Bekleyişin Coşkusu

Hannah Arendt, Şiddet Üzerine’de öğrenci ayaklanmalarından, tanımlanılmakta zorlanılan “yeni kuşak”tan bahsederken Stephen Spencer’dan gelecek üzerine şu alıntıyı yapıyor: “… gömülmüş bir saatli bomba gibi, ama bugün tiktaklarını duyuyoruz.” Yine Spencer’dan hareketle yeni kuşağı “saatin tiktaklarını işitenler” olarak tanımlıyor (Arendt, 1997). Yıllar yıllar önce tiktaklara karşı bir işitme eyleyen yeni kuşağın bugün, tiktakların şiddetinden sağır olan bir kuşağa evrildiğini söyleyebiliriz. Akrebin, yelkovanın ve onların hareketinin şiddeti bir maruz bırakmaya, esaretimizi öngören bir çaresizliğe dönüşmüş gibi duruyor. Yani, yeni kuşak, gömülmüş bir saatli bomba olan geleceğin şiddetine bugünden maruz kalan bir kuşak halinde artık. Şiddetse dünden ve bugünden azade bir yarına sahip. Arendt’in şiddet ve iktidar kavramları arasında yaptığı derin ayrıma bugün, burada inanmak bizim için zorlaşıyor. Çünkü iktidarın, egemen olanın, şiddetle var olmadığını düşünmek buradan pek de inandırıcı gözükmemeye başladı. Bu inançsızlık, sade bir umutsuzluğa içre değil. Arendt’e göre son çare olan, kendi yıkımını hızlandıran bu şiddet, uygulayıcısını bir türlü yıkıma uğratmayan bir noktada. Bunu söylemenin de umutsuz göründüğünün farkındayım, yinelemek gerekirse bunun da umutsuzluğa dahil olmadığını savunuyorum.

Şiddetin sürekliliği reddedilemez bir ivmeyle vücut buluyor; buna devam ediyor. Günlere, günlerin şiddetiyle başlayıp uykulara, rüyaların şiddetiyle dalıyoruz. Uyanışlar da bir o kadar şiddetli. Geleceğin hep bir şeylere -olumlu veya olumsuz- “gebe” olarak betimlenmesi de artık alıştığımız, alelade bir kalıp. Doğurgan bir gelecek, dişil bir gelecek miadını doldurmayan algılardan biri olarak zihinlerimizde yerini koruyor. Tiktakların şiddeti, bu “gebe” gelecek algısıyla da örtüşüyor. Geleceğe yüklenen bir görev olarak gebeliğin, bu gebe halin sonundaki doğumun da bir şiddeti, sancıların da bir şiddeti var çünkü.

Rebecca Solnit, “Şiddetin bir ırkı, sınıfı, dini ya da milliyeti yok, ama şiddetin bir cinsiyeti var,” diyor (Solnit, 2015). Şiddetin cinsiyetini ırkların, sınıfların, dinlerin ya da milliyetlerin şiddetindeki temelde görmek pek de zor değil. Şiddetin cinsiyeti bir fail ve parçaları onun üzerinde birleştirebiliyoruz. Dişil algıladığımız geleceği, bir şeylere mutlaka “gebe” olduğunu varsayarak tahayyül ettiğimiz günleri şiddetin cinsiyetini hesaba katmadan beklemek, bizi hiçbir yeni vakitle karşılaştırmayacak. Karşılaşmayacağımız yeni vakitlerin kesinkes umutsuz olduğunu ifade etmiyor elbette bu. Bir umutsuzluğu anlatmıyorum ve kendimi bunu vurgulamaya mecbur hissederek devam ediyorum. Çünkü sağır ve dilsiz olmuş kuşakların umutsuzluğu göğüslemeye mecali yok. Bana kalırsa umudu da göğüslemeye mecalimiz kalmadı. İkisinden birini tercih etmek zorunda da değiliz. Bekleyişin bir coşkusu olduğunu hissediyorsak umuttan veya umutsuzluktan başat şeylermiş gibi söz etmek farazi.

Bekleyişin; alışıldık, tanıdık bir “gelecek”e karşı -bile olsa- bekleyişin coşkudan muaf olduğunu söyleyemem. Yesayan’ın coşkusunu tatmadan bekleyişten bahsetmek -benim için- mümkün değil. Tiktakların şiddetine maruz kalmak bile bu coşkudan geri durmak için bahane olamaz. Sözü Zabel Yesayan’a bırakmak daha iyi olabilir bu durumda.

“Şahane bir bekleyişin coşkusu var içimde. Ruhumun sürgünde olduğunu ve azad edilmeyi hevesle beklediğini hissediyorum. Ne ya da kim yağlayıp gevşetecek onun zincirlerini? Her an ümitlenmek ve ümidini yitirmek mümkün” (Yesayan, 2016).

Yesayan’ın bekleyiş coşkusunda ümide ve ümitsizliğe kör göz bağlanmayan bir belirsizlik var. Bu belirsizliğin, iniş ve çıkışın, “mümkün”ün coşkuya hâlâ içre olduğunu görmekse daha naif bir yerden “heves”in kıymetini anlatıyor. Ümitlenmek kadar ümidi yitirmenin de aynı kudrete sahip olabileceği ihtimalini düşünmeye sevk ediyor. Belki de aranan kudret, bu belirsizliğin uçlarından birinde değildir. Belki bekleyişin coşkusu, sürgün ruhların azat edilmeye duyduğu bu hevesli bekleyiş -hangi işgalci duyguyu içerirse içersin- kendi başına kudretlidir. Umutluluk da umutsuzluk da işgalci duygular. Bu duyguların işgalciliğindeki şiddet de omuzlarımıza koca koca yükler bırakıyor. Bu yükleri omuzlamak zorunda değiliz. Bir şey veya biri tarafından “azat edilmeyi” de beklemek zorunda değiliz, Yesayan’ın aksine. Bir kurtarıcıya ihtiyaç var mı?  

Tiktakların şiddetinden sağır bir kuşak olarak, bana kalırsa, tiktakların cinsiyetini de göz önüne almamız gerekir. Umutluluğun ya da umutsuzluğun o kadar da önemli şeyler olmadığını düşünmek için bir nefes almamız gerekir. Bu yüklerden neden kurtulmuyoruz? Kahramanca olan her şeyin kahrından niye kurtulmuyoruz? Kurtulamıyor muyuz?

 

KAYNAKÇA 

Arendt, H. (1997). Şiddet Üzerine. İstanbul: İletişim Yayınları.

Solnit, R. (2015). Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar. İstanbul: Encore Yayınları.

Yesayan, Z. (2016). Sürgün Ruhum. İstanbul: Aras Yayıncılık.