Sınırlar İnsanları Geçmeden

Coğrafi ve siyasi anlamı olan sınırlar içinde kendi ulusunu yaratan devletler, günümüzde sınırlarını zorlayan ve hatta bu sınırları yıkıp geçen küreselleşme ve göç olguları karşısında ulus devlet olma niteliklerini koruyabilme sınavı verirler. Sınırları hükümsüz kılan göçün modernitenin sonu olacağını ileri sürenler olduğu kadar; göçün ulus devlet yapısını ve milliyetçiliği pekiştireceğini ileri sürenler de vardır. SALT Galata’da sergilenmiş olan Avusturyalı sanatçı Oliver Ressler’e ait “Kim Kimi Güverteden Atar?” başlıklı sergideki çalışmalardan biri ve internetten de erişim[2] imkânı olan “Geçiş Hakkı” (The Right of Passage) isimli kısa filmden hareketle kaleme alınan bu yazıda, küreselleşme ve göç olgularının ulus devlet üzerindeki etkilerini düşünmekten çok -ki kesinlikle konuyla bağlantısı yadsınamaz-, sınırların gerçekten “sınır” olma niteliği üzerinden yeni bir yurttaşlık anlayışı ve bu anlayışın siyasal alanın icadındaki etkisinden bahsedeceğim.

Barcelona’da “belgesiz” yaşayan bir grup kişi ile felsefe ve siyaset teorisyenleri Sandro Mezzadra ve Antonio Negri’yle yapılan röportajları içeren filmde, yurttaşlığın doğası sorgulanırken yurttaşlık hakkı için verilen mücadeleler de ele alınır. “Küresel yurttaşlığı nasıl tahayyül edebiliriz?” sorusunu sorarak başlayan filmin devamında ise küresel yurttaşlığın sınırların ortadan kalktığı ve eşitliğin gerçek anlamda etkin olduğu bir dünyada olanaklı olabileceğinden bahsedilir.

Sınırlar sadece devletlerin egemenlik alanlarını ve onların sorumluluklarının sınırını ya da serbest dolaşım üzerindeki kısıtlamaları mı ifade eder? Aynı zamanda yaşamlar arasındaki sınırları da ifade ettiğini ileri sürmek zor olmasa gerek. İçinde yaşadığımız sınırlardan, sınırın ötesine baktığımızda sadece “öteki”yle karşılaşırız. Çoğu zaman neden öteki olduklarını dahi anlamlandıramadıklarımız, sınırları çizenlerin ve bu sınırlar içinde hakim olan ideolojileri yaratan ve üretenlerin eserleridir. Yani bize dışarıdan empoze edilenlerin sonucudurlar. Sınırlar bu anlamda siyasal ve toplumsal olanın da inşasına hizmet eder. Çünkü sınırlar çizilmeden, sınırın ötesindeki “başkaları”nı yaratabilmenin olanağı yoktur. Çoğunluğa göre “başkaları” ile tek ortak noktamız, müşterek bir dünyayı paylaşıyor olmamızdan ibarettir. Bu öyle bir yabancılaşma halidir ki, aslında kendimize yabancılaşmadır, kör olmaktır. Susan Sontag’ın Başkalarının Acısına Bakmak adlı eserinde yaptığı tespitler tam da “hakikatler”in biçimlendirdiği insanların yaşadığı bu körleşme haline denk düşer. Benzer acıları yaşamış farklı coğrafyalardaki insanların, Saraybosnalılar ile Somalililer, aynı sergi kapsamında fotoğraflarının gösterilmesine ilişkin duydukları memnuniyetsizliğini Sontag kitabında şu şekilde ifade eder:

“(...) mesele Saraybosnalıların gözünde de son derece basitti. Onlara göre, kendi acılarını başka insanların acılarıyla yan yana koymak, onları birbiriyle kıyaslamak (‘Hangi cehennem daha kötüydü?’) ve Saraybosna şehitlerini basit bir düzeye indirgemek anlamına geliyordu. (...) başka herhangi bir ülkede yaşayan sivillere karşı işlenen vahşetlerin resimleri dahil edilse ona da karşı çıkarlardı.”[3]

Diğer taraftan sınırlar, bir ülkede yaşayan bireyleri de kelimenin tam manasıyla biçimlendirerek sınırlar. Bu sınırlar ise tüm ülkelerin mutabakatı ile değil, ülkeden ülkeye değişiklik gösteren çeşitli normlarla sağlanır. Daha açık bir ifadeyle, devlet önce bireyi çeşitli belgeler veya düzenlemeler üzerinden yurttaş olarak tanımlar ve sonra bu bireyleri sınırlar. Buna kısaca sınır içinde sınır da denebilir. Neredeyse tüm devletlerin temel ve genel kuralı budur. Her ülkenin hukuk düzenine göre yurttaşlık kavramının içi farklı şekillerde doldurulmuş ve yurttaşlara farklı haklar ve ödevler tanınmış olsa da, yurttaşlığın tarihsel süreç içinde değişmeyen özelliği, yurttaş olmanın insan olmakla eş tutulmasıdır. Sergilenen işlerden biri olan “Acil Durum Tepetaklak” (Emergency Turned Upside Down)[4] isimli kısa filmde verilen örnekteki gibi, Nazi Hükümeti de insanlara istediklerini yapabilmek için, bu insanları önce yurttaşlıktan çıkarmıştı... “Yurttaşlık” statüsü devletler için her zaman önem arz etmiş, hatta aynı ülkede yaşayan iki bireyden birinin yurttaş olmaması hali, devletin kendi sınırları içinde bulunan bu iki bireye de eşit muamelede bulunmaması için yeterli görülmüştür. “Yurttaşlık” öyle katmanlı bir durumdur ki, kendi içinde hiyerarşi barındırır ve eşitsizliğe dayanır. Bu sebeple kimi zaman yurttaş olmak da farklı muameleye maruz kalmamak için yeterli değildir. Ülke sınırlarının yarattığı “başka” olma haline ya da bedensel ve inançsal gibi varoluşların çeşitliliğine karşı belli kimliklerin yüceltilmesi, yurttaşlar arasındaki ayrımcı uygulamaların zımni gerekçesini oluşturur. Yurttaşlık ölçütüyle yaratılan “ötekiler” ile ülkeleri ayıran sınırlar vasıtasıyla yaratılan “başkaları” birbirini besleyen bir bütünün parçalarıdır. Öyle ki, “Geçiş Hakkı” filmindeki yasal olarak Barcelona’da bulunma hakkı olan Afrikalı bir kişi, insanların kendisine karşı olan önyargıları ve bu önyargıların davranışlara tezahürü sebebiyle çoğu zaman kendisini insan gibi hissedemediğini ifade ederken, aynı filmde yurttaş olmayan ve “belgesiz” olan bir kişi, beyaz ve Gringo olduğu için toplumda imtiyazlı konumda olduğunu, istediği yere girip çıkabildiğini ve bu konuda herhangi bir soruyla da muhatap olmadığını ifade ediyor. Şu bir gerçektir ki; hakikat kurgusu içinde etlerine kazınmış kimlikleri sebebiyle kimi insanlar hukuken öyle olsalar dahi yurttaş ya da legal biri olarak toplum tarafından kabul edilmeyecek ve hepsinden önemlisi insan olarak ele alınmayacaklardır.

Tarihselliğin ve toplumsallığın çeşitli aşamalarında insanlıktan çıkarılanlar olduğu gibi, çıkarılmaya devam edilenlerin de olacağı bir olgu olarak karşımızda durmaktadır. Ulusal düzenlemelerin, uluslararası normların ve evrensel insan hakları hukukunun bu durumun çözümüne bir katkı sağlayamadığı da aşikârdır. Belki de, hukuken bir karşılığı olmasa da, söz konusu olan bir tür soykırımdır ve hukuken bir karşılığının olmaması, bu soykırımın devamlılığını ve görünmezliğini sağlayan temel bir dayanaktır. Butler’ın Levinas’ın “yüz” kavramıyla açıkladığı “yüzsüz kalanlar ya da yüzleri bize kötülüğün sembolleri olarak sunulanlar, yok ettiğimiz ve yas tutulabilirlikleri süresiz olarak ertelenen yaşamlar”[5] olmaları gereği, onlara karşı uygulanacak her türlü şiddet kendi içinde meşruluğunu bulacaktır. Bu noktada, var olma hakları şiddetle ellerinden alınan kişiler nasıl kamusal olarak görülebilir kılınacaklardır? Butler, insanın olduğu yerde insan olmayanın da var olduğunu, yani bazı insanların insan sayılırken bazılarının sayılmadığını ve “insanlık” teriminin statik bir ayrıcalık olmadığını ileri sürüp bazı insanların insanlıklarına erişebilmek için mücadele etmeleri gerektiğini belirtir.[6] Bunun en güzel örneği ise yurttaş olarak kabul edilmeyen kadınların, cinsiyet kimlikleri üzerinden yürüttükleri mücadeleler sonucunda insan olarak kabul edilmelerine paralel, yurttaş olarak da tanınmalarıdır. Mücadele edilecek durumun belirlenmesinin yanı sıra bu mücadelenin nasıl bir etikle, hangi stratejiler izlenerek verileceği her ne kadar başlı başına ayrı bir konu olsa da, belirtilmelidir ki eğer karşı bir politika üretmekten bahsediyorsak yürütülecek mücadelede mutlaka şiddetsizlik etiğinin benimsenmesi gerekir. Aksi halde politik eylemlilikten uzaklaşılarak mücadele edilenle aynı yöntem izlenmiş olunur. Böylece mücadele sonu gelmeyen bir çatışmaya dönüşebilme ihtimalini taşır.

“Yurttaşlık” kavramının dönüşümle ilgili olması gereği, yeni bir yurttaşlık yaratılması her zaman mümkündür.[7] Günümüzde sınırlara rağmen, kimi zaman savaş ve katliamların yarattığı zorunluluktan, kimi zaman da serbest dolaşımın önündeki kısıtlamalara karşı bir duruş olarak sınırlar aşılmış ve halen aşılmaktadır. Çeşitli sebeplerden dolayı göç etmek zorunda kalan insanlar, ülkelerini terk ederek, başka bir ülkeye ulaşma ve eğer o ülkeye ulaşabilirlerse orada var olma çabası içinde büyük bir mücadele verirler. Verdikleri yaşam mücadelesi, onların kamusal alanda görünür olmaları için yeterlidir. Kamunun onları görmesi, fark etmesi gerekir. Başka bir deyişle, kamusal olarak görünür olma mücadelesine ilişkin “nasıl?” sorusunu soracak aktörler böyle bir durumda ülkelerini terk etme zorunluluğu içinde sığınmaya çalışan veya sığınan kişiler dışında kalan herkestir. Bedenlerin hareketliliğiyle sınırların bir şekilde aşılabilir olması, sınırların varlığını bulanıklaştırmış ve sınırlarla yaratılan statüleri veya tanımlamaları da buharlaştırarak aslında anlamlandırılmaya ve açıklanmaya muhtaç durumların varlığını gözler önüne sermiştir. Diğer taraftan, yurttaş olmayı veya çeşitli kâğıtlarla bir ülkede yasal olarak bulunmayı reddeden ve bireysel ölçekte eylemleri birer siyasi itaatsizlik[8] örneği olarak değerlendirilebilecek kişilerin duruşları da “yurttaşlık” kavramını muğlaklaştıran başka bir durumdur. Bu kişiler, “Geçiş Hakkı” filmindeki röportajlarda da ifade edildiği gibi, “yurttaşlık” statüsünün bir araç olarak devlet tarafından kişilerin takip ve kontrol edilmesine hizmet etmesi, bireyleri yönetilen bir topluluk olarak görünmez kılması ve sadece işgücü bakımından varlıklarının bir değer taşıması gerekçeleriyle bireylere âdeta bahşedilen bu norma uygunluk halini reddederler. Kaldı ki yasal olarak bir statüye sahip olmanın da kimi nitelikleri haiz bireyler için pek bir anlam yoktur. Afrikalı konuşmacının filmdeki beyanlarıyla da teyit edildiği gibi, bu kimseler çoğu zaman kendi “farklılıklar”ını unutmaya zorlandıklarını veya devletin ve toplumun bu yönde bir beklenti içinde olduğunu hissedebilmektedirler. Devletlerin hukuk aracılığıyla çeşitliliği görmezden gelerek bireyleri genellemeler ve soyutlamalar üzerinden ele aldığı statüler ve düzenlemeler artık öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, yaşanan süreçlerin ve içinde bunulan konumların hukukta bir karşılığı yoktur.

Bugün, “Geçiş Hakkı” filminin en başında sorulan sorudaki küresel ölçekte, ulus devlet sınırlarını aşan, varoluşlar bakımından kesin belirlenimlere karşı, geçişken belirsizlikleri içeren ve hatta doğadaki tüm organik unsurları da kapsayacak şekilde genişletilmiş bir “yurttaşlık” kavramı üzerine düşünmemiz gerekir. Ancak böyle bir yurttaşlık anlayışıyla sınırların insanlığı geçmesi yerine, insanların sınırları geçmesi sağlanabilecektir. Benzersiz bireylerden oluşan kamusal alanı şekillendiren “hakikatler”, Arendt’in yeryüzü yasası olarak belirttiği çoğulluğa hiçbir zaman uygun düşmez ve dolayısıyla hakim olan gücün dayattığı çerçevenin dışına çıkma, en azından bu çerçeveyi genişleterek değiştirme zorunluluğu, yani siyasal alanın icadı bugün ihtiyacımız olandır.[9] Son olarak, “Acil Durum Tepetaklak” filminde ütopyanın aslında sınırların açık olması değil, başarılı bir sınır denetimi olduğu ifade edilir ve bugün görmemiz gereken, bu cümlenin doğruluğunu kanıtlayan delillerin dünyayı sarmış olduğudur.



[1] Avukat, İstanbul Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku Programı yüksek lisans öğrencisi.

[2] https://vimeo.com/65239659, Erişim Tarihi: 7 Ocak 2017.

[3] Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2004, s. 113.

[5] Judith Butler, Kırılgan Hayat, çeviren: Başak Ertür, Metis Yayınları, İstanbul, 2016, s. 15.

[6] Judith Butler, Savaş Tertipleri, çeviren: Şeyda Öztürk, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2009, s.  76.

[7] Fatmagül Berktay, Politikanın Çağrısı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2012, s. 138.

[8] Bernard E. Harcourt, “Siyasi İtaatsizlik”, Yayına Hazırlayan: Evrim Öncül, İşgal Et – İtaatsizlik Üzerine Üç Tez, Kolektif Kitap, İstanbul, 2013, s. 68-69. Siyasi itaatsizlik; yönetilme biçimine karşı bir direniş olup, geleneksel siyaset mantığını, söylemini ve stratejilerini reddeden ve eylemlerinin karşılığı olan kanuni yaptırımları baştan kabul etmeyerek bu normları da değiştirmeyi hedefleyen bir direniş biçimidir.

[9] Ulrich Beck, Siyasallığın İcadı, çeviren: Nihat Ülner, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013, s. 203.