Hangi Hayır? (II)

Kırmızı çizgisiz, pozitif kampanyalar

Ortadakiler acaba eski Türkiye'yi nasıl görüyor? Buna varoluşsal kaygı ve endişelerle sımsıkı sarılsalardı, zaten kemik “Hayır” bloğu içinde yer alırlardı. Peki adına resmî jargonda Yeni Türkiye denen şeye nasıl bakıyorlar? Bu pakete gönül indirselerdi zaten kemik “Evet” bloğuna asker yazılırlardı. Öyle ise “ruhen”, yukarıda tanımladığımız, her iki kemikleşmiş bloğa da mesafeliler. Ancak sandık tavrı tartışmasız bir “Hayır” olan bilinçli demokrat kesimle içgüdüsel düzeyde müştereklerde buluşuyorlar. Bu müştereğin altı nasıl çizilir? Nasıl oyulur? 

“Başkanlığa Hayır” çizgisinde yoğunlaşan kampanya, bazen açıkça telaffuz eder, bazen de doğallıkla varsayar şu alt metni geçmektedir: “Parlamenter Rejime Evet”. Bu sorgulanmayan ezber, seçmeni parlamenterizm/başkanlık ikilemi karşısında bir seçim yaptığı yanılgısına sürüklemektedir. “Hayır” açısından buradaki tuzak şudur: Haklı ya da haksız, tartışması ayrı ve uzun mesele, seçmenin hatırı sayılır bölümünün algısı itibarıyla parlamenter rejim “eski” Türkiye ile özdeşleşmiştir: Koalisyonlar eşittir istikrarsızlık eşittir ekonomik büyümenin durması algısı örnek verilebilir. Parlamenterizmde ilkesel ısrar, eskide inat gibi algılanma riski taşır. “Hayır” vermekle başkanlık opsiyonunu elimine ettiğini sananlar, parlamenterizme "takılmış" durumdalar ve bu rejim biçiminin eski Türkiye ile özdeşleşmiş olduğunun ya bilincinde değiller ya da zaten bilinçli olarak eskiye sahip çıkıyor, iktidarın söylemini güçlendiriyorlar.

Bu çizgi, bir tür negatif kampanyadır. “Hayır vermekle parlamenter rejim tercihine angaje oluyorum” algısı, ortada sıkışmışların demokrasi bloğuna katılım ihtimalini zayıflatır. Tersine, vurgu parlamenterizme değil, basitçe legalizme ya da meşru düzene saygı çerçevesinde olursa, ittifak güçlenir, “Hayır” daha rahat “geçer”. Öncelikle “Mevcut Anayasanın Doğru Uygulanması için Hayır” çizgisi parlamenterizmi ilkesel düzeyde savunanlarla buna eleştirel yaklaşanları bu referandumda müttefik kılar. Hakiki ve özgür bir rejim tartışmasını, ilerideki daha demokratik bir ortama ertelemeye karar vermiş olduk.

Demokrat ruhlu bir “Hayır” kampanyası ısrarla seçimin bir anayasaya sahip olmak ile anayasasızlaşmak arasındaki bir tercih olduğunu anlatmalıdır. Anayasasızlaşmak bir Yeni Türkiye'ye geçmek değildir; çok daha eskilere, anayasal tarihimizin miladı sayılan Sened-i İttifak'ın da öncesine, 18 yüzyıl ortamına dönüştür... “Hayır” çıkar ve normalleşir isek, yenilenmiş bir Türkiye'nin 1980 Anayasası’nın ruhen de yenileyebileceği koşullar oluşabilir. Demokrat ruhlu bir “Hayır” kampanyası olası bir rejime ilişkin kırmızı çizgilere sahip olmamalıdır. Parlamenter rejimin ıslah edilmesi, sorun yarattığı düşünülen yönlerinin yeniden ele alınması kuşkusuz ciddi bir seçenektir, ama bunu “başkanlığı tartıştırmayız” kırmızı çizgisine taşımanın anlamı başkadır. Başkanlığın tartışılmasını dahi tabu gören bir anlayışın “Hayır” ile özdeş hale gelmesi ortada kalmışlara atılacak en büyük kazıktır, onları “Hayır”a yabancılaştırma riskini güçlendirir. Demokratik bir “Hayır” bu badire atlatıldığında yarın bir gün eğer rejim meselesi açılacaksa, parlamenterizmin de, başkanlığın da, olası her türlü karma rejimin de tartışmaya açık olduğunu bugünden açıkça ilan etmelidir.

Bir imkan: Kurucu irade olarak “Hayır”ı geçirmek'

Halkoylamasının meselesine bir de tersten bakmayı deneyelim: “Hayır”ı geçirmek ibaresi buna işaret eder. “Hayır” oyunu bir ret olarak değil, pozitif bir kurucu iradenin oyu gibi de okuyabilir miyiz? Asıl olumsuz tavrın “Evet” olduğunu göstermek anahtar önemde.

Güçler ayrılığı anayasal gündemimize 1961 Anayasası ile girdi, 1980'de tırpanlansa bile ayakta kaldı. Ancak tabandan gelen bir kurucu irade ile yerleşmiş olmadı, özünde bir darbe sonrasında ihsan edilmişti. Kuşkusuz iyi niyetli bir hamle idi, ama bir ihsandı; bir “ihsan eyleme” toplumsal deneyim açısından “elde etme”den çok farklıdır. Altmış yıla yaklaşan pratiği içinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bu ihsanın göreceli lüksünü yaşadı. Toplumların uzun tarihi açısından bakıldığında demokratik bilincin evrilmesi için altmış yıl nedir ki?

Şimdi ise iyi kötü bir güçler ayrılığı üstüne kurulu bir devlet işleyişi toplumun elinden alınmak isteniyor: Toplumun tam da bu anda vereceği karar, denge ve denetim mekanizmalarının yaşamsal bir ihtiyaç olarak algılanıp algılanmadığını tespit etmek için uygun bir fırsat. Seçmenin yarıdan fazlasının, hele bu günün koşullarında “Hayır” vererek güçler ayrılığına sahip çıkması, Türkiye anayasa tarihinde bugüne dek tabandan ifade edilmiş en güçlü kurucu irade beyanı, bir milat olacaktır. “Hayır” ile meşruiyetçi bir kurucu iradenin tecelli edecek olması onu pozitif bir tavra dönüştürmektedir.

“Evet”in yarının az üstünde oy alması ise, topluma yeni bir anayasa kazandırmış, anayasa sorunumuzu kalıcı bir çözüme kavuşturmayacak, hiçbir pozitif sonuç üretmiş olmayacaktır. “Evet”in toplumun diğer yarısı için yolun sonu olarak algılanması kaçınılmazdır. “Evet” sonucunun bir anayasadan beklenen temel özellik olan toplumu teğelleme işini becerme şansı hiç yok. Bir anayasa oylamasını herhangi bir oylamadan ayıran temel özellik şudur: Bir “Evet” ancak %80’ler %90’larla geçerse o toplumu bağlayan ana sözleşme niteliğini kazanır.

Oysa tersi, çok farklı olabilir: “Hayır” çıkması “Evet” verenler için yolun sonu olmak zorunda değil. Siyaseten doğru konumlandırılmış bir “Hayır” kucaklayıcı bir anayasal sürecin miladı olabilir. Bunun önkoşulu, gerçekçi olabilir, talep edilebilir ve  basitçe zaten olması gerekeni tarifleyen ve tam da bu nedenle bir değişime işaret eden bir “17 Nisan senaryosu” yazmaktır. “Evet”in askerlerini de rahatlatacak, gerçek değişimin tasavvur ve hayaline işaret eden “Hayır” kampanyaları, yaşanası bir ülkede vatandaşlık birliğini sağlamanın ilk adımını oluşturabilir.

Bu yazının dertleri şerefli bir yenilgi ile tarihe not düşmeyi sevenler için muhtemelen pek mesele değildir.

Yeşil Siyaset, Ortak Aklın Egemenliği için “Hayır” Diyor, Yaşanası bir Türkiye için “Hayır” Diyor

Bir zamanlar dünyaya tek adamlar hakimdi, onların denetimsiz ve dengesiz hırsları ve hataları yüzünden çok çekti insanlık; anayasal rejimlere geçildi. İktidarı dengelemek ve denetlemek, hataları ve felaketleri engellemek, barış içinde gelişmek, güven içinde refaha erişmek için anayasalar yazdık. İster parlamenter, ister başkanlık temelinde kurulsun, ister bunların bir karması olsun, her anayasal rejimin ana ilkesi, güçler ayrılığıdır. Yasama, yargı ve yürütme güçlerini ayırmayan, tersine birbirinin içine sokan, güçler arasında denge kurmayan, güçleri birbirlerine denetletmeyen rejimler, anayasal değildir; anayasa fikrinin ortadan kaldırılmasıdır. Bir anayasayı anayasa yapan, güçler ayrılığıdır.

Türkiye'nin doğal kaynakları sınırlı, beşeri kaynakları ise çok çeşitlidir. Bunlar, nasıl yönettiğimize bağlı olarak, hem risk hem imkândır: Küçük hatalar felakete dönüşebilir, iyi yönetim ise Türkiye'yi, kendi içinde ve komşuları ile barışık, sınırlı kaynaklarını idareli kullanan, çocuklarına güven ve refahı miras bırakan bir ülke yapar. İyi yönetim ortak aklın yönetimidir, tek adamın değil. Ortak akıl, ancak denge ve denetim ile ortaya çıkar.

16 Nisan'da bizden oylamamız istenen şey, bir “Anayasal Başkanlık Rejimi” değil, bir “Sorumsuz Muktedir/Tek Adamlık Rejimidir”. Oylayacağımız değişiklikler, anayasamızı bir anayasa olmaktan çıkarıyor. Çünkü, güçler ayrılığı yoksa, bir anayasa da yoktur!

16 Nisan'da, bir anayasa değişikliği oylamıyoruz. Anayasasız bir ülke haline gelmeyi oyluyoruz. Tarih bizi, gönüllü olarak bir anayasadan vazgeçen ilk halk olarak mı yazsın istiyoruz? Öncelikle buna “Hayır” diyeceğiz, elimizdeki anayasanın çizdiği sınırlara çekileceğiz. Bunu becerirsek, ki beceririz, gerisini de getirmeyi biliriz.

Ertesi sabah huzurlu bir güne uyanıp işimize gücümüze gidebilmek için, referandumda “Hayır” diyoruz.

* Bu ülkenin seçilmiş bir meclisi var: Ertesi sabah, sorumluluğuna sahip çıkacak. Üyelerine sahip çıkacak.

* Bu meclisin çıkardığı bir hükümet var: İşini bilecek, işine karıştırmayacak, hükümetliğini edecek. Hesabını da son kuruşuna kadar, meclise verecek. Siyasi hesabını, bir sonraki seçimde millete verecek.

* Bu halkın seçtiği bir cumhurbaşkanı var: Mevcut anayasanın çizdiği sınırlar içinde, kendine düşen görevleri icra edecek.

Ülkemiz, önce mevcut anayasası ile normalleşecek. “Bu mümkün, yapabiliriz!” diyoruz. Yaşanası bir Türkiye için, “Hayır” diyoruz.

Kuşkusuz, Türkiye yenilenmelidir. Özde yenilenmiş bir Türkiye, hepimizin ihtiyacı. Ancak yeninin tanımı, kimsenin tekelinde değil. Ortak akılla bulup çıkarmalıyız. Türkiye’nin 12 Eylül Anayasası’ndan kurtulması gerekli; daha demokratik, kamu idaresini akılcılaştıracak ve çağdaş standartlara kavuşturacak, hakları lafta tanımayacak, bilfiil koruyacak, insanın yanında doğanın da haklarını gözetecek, eşitlikçi ve ekolojik bir yeni anayasaya kuşkusuz ihtiyacımız var. Bunu senelerdir savunuyoruz, ancak oyladığımız anayasa bu değil. 

Anayasal rejime dair her şeyi özgürce konuşabiliriz: Başkanlık rejimini de konuşuruz, parlamenter rejimi ıslah etmeyi de, ikisinin olası karmalarını da. Bize uygun bir demokratik anayasal rejim mutlaka vardır, ortak aklımızla bulur çıkarırız.

Gelen düzen gideni aratmasın, Yeni Türkiye demokrasiden geri kalmasın diye, referandumda “Hayır” diyoruz.

Yaşanası bir Türkiye için, “Hayır!” Ortak aklın egemenliği için “Hayır!” diyoruz.