Sandık İttifakı ve Ötesi

16 Nisan sandığı, benzemezleri Hayır’da fiilen bir araya getirdi. Buradan bir adım öteye gidebilir miyiz? Nasıl?

Hayır’cıların listesini çıkarmaya soyunabiliriz, ama besbelli, sonu yok, her grubun içinden bir dizi alt küme daha çıkacaktır, uzar gider. Faydası olur muydu? Tersine, parçalılık duygusunu pekiştirebilir. Sandık ittifakını analiz etmekse, diğer yöntem. Siyasal imkânları görmenin yolu malzemeyi didiklemekten geçiyor. Bundan çıkacak sonuca, alıştığımız şekilde bakarsak çok vaat edici bulmayabiliriz. Otomatik pilota bağlı bir şeyden söz etmiyoruz; imkânı hayata geçirmenin önkoşulu, buna azimli, emek harcamaya hazır, iyimser kafada bir siyasi öznenin varlığı.

Sandık ittifakının belirgin özelliği, Türkiye'yi sosyal açıdan ve siyaseten bölen her iki fay hattının da karşılıklı uçlarında yer alan güçleri bünyesinde barındırıyor olmasıdır. Hem darmaduman olmak için sağlam nedendir bu, hem de fırsat. Çok-parçalılığa nereden baktığımıza ve nasıl yaklaşacağımıza bağlı…

Bu iki fay hattının ilki “Kürt sorunu” adı verdiğimiz şey. Kürt olmanın sorunlu bir şey olduğunu ve sorunun sadece Kürtlüğün var olması ve hak iddia etmesinden kaynaklandığını ima etmekle, kendisi sorunlu bir tanım. “Türk sorunu” da diyebilirdik, belki derdimizi daha iyi anlatırdı. Siyaset bilimciler, “Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşlık tanımında etnisite boyutu” türünden lakırdılar ederdi, biz de “Türkiye'nin milliyet/ler meselesi” diyelim.

Sandıktaki Hayır ittifakımız, Kürt Hareketi’nin ezici çoğunluğunu, farklı eğilimleri ile birlikte içerdiği gibi, bunun antitezi olan “Türk hareketini” de kapsar; hem de sağ ve sol, her iki ana damarı üzerinden kapsar. Sağdaki, milliyetçi hareketin referandum vesilesi ile bölünmesi ile ortaya çıkan iki parçanın daha irice olanıdır. İkincisi ise kısmen küçük partilere de dağılmış olmakla birlikte genelde CHP tarafından temsil edilen ulusalcı ya da sol milliyetçi akımdır. İki damarın refleksleri çoğu zaman ortaktır.

Milliyet/ler meselesinde duygusal ve aktif taraf olanların Hayır’cı taban içindeki ağırlığı birbirine kabaca eşit sayılabilir. Ancak Hayır’cı taban çoğunluğunun kendisini duygusal açıdan öncelikle etnik kimliği üzerinden tanımlayanlardan oluştuğunu söyleyemeyiz: Vatandaşlık tanımında etnik hassasiyeti her şeyin önüne koymayan, bu konuda yoğun bir duygusal tavır göstermeyen, kulağı yeni önerilere açık kesimin de hayır cephesinde yeterli güçle temsil edildiği ve iki “milli kanat” arasında denge sağladığı düşünülebilir. Hayır cephesi gücünü aslen, Türkiye’nin milliyet/ler meselesini kalıcı olarak aşmak amacı ile düşünen ve aktif politika geliştiren, örneğin geçmiş süreçte diyalog için çaba gösteren kesimlerin ağırlıklı olarak bu cenahta buluşuyor olmasından alır.

İkinci fay hattı dinsel pratikler üzerinden giden gerilim çizgisidir; yaygın şekilde Müslüman/laik çatışması olarak adlandırılır. “Dinsel-seküler yaşam tarzı fay hattı” belki daha iyi bir adlandırma: Gündelik hayatı “öncelikle dinî değerlere dayalı” veya “öncelikle dindışı değerler temelinde” sürdürme yanlısı eğilimlerin çelişkisi Türkiye’yi bölen ikinci temel çatlaktır.

Seküler yaşam tarzını tercih edenlerin ezici şekilde Hayır ittifakında buluştuğu aşikâr. İlk bakışta Hayır’cılık, bir seküler yaşam tarzı ittifakı olarak dahi algılanabilir. Özellikle yurtdışından bakışlarda bu tür “oryantalist” yorumlar ağırlıklı. Hemen ikinci bir bakış ise bunun pek de böyle olmadığını gösterecektir. Hayır ittifakında, nicel olmasa da nitel açıdan kayda değer bir Müslüman ağırlık vardır. Saadet Partisi’nin açık Hayır tavrı ve bu yönde kampanya yürütmesinin ötesinde, geçmişte AKP seçmeni olup halihazırdaki iktidar pratiklerine etik açıdan eleştiri getiren kesimin Hayır blokuna geçiş yaptığı göz önüne alınmalıdır. AKP+MHP bloku her altı seçmeninden birini kaybetmiştir ve bu grubun içinde Müslüman duyarlılığı ciddiye alınacak boyuttadır. İstanbul’un Eyüp, Fatih, Üsküdar gibi “Müslüman ilçe”lerinden en az ülke ortalaması ölçeğinde ya da üstü Hayır oyu çıktı. Bu durum, özellikle sandık ittifakı içindeki dinî kesimin nitel kalitesine işaret eder. Bu cenahın referandum değerlendirmesinde “birlikte yaşama” kavramına atıfta bulunulmuş olmasını da bir kenara not edelim. "... her türlü algı operasyonuna, haksız iddia ve ithamlara maruz kalmalarına rağmen, bu süreçte hiçbir zaman asaletlerini bozmamış, bu duruşlarıyla referandum sürecinde kutuplaşmayı engellemiş, daha derin kırılmaların yaşanmasına izin vermemiştir.”

Özetle, Hayır ittifakı Türkiye'nin temel eğilim ve sorunlarını eksiksizce yansıtan, ülkenin küçültülmüş bir modeli olarak görülebilir. Peki, tüm bu “karşıt” ya da “çelişen'”unsurların tam da böyle bir tarihî bağlamda, kamu düzeninin çivisini çıkartan bir referandum sorusu etrafında bir araya gelmiş olması ne anlama gelir? Bu ittifak referandum sonrasında yeni bir boyut daha kazanmıştır, burası artık bir huzursuzlar, bir rahatsızlar zeminidir. Gerçekte ne olduğundan bağımsız olarak, sürecin adaletsiz ve şeffaflıktan uzak yürütüldüğü duygusu kalmıştır geriye, buruk bir tattır. Manipüle edildiği düşünülen bir referandumu kıl payı kaybetmiş olmanın verdiği rahatsızlık duygusu, bu rahatsızlığı aşmanın ortak yollarını aramaya götürebilir mi Bizler'i?

Öte yandan, Evet veren bir artı üçte bir partinin tabanı da aynen Hayır gibi, bir sosyolojik sandık ittifakından başka bir şey değildir ve Hayır ittifakının barındırdığı tüm unsurları farklı bir karışım ve -tam tersi- ağırlıkla da olsa aynen içinde barındırır. Başka bir deyişle, iki sandık ittifakının farkı bileşenler listelerinde değildir: Yukarda tanımlanan dört kutup eğilim oy cephelerinin her birinde -kuşkusuz hayli farklı ağırlıklarda- temsil edilir; ancak tümü de, her iki sandıkta birden temsil edilmektedir. Evet tercihi, İslâmi-muhafazakâr duyarlılık sahipleri ile sınırlı değildir; aynı cephede buluşan bir kısım otoriter laikler, Türk milliyetçileri ve Kürdíli hicazkâr derdine bir başkan baba lütfu ile derman bulmayı uman seçmenler için de cazip olmuştur. Eğer iki tercih arasında gerçekten bir fark varsa bu, kimlik listelerinde değil, tabir caizse listelerin bir araya gelişinin “kıvamında” ya da “hissiyatında”dır. Benzer bileşenlerin hangi saiklerle aynı sandığa düştüğünün yanıtı her iki cephede farklıdır ve işte bu kıvam ya da hissiyat farkı hayatidir.

Evet ittifakı da fay hatlarımızın karşıt temsilcilerini bünyesinde barındırır: Ancak Evet bu fay hatlarını hamasi bir birlik beraberlik söylemi içinde görünmezleştirir, üstünü örter. İçgüdüsel olarak, bunların kuşkusuz farkındadır, ancak nasıl halledileceği meselesinde bizzat rol oynama iradesini terk ve devretmiştir. Siyasi irade oluşturmak zor iştir, bu grup seçmen, zımni bir anlaşma ile iradesini patronaj ilişkisi kurduğu siyasal liderliğin basiretine teslim etmiştir.

Patronaja razı gelmenin önkabulleri şudur: “Kimliklerarası denge”nin özünde bir hiyerarşi meselesi olduğu Evet cephesinde yer alan tüm taraflarca kabul olunur. Bu hiyerarşinin kurallarını ve dozunu ayarlamak, gereğinde bozarak yeni dengelere kaydırmak ve yeniden ayarlamak liderliğin takdirindedir: Patron ya da “reis” bilir. Çoğunluk-dışı gruplar, çoğunluk mensubu olarak görünecek, bunu beceremediği noktada uslu çocuk olmayı kabullenerek kendini çoğunluğun himmet ve himayesine teslim edecektir. Osmanlı klasik millet sistemine paralel bir anlayışla, çoğunluğa “zimmetlenecek”lerdir. Referandum sonrası ilk 24 Nisan bildirisi bunun ipuçlarını verir: "Ülkemizdeki Ermeni cemaatinin huzuru, güvenliği ve mutluluğu bizim için özel öneme sahiptir. Tek bir Ermeni vatandaşımızın dahi ötekileştirilmesine, dışlanmasına, kendini ikinci sınıf hissetmesine tahammülümüz yoktur.” 1 Mayıs, hakeza: “İşçi ve emekçi kardeşlerimizin, tüm toplumun desteğiyle, birlik ve beraberlik içinde sürdürülecek çalışmalara öncülük etmesini önemli görüyoruz.”

Bu konularda olası “rota değişikliklerine” etkide bulunmak artık kamusal siyasetin değil, kapalı lobi faaliyetlerinin meselesi olacaktır. Bu tarzı siyaset tercihi, sosyolojik çoğunluk mensuplarının ağırlıkla Evet’e meyletmesini, kendini azınlıkta hissedenlerin ise ağırlıkla karşı cenahta yoğunlaşmasını da açıklar. Azınlık mensupları, Tanzimat’ın bunu resmen ilan etmesinden yüz seksen yıl sonra zımni olmayı bu kez bilfiil kendileri reddetmektedirler. Tersten de okuyabiliriz:  Hayır ittifakının içindeki her beş kişiden biri bu cenaha geçiş yapmış Sünni/Türk, dinsel duyarlıklı, kısaca “çoğunluk sosyolojisi mensupları”ndan oluşmaktadır: Tam da bu geçiş, bir milattır ve bu seçmen grubuna önemli bir  tarihsel bir misyon yükler.

Sandık tercihlerimiz, temel olarak bir tarzı siyaset tercihi ayrımına denk düşer. Kamusal siyaset ihtiyacı karşısında klientelist, kapalı kapılar ardında patronaj siyasetine meşruiyet sağlayıcı bir ruh hali. Oysa fay hatları hayati. Bekir Ağırdır'ın ifadesi ile: “Artık asıl sorunumuz ortak yaşam irademizin zayıflaması, ‘biz’ duygumuzun, tahayyülümüzün eksilmesidir.” Ve “bu sözünü ettiğimiz kimlikler, siyaset, siyasi kutuplaşmalar, hayat tarzı ayrışmaları sadece bugüne dair bir mesele değil, 150-200 yıllık bir geçmişin de ürettiği sonuçtur”. Bir kez daha istibdadın tarzı siyasetince buzdolabına tıkıştırılamaz. Hayır’da birleşen yarı-milletin siyasi olgunluğu, fay hatlarına aktif tesir edecek bir siyasi ütopyayı mümkün kılıyor.

Hayır’da ifadesini bulan siyasetin kıvamına biraz daha yakından bakabiliriz. Çoğunluk sosyolojisine dahil olmakla birlikte, 1 Kasım’dan 16 Nisan'a “saf değiştiren” kesim yukarıda dikkatimizi çekmişti: AKP artı MHP’nin her altı seçmeninden birine denk düşen on puanlık bir Sünni/Türk sağ seçmenin her şeyden önce, toplumsal/siyasal konforundan feragat ettiği söylenmeli. Bu kesim, “kendi toplumsal tarihsel yararlarına” tasarlanmış çoğunlukçu bir rejim arayışına geçer oy vermemiş, böyle bir rejim çerçevesinde hiyerarşinin tepesinde yaşama projesini adil ve sürdürülebilir bulmadığını oyu ile ifade etmiştir. Bunu siyasi eğilimlerin iç kadro çekişmeleri ile “açıklayarak” değersizleştirmek anlamlı değil. Bu tavır özellikle metropolleşen bölgelerde süreç içinde mayalanmış, yoğunlaşmış ve ortaya çıkmıştır. Böyle bir tavrın, geçmiş örneğini bilmiyoruz, tarihsel bir “ilk”e tekabül ediyor ve muhtemelen kalıcı bir eğilimin göstergesi. Hayır cephesinin ortak aklı bu feragati daha ileri bir noktaya taşıyabilir, ortak bir gelecek tahayyülünün bir ayağı için kendini ifade zeminine dönüştürebilir mi ?

İkinci olarak, Hayır’ın çoklu karakteri geliyor ya da dip dalgası olarak Hayır. Halkoylaması öncesinde kimse işi örgütlü “yüksek siyaset”e bırakıp geri çekilmedi. Herkes işin bir ucundan tuttu, eşeğini sağlam kazığa bağladı. Hayır’ın Gezi ile benzeştiği nokta tam da bu. Herkes kendine görev edindi, işi ele aldı, yüzlerce, hatta binlerce mini kampanya ile kendi çevresine, sosyal ortamına, kendi hayat tarzı kulübüne hitap edecek özgün argümanları bulup çıkardı, sosyal medyayı ve imkân bulduğu ölçüde sokağı son derece zengin bir anlayışla kavrayarak kendi işini gördü, büyük bir siyasi olgunluk sergiledi. Trump kampanyasının milyonlarca dolara satın aldığı her bir seçmene kendi bireysel kampanyasını sunan mikro-hedef hizmetini sıfıra mal etti, çok etkin çalıştı. Küçük, kenarda kalmış siyasetler kadar, hatta ondan çok, bağımsız sivil aktörler ortaya çıktı.

Gezi’de yapılan araştırmalar katılan kitlenin kabaca %85 oranında, ayaklanma öncesinde örgütlü siyaset ile ilişkisiz olduğunu göstermişti. Kendiliğinden siyasallaşan bu ezici kitlenin varlığı örgütlü siyasi grupların da kendine çekidüzen ve disiplin vermesini ve bir “ortak adap” oluşmasını sağlamıştı: Gezi'de tam da sözde-“apolitik” tabanın varlığı, basit bir yürüyüşte bile hırlaşmadan bir arada duramayan sol siyasetler bir tarafa, “ulusalcılar” ile “Kürtler”, “örgütlü Müslümanlar” ile “dinî referansı sıfır”lar gibi temel fay hattı pozisyonlarının bile on beş gün boyunca dar bir alanda ortak bir düzende var olabilmesini pekâlâ sağlamıştı. Örgütlü siyasetler birbirleri ile rekabet halinde idi, hepsinin birden gözünü diktiği ve sempatizan devşirmeye çalıştığı şey, o kendiliğinden gelmiş dip dalgası idi ve hiçbir “siyaset” de oyunu bozan olmayı göze alamadı. Gezi, ortaklaşmayı, dayanışmayı, kurallı rekabeti ve kolektiften kaynaklanan tam güvenlik halini içeren bu benzersiz demokratik momenti tam da bu “apolitik” dip dalgası sayesinde yakalamıştı. 

Hayır cephesinin ortak aklı, kendi dip dalgasına görünürlük sağlayarak onu bir adım öne çıkartabilir, siyaset bezirgânlarının hırslarını gemleyerek, onları az geride tutarak, isimsiz Hayır’a inisiyatif tanıyabilir ve onun örgütlü siyasete disiplin vermesini sağlayabilir mi?

Son olarak Hayır ittifakı, yukarıda tanımlanan iki fay hattının uçlarında taraf olmayan, ortak alana ilişkin politika üretmeyi önceleyen bir kesimi de barındırıyor. Bu kesim, siyaseti kendi kimlik hassasiyetini ortaya koymaktan ibaret olarak görmüyor ya da siyasi mesaisini buna yoğunlaştırmıyor. Siyasetin toplumsal fay hatları üzerinden konsolide olmasından tedirgin, bunu çözülmesi gereken bir sorun olarak görüyor. Fay hatlarına sıkışmış siyasi tabloyu aşmanın yollarına kafa patlatıyor, toplumsal sözleşmenin eşitlerarası bir ortaklık olarak yeniden tesisini önemsiyor, siyasette etik duruşu dert ediniyor. Bu demokrat potansiyel ve onun siyasi birikimi, Hayır ittifakının belki de en kritik sermayesi. Hayır’ın ortak aklını tanımlamak ve harekete geçirmede, anayasal süreci bir eşitlerarası müzakere süreci olarak kurgulamada inisiyatif, çıkarsa bu alandan çıkacak.

Yukarıda değindiğimiz rahatsızlık duygusunu şimdi de tersten, olumlu bir tespit olarak formüle etmeyi deneyebiliriz: Bu tespit, her anayasa tarihi, ya da hukuku 101 dersinin başlangıç cümlesidir. Ancak 16 Nisan sonrası duygu itibarı ile biz Hayır tercihi yapan yarı-millet için bu cümle, uzaklardaki akademik âlemin malı olmaktan çıkıp hepimizin harcıâlem yaşam bilgisine dönüştü: Bir anayasayı anayasa yapan şey, bunun toplumun oyun kurallarını ittifakla belirleyen, ortaklığa işaret eden bir anlaşma metni olmasıdır. Dayatılan “16 Nisan anayasası” ise, kabul edilen içerikten tamamen bağımsız olarak, Türkiye toplumunu orta yerinden karpuz gibi ikiye bölmüş bir belgedir. Dolayısı ile bir Anayasa olmanın asgari formel gereğini yerine getiremeyen bir metindir. Tartışmalıdır, adı “Benim Anayasam değil!”e çıkmıştır. Oysa bir Anayasa, “esastan” tartışmalı olmamalıydı.

Bir Anayasa yapmanın ne anlama geldiğini böylece ilk kez bizzat yaşayarak öğrenmiş olduk. 16 Nisan 2017 gecesi, tepeden dayatılan bir süreç olarak anayasacılık ile “toplumsal bir pratik olarak anayasa yapma”nın farkını gördük. Sözde kırk dokuz küsurla direkten dönen top, bizzat anayasasını yapmış bir toplum olmanın nasıl bir duygu olabileceğini hissettirdi: Tam da bu his, bu metnin “sakat bir şey” olduğunu anlatır bizlere. Resmiyet her neyi dayatır ise dayatsın, 16 Nisan’da bir yok-anayasanın “ölü doğduğu” bilgisi, artık genelgeçer bilgidir artık. 

Hayır’ın olası ortak aklı bloke olur mu? Elbette mümkün. Bildiğimiz hikâye yeniden başa da sarabilir. Devletleşmiş iktidar, bugünlerde kendi şokunu atlatarak tam da bu dersi çalışıyor. Başlıca riskimiz, bizzat kendi hayat bilgimizin kabarttığı kuşku, tedirginlik ve korkularımızdan ibarettir. Bunlara geçit verdiğimiz ölçüde, kuşku ve korkularımızın nesnesi olan aktörler de başlarını kaldırarak “görevlerini ifa”dan imtina etmeyeceklerdir. En büyük riskimiz, tüm toplum için yeni bir vizyon yaratacak hayırlı bir ittifaka soyunmaktansa, kendi içine kapanmak, hedefi yeniden küçültmek ve aramıza yeni katılımları görmezden gelerek kendi korku saflarımıza ricat etmek ve bunları sıklaştırmaya soyunmaktır. Direkten dönmeyi kalıcılaştıracak ve tarihsel fırsatı teptirecek ricat politikası, kendini bir kırk dokuz küsurluk zafer retoriğinin arkasına gizlemeyi bilecektir.

Hayır’ın hayrı tüm topluma dokunabilir: Fay hattının karşıt uçları bugün 7 Haziran sonrasından farklı koşullarda bir araya geldiler. O gün, 80’e 80 eşitlenmiş Kürt ve Türk hareketleri, AKP ve MHP liderliklerinin siyasi tıkaç rolünü başarı ile ifa etmeleri sonucu önemli bir ânı ıskalamışlardı. 16 Nisan günü her altı seçmenlerinden biri bu politikayı takip etmekten yorulduğunu deklare etmiş bulundu. O gün dinî hassasiyetle demokrat duruşu birleştirmeyi önemseyenler adaletsiz bir yüzde on barajının ardında görünmezleştirilmişti: 16 Nisan ittifakı onları da görünür hale getirdi.

Bu yazıda tarif edilen moment, fay hatlarımızı günlük siyasetin hırgüründen uzak, hükümet kuruldu kurulmadı derdinden azade bir ruh hali ile gözden geçirmek için fırsattır. Hazır, hükümet sorumluluğu ona yapışanların sırtında iken, uzun erimli kurucu bir bakışla ortak geleceği inşa etmek için bulunmaz fırsattır. Hayırlı ittifak, kendini inşa edebilirse, fay hattının zıt taraflarını “Oyunu hangi kurallarla oynamak istiyoruz?”  sorusunu aynı masada birlikte müzakere eder hale getirebilir ise, öteki yarı-millete de ışık yakabilir: Sorunun aynı masada müzakere edilmesi verilecek yanıtlardan daha önemlidir: Zarf mazrufu belirler. Öteki yarı-millet, kendi siyasi görevlerini zor buldukları ya da sindirildikleri için devletleşmiş iktidara devretmiş, kendilerini bile isteye devreden çıkarmıştı. Biliyoruz ki, 16 Nisan Anayasası, Hayır deme noktasına gelmişleri asla içeremeyecektir, oysa Hayır’dan çıkabilecek anayasa, eğer çıkarmayı becerirsek, ancak ve ancak herkesi içerecek bir “Hayırlı Anayasa” olabilir.

Özetle, sandık ittifakımız dar anlamı ile siyasi bir ittifak değildir, olamaz, olmaya yeltenmemelidir. Bu ittifakı kestirme yoldan “iktidar devirme aritmetiği”ne tahvil etme amaçlı reel politikaların hüsranla sonuçlanma ihtimali güçlüdür. Buna karşın, sandıktaki kader birliğimizi orta/uzun vadeli, aktüel politikaya bir dirsek mesafeli bir perspektif ile, bir oyun kurucu ittifaka, kalıcı bir toplum düzenini amaçlayan hayırlı bir anayasa için tabanda müzakere sürecine tahvil etmek ise verimli bir iş olabilir.