayamama terbiyesizliğidir!

Bugün Türkiye’de İslamcısından milliyetçisine, solcusundan ulusalcısına ve liberaline kadar elbirliği ile yaratılmaya çalışılan ve sürekli ölçeği genişletilen her türden milliyetçilik anlayışı, sürekli saf/arı bir toplum arayışı içindedir. Bu zamana kadar işlerlikte olan, yüzyıllık saf/arı toplum arayışına en olumlu cevap, genellikle Orta Anadolu’dan ve muhafazakarlaşma ve milliyetçileşme eğilimi içinde olan kuzey ve güney sahil kentlerinden gelmekteyken, şimdi bu kervana batı bölgelerimizde bulunan kentler de dahil olmuştur.[26] Bu coğrafi alanlar, millet olma fiilinde, genellikle günahkar ve yıkıcı toplumsal eylemlerin geçmişte olduğu gibi bugün de sahipleri olmuşlardır. Bu toprakların insanlarının, Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin ve buna ilaveten Kürtlerin ve Alevilerin şimdilerde de Romanların yaşadığı trajedilerde, kendilerinin inkar etmeye bile utanacağı(?) büyük katkıları vardır.

Bu toprakların kadim nüfusu olan Ermenileri ölüme yollayan, Rumları Yunanistan’a Yahudileri Aşkale’ye süren, Kürtleri Dersim’de kıyıma uğratan ve onları süren, Alevileri Sivas'ta yakan zihniyet bugün de Romanlara saldırmış ve bu durum, “şaşılacak bir şey yok” ya da “vatandaşın haklı tepkisi” aymazlığı olarak kalmamalı. Çünkü bu aymazlık, doğrudan devlet yetkililerinin telaffuz etmekte neredeyse cinsel bir haz duyduğu “tek din, tek millet, tek devlet” benzeri sloganlarla kitleleri yıkıma ve linç güruhuna çevirmeye hizmet ediyor. Ki, linç, en aşikar medeniyet kaybıdır. Linçin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı, infial uyandırmadığı bir toplum, toplum olma vasfını yitiriyor demektir.[27] Bu vasfın yitirilmesinde vitrini dolduranlar ise, milliyetçileşmeyi ve bir linç güruhu olmayı bir insanlık onuruymuş gibi taşıyan fanatik kıyımcılardır. Kıyımcılar kendi nedenlerinin mükemmelliğine her zaman inanırlar, ama aslında nedensiz nefret ederler.[28] Ama ifade edilen nedenler, onların değerleridir. Ancak unutulmamalıdır ki vatan, millet, din, ahlak vb. gibi bütün diğer değerler insan haysiyetine hizmet ettikleri ve bunun davasını sürdürdükleri ölçüde değerdir [29] yoksa, kitleleri aldatmak için uydurulmuş koca birer yalandan başka bir şey olamazlar.

Bir toplumu oluşturan bütün toplumsal grup üyelerinin, kendi dışında olan öteki grupla kurdukları insani bir ilişki yoksa, o grupta insanlık da yoktur. Çünkü toplumsallık “dilek olarak” vardır.[30] Eğer bu dileğin gerçekleşmesi için gerekli insani adımlar atılmıyorsa, toplum da varolamaz. Başka insanlarda insanlığı öldürerek hayatta kalmaya çalışan kişi, kendi insanlığının ölümünden sonra hayatta kalmış demektir.[31] Son yaşanan olaylar sonucunda neredeyse bu toplumda insanlık, kendinden ve kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarının ötesine geçmeyen bir durum halini almaya başlamış ve vicdandan arınmıştır. Yaşadığımız dünyanın ve toplumun vicdanı rafa kaldırmadan daha çok insanileşmesi için, daha farklı toplumsallaşma/insanlaşma pratiklerini hayata geçirmesi gerekir. Bunun için ilk önce, bir toplum ve insan olarak geçmişimizle ve hatalarımızla yüzleşmemiz, ötekini/yabancıyı kusmayan ve mağdur olanı kendine dahil eden ve ötekilerin de içinde adil ve onurlu bir biçimde varolduğu bir toplumsallığı yaratmamız gerekir. Aksi halde, bir toplum olarak insanilikten arınmış bir külteden/güruhtan başka bir şey olamayız.


[1] Bu konuda Fuat Dündar’ın İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskan Siyaseti (2007), ve Modern Türkiye’nin Şifresi (2008) adlı çalışmalara bakılabilir. Çok uzağa gitmenize gerek yok İç Anadolu bölgesinde bulunan köylerin etnik-dini yapısına bakmanız ya da konuşulan dile/şivelere kulak kabartmanız yeterlidir.

[2] TGYONA, Türkiye’de Göç ve Yerinden Olmuş Nüfus Araştırması, H.Ü. Nüfus Etütleri Enstitüsü, 2006. s.24.

[3] Zygmunt Bauman, Pstmodernlik ve Hoşnutsuzlukları, Çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yay. 2000. s.32.

[4] Zygmunt Bauman, Akışkan Aşk, Çev. Işık Ergüden, Versus Yay. 2009. s.161.

[5] Fuat Dündar, Modern Türkiye’nin Şifresi, İletişim Yay. 2008, s.441.

[6] Dündar (2008), a.g.e. s.441.

[7] Soner Çağaptay, Türkiye’de İslam, Laiklik ve Milliyetçilik: Türk Kimdir?, Çev. Özgür Bircan, İstanbul Bilgi Üniv. Yay. 2009, s.1.

[8] Dündar(2008), a.g.e.s.437.

[9] Wolfgang Sofsky, Dehşetli Zamanlar, Çev. Dilek Zaptçıoğlu, İletişim Yay. 2009, s.79. Özelikle bu çalışma şiddeti ve doğasını anlama noktasında ufuk açıcı bir çalışmadır.

[10] Michel Bourse, Melezliğe Övgü, Çev. Işık Ergüden, Ayrıntı Yay. 2009, s.96.

[11] Binnaz Toprak, İ. Bozan, T. Morgül, N. Şener, Türkiye’de Farklı Olmak, B.Ü. Bilimsel Araştırmalar Projesi, İstanbul, 2008, s.101. Ayrıca ilgili proje, Metis Yayınları’ndan 2009’da aynı adla kitap olarak çıkmıştır.

[12] Fuat Dündar, İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskan Siyaseti, İletişim Yay. 200, s.127. Ayrıca devam eden sayfalarda Çingeneler konusunda uygulanan iskan politikalarının değişkenliğini ve resmi makamların onlara bakışını izleyebilirsiniz. Bu bakışın resmi makamların “devletlü katında” hala canlı olduğunu, Selendi de yaşanan olaylara bakarak aşılamadığını göreceksiniz.

[13]Tolga Korkut, Manisa'da Ayrımcılık Romanlara Irkçı Saldırıya Dönüştü, http://bianet.org/ Erişim:10.01.2010.

[14] Ertan Kılıç, ‘Belediye başkanı anons yaptı, dozerler de geldi’, Radikal, 08/01/2010.

[15] ‘Vurun cingenelere’ diyorlardı, Radikal, 08/01/2010.

[16] Sadık Güleç, “Çocukluk arkadaşımın evini basmaya gittim”, Taraf, 10/01/2010.

[17] Sofsky (2009), a.g.e. s.24.

[18] Güleç (2010), a.g.y. Taraf.

[19] Toprak vd.. (2008), a.g.e. s.101.

[20] René Girard, Günah Keçisi, Çev. Işık Ergüden, Kanat Yay. 2005, s.22.

[21] Sofsky (2009), a.g.e. s.12.

[22] Tanıl Bora, Türkiye’nin Linç Rejimi, Birikim Yay. 2008, s.8.

[23] Girard (2008), a.g.e. s.276.

[24] Sofsky (2009), a.g.e. s.26.

[25] Bauman (2009), a.g.e. s.149.

[26] DTP konvoyunu taşlayan İzmir, arkadaşlarının haksız yere gözaltına alındığını protesto etmek isteyen bir grup genci linç etmek isteyen Edirne gibi.

[27] Bora (2008), a.g.e. s.10.

[28] Girard (2005), a.g.e. s.143.

[29] Bauman (2009), a.g.e.s.109.

[30] Bourse (2009), a.g.e. s.182.

[31] Bauman (2009), a.g.e. s.109.