“Öyleyse Onu Yazmalıydınız!”

 

Kolombiyalı edebiyatçı Gabriel Garcia Marquez’in 90 yaşındaki gazeteci kahramanı, “Yazınız nerede?” diye soran yazı işleri müdürüne, “Bu defalık yok,” demişti, “bir kez olsun anlayış gösterin. O kadar zor bir gece geçirdim ki, sabah kalktığımda kafam sersem gibiydi.”  Canı fena halde sıkılan yazı işleri müdürü ekşi suratıyla karşılık vermişti, “Öyleyse onu yazmalıydınız!”[1]

Gazeteciliğin salt bir magazinden, bulvarda ne varsa onunla sayfa doldurma faaliyetinden ibaret kılınması, magazini bile sündürüp, hayatın orada yansıyan suretine bile taş çıkarıyordu bir yandan. Çünkü en tatlı sularında bile gazetecilik, artık emir komuta zincirine bağlı, malumat veren değil, talimat alan bir faunaya hapsediliyordu. Başat unsuru soru sormak kabiliyeti ve hakikatin peşinde olmak hüneri olan bir meslek, doğal yaşam alanından hem adım adım hem de bir çırpıda, aynı anda koparılıyordu. Bu hem sürekli hem peyderpey yıldırma stratejisiyle gazetecilik, geri kalandan pek de farklı olmayarak bunalıma girerdi, girecekti tabii. Zira gazeteciliğin de canı vardı, o da insandan yapılmıştı! Bir patronlar buluşmasına, büyük resmin ressamlarının network toplantısına indirgenmiş bir sektörün, sektörden ziyade bizimle konuşan bir meslek olduğunu; hakikatin de, terzi gazetecilerin üzerimize diktiği elbiseler değil, hepimize giydirilen o kıyafetlerin altındaki çıplak derimizi, gazetecilerin tuttuğu ışığın yardımıyla görmek olduğunu hatırlatıyor Ümit Kıvanç şimdilerde. Aslında türlü çeşitli mecralarda, sözüyle, haberiyle, düşüncesiyle ve hatta filmleriyle yaptığını, yani hakikati içinden çıkarıldığı boşluğa tekrar yerleştirme eylemini, bu sefer de bir kitap aracılığıyla var ediyor: “O Meslek Bunalımda: Gazeteciliğin Kendine, Neoliberalizm ve Sanal Âlemin Basına Ettikleri”[2] diyor. Medya sektörüne dışarıdan bir göz, gazeteciliğe içeriden bir bakış sunuyor aynı anda. Erbaplarının ve cesaret hakkını kullanan gazetecilerin emekleriyle bugünlere gelmiş bir mesleğin, nasıl kocaman bir pastadan pay alma sektörüne dönüştüğünün de altını çiziyor, hakkaniyetle:

“Ama mesleğin bunalımının öznel sebebini es geçemeyiz: Gazeteciliği ve basın kavramını, ‘medya sektörüne’ dönüştürüveren, iş alanında yozlaştırıp rayından çıkaran medya patronları ve yöneticileri, kendi kendilerini pop yıldızları ya da çürük meyve kakalayan manav hâline getiren gazeteciler, bizzat mesleğin bunalımının sebepleri arasındadır.”

Kamusal niteliğiyle toplumla konuşan, onu ışıtan bir mesleğin, ancak suya sabuna dokunduğunda kendini de aydınlattığını, aksi halde içi kof bir propaganda aracına dönüştüğünü gösteriyor bir yandan da. Hırsın, rekabetin, koltuk kapma savaşının, bürokrasiden paye alma gayretinin ve kişisel ikbal sevdalarının arasında, o vurucu cümlesini sıkıştırıyor araya: “Ne kadar gerekli hâle gelirse, kârlı olmaktan o kadar uzaklaşıyor.” Ancak hep bir mümkünü de işaret ediyor, alt satırından hep aynı ışığı sızdırıyor Kıvanç’ın kitabı, kâr yerine hakikat, müşteri yerine okur, kişisel ikbal yerine toplumsal ve kamusal hizmet.

Terzi Gazeteciler

Bir toplumsal faaliyet ve kamusal hakikat olan gazeteciliğin, iktidarlar, muhbir vatandaşlar, türlü çeşitli büyük insanlar eliyle yerle yeksan edilme gayesinin çok da şaşırtıcı olmadığı bir iklimden geliyor bütün anlatılar. Başkanlığı alır almaz gazetecilere savaş açan Trump’tan tutun da, Cumhuriyet Gazetesi davasına (!) kadar distopik bir kurgunun içindeymiş izlemi veren bu siyasi havayı, Zamyatin’in Biz’ini, Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sını, hatta Orwell’in 1984’ünü kıyısından anarak tarihe yazıyor Ümit Kıvanç. Her şeyin bomboş olduğu yalan dünyada, yalan bilginin, yanlış enformasyonun öyle “zaten her şey bomboş” sinikliği ve teslimiyetiyle geçiştirilemeyecek kadar cansiperane bir mesele olduğunu anlatıyor bir taraftan. Çünkü gazeteciliğin ne kadar hayati olduğunu unutmuş bir topluma, onun belki de yalanın peşine düşen ilk meslek olduğunu hatırlatıyor, hepimizi ilgilendiren “ne oldu”yu ilk onların sorduğunu anımsatıyor. Propagandif ve manipülatif malzemelerle görünmez kılınan, bir tür “her türlü meclisin” içindeki dedikoduları, kulis bilgilerini sızdırma faaliyetine indirgenmiş, bu yüzden de hiyerarşinin en üstündekilerin halkla ilişkiler çalışmasına mahkûm edilmiş bir mesleğin, kamusal bir savunma olarak aslında o büyük toplantılara değil, sokakta olana ve bize ait olduğunu gösteriyor.

Yalan haberin yaydığı enformasyonun sehven yapılmış hata diliyle önemsizleştirilemeyeceğini, çünkü gazeteciliğin aslında bir tür buz üzerine yazı yazmak faaliyeti olmadığını anlıyoruz bir yandan da. Gündüz Vassaf diyordu “Haber ve bilgiye boğulmuş rafine totaliter toplum, tarihi silen bir toplumdur. Her şey sanki buz üzerine yazılmış yazı gibidir. Geriye dönük bir düşünme tarzı neredeyse olanaksızdır, çünkü daha algılayamadan haber kaynağı çabucak ortadan kaybolur.”[3] Buz üzerine silik harflerle belli belirsiz yazılıp, en ufak bir iklim değişikliğiyle görünmez hale olarak değil, her daim bir muhalefet, her zaman bir soru sormak hakkı ve artık günümüzde cesaret hakkını kullananların aracı olarak gazeteciliği, kaybedildiği boşluğa yeniden yerleştiriyor Kıvanç. İtiraz etmenin ve hakikati anlatmanın, artık ancak cesaret hakkını kullananların radikal tavırları olarak anlaşıldığı bir devire, iğneyle kuyu kazmak ihtimalini işliyor bir yandan da.

Üzerimize giydirilmeye çalışılan yalan haberin, algılar ve imajlar eliyle kanaatlerimiz haline getirilmeye çalışılan propaganda elbisesinin sadece sektörleşme, neoliberalizm ya da sanal âlem değil, bizzat gazeteciler, hadi diyelim terzi gazeteciler eliyle işlevselleştiğini de anlatıyor bir yandan. Çünkü dev medya patronlarının silahtan sigaraya, kozmetikten ilaca her türlü güçlü sektörlerle doğrudan ve dolaylı bağlantılarının, gazetecinin hiç değilse tek gözünü yukarıya dikmiş olmasıyla, bir tür sınıf atlama hayaliyle mesleğini yapmasıyla da ilgili olduğunu gösteriyor. “Cumhurbaşkanının uçağı, başbakanın odası, holding patronunun yazlığı, gazetecinin sadece haber çıkarma amacıyla bulunmak istediği yerler olmuyor artık. Onun ‘doğal yaşam alanları’ haline geliyorlar. Ve bir süre sonra terk etmek istemediği, uzaklaştırılırsa üzüleceği yerler oluyorlar.” diyor Ümit Kıvanç.  O ne dedi, şu ne dedi şeklinde tezahür eden demeç haberciliği de gazeteciliği, söylenenin değil, bir şey demesi haber olanların makam koltuğu haline getiriyor bir taraftan. Söz gene hükümsüz, hakikat yine mecrasız ve gazetecilik yeniden sorusuz bırakılıyor. Bütün bu bombardımanın teyidi, gazetecinin sümen altı ettiği hakikati saklandığı yerden çıkarmanın o hazin yolunu da gösteriyor Kıvanç aynı içerden bakışla: “Onların bahsetmediklerine bakmalıyız.” Çünkü söz konusu gazetecilik olduğunda, onların konuşmadıkları da bizimle konuşmaya devam ediyor. Nihayetinde hepimize perde arkasına bakmayı, satır aralarına kulak kesilmeyi de gazetecilik öğretmemiş miydi?

“Az sonra gözyaşlarımızı tutamayacağımız” bir duygular siyasetinin, haberi hayırseverlik faaliyetine çevirerek onu bütün kamusal ve politik sorumluluktan azade kılan duygusal yüklemelerin, hamasetin insan hikâyeleriyle süslenmesiyle koparılan yaygaranın, soru sormaktan ziyade duygulara seslenmek sömürüsüyle bir reality show haline getirilmiş bir meslek yaratması da bu show’daki tek realite oluveriyor. Şehrin ortasında açılmış çukura düştüğü için sakatlanan insana yardım toplamak için yapılan haberler, “O çukur niye orada?” sorusunu da görünmezleştiriyor tabii, onu “şimdi sırası değil” çukuruna itiyor. Çünkü bu yüksek gönüllü hayırseverlik haberciliği karşısında, o soruyu soruvermek en büyük duygusuzluk oluyor. Hem zaten gazetecilik artık bilgi değil, duygu yüklüyor, hesap verilebilirliğin değil, demeçlerin er meydanı oluyor. “İnsanların bilgiye, gerçeğe ihtiyacını, sağlıklı merakını, gazeteciliğe güvenini kemiren bir canavar,” diyor Ümit Kıvanç bunun için. Gazeteciliği kemire kemire beslenen kenenin, onu kuş kadar bıraktıktan sonra kendisinin ne denli büyüdüğünü hem mecazi hem gerçek anlamıyla izlemek kalıyor bize de bir yandan. Ne diyorduk buna, ana akım bir şey, mesela medya.

Plastik Ahşap Değildir

Medyayı demokratikleştirme gayesinin içi boş ve hiçbir gerçek anlamı olmayan bir kavram olduğunu söylüyordu Noam Chomsky, bir gerçeklik mesleğine “Medya Gerçeği”[4] adını koyarak. Medyanın özel hayatlarımızı işgal eden ve hatta bizi bir tür “medya şoku’na sokup, düşünce ve değerlerimizi altüst eden bir dip dalga olduğunu ekliyordu öte taraftan. Propaganda nasıl ki gerçekle bağlarımızı, düşünme endişesiyle de zaten gevşek olan iplerimizi kopartıyorsa,  medyayla ilgili asıl sorunun da devletin ve kudretlilerin kısıtlamaları olmadığını, asıl meselenin, medyanın bu kısıtlardan kurtulma çabasının, medyanın kendi sınırlarını aşıp aşmadığıdır diyordu. Medya şokunun dünyasında, olgularla kanaatler arasındaki görünmez duvarlar hepten yok olmuştu da, hakikat, biri diğerini itinayla ikame edebilecek iki farklı alternatif oluvermişti. “Alternatif olgu diye bir şey yok,” diyordu Ümit Kıvanç kitabında, “gerçeği bulmak, ona sahip olmak diye bir şey de.” Hakikat arayışı var!

Medya şokuyla felce uğratılan düşünme endişesi, bizi eşit vatandaşlardan, gösteri toplumunun gösterenlerine de dönüştürüyordu. Çünkü gösteri, artık bir imajlar toplamı olarak değil, bir toplumsal ilişki olarak tüm riyasıyla kamusallığı da zapturapt altına alıyordu. Guy Debord, “Gerçek anlamda altüst edilmiş dünyada doğru, bir yanlışlık anıdır,”[5] derken, en doğruya maruz bırakıldığımız o algılar ve duygular gösterisinin, bizi peyderpey bir dışarıdaki hapishane içine hapsettiğini de anlatıyordu. Ama ne diyordu bir yandan kitaptaki beyefendi, gülerek: “Medya ne ki… Her şey yalan!”[6] Bir de New York Times vardı tabii, sloganı “Basılmaya Uygun Tüm Haberler” olan. Basılmaya uygun…

İrfan Aktan, “Utanıyorum ama Gazeteciyim”[7] diye yazmıştı. Bunu söylememek için ne yapmak gerektiğini düşünürken, kendini kurtarmak için kendinden ve mesleğinin gereklerinden vazgeçen gazetecileri, bir marangozun ahşap yerine plastik kullanmasına ve bunu ahşap diye pazarlamaya çalışmasındaki hazin duruma benzetmişti. Ama en kötüsü bir başka hal-i pürmelal’de yatıyordu tabii, yola devam edebilmek için plastiğin ahşap olduğuna kendilerini de inandıran gazetecilerde. Çünkü plastik ahşap değildir, hiçbir sektör onu ahşap gösterecek bir aynayı en azından ve iyi ki henüz icat etmemiştir. Topluma da dönüyordu İrfan Aktan: “O meslek, fiilen yasaklandığına göre, ‘nasıl iş bulacağız’ sorusu bizim sorumuz ama ‘nasıl bilgi alacağız”’ sorusu da ‘halkın’ sorusudur.”

Gazete okurunun, gazete takipçisine döndüğü değişen dünyada, hakikat sonrası dedikleri farazi bir devirin çağdaşlarına çevriliyoruz bir yandan da. Belki biraz da bu yüzden, Ahmet Şık’ın savunmasını dayandırdığı, Ümit Kıvanç’ın ısrarla vurguladığı başka bir nüve, hiçbir yasada adlı adınca konulmamış bir hakkın da yaratıcısı artık gazeteciler: Cesaret Hakkı. Hakikatin, öncesiz sonrasız, pazarlık payı olmayan, eğilip bükülüp gevşetilemeyen o oturaklı gerçekliğine ulaşmanın yegâne yolu olarak kuruyor biraz da cesaret hakkını bu kitap. Aramızdaki hukuku mümkün kılmanın da, gerçeği eğip büken hakikat-sonrası devrin içindeki hakikati gömüldüğü topraktan günışığına çıkarmanın da yolunun, bunun gazeteciliğini yapmak, sorusunu sormak, peşine düşmek, perde arkasındakinin perdesini açmakla mümkün olduğunu imliyor. Yüzünü derece derece döndürerek herkese sesleniyor Ümit Kıvanç. Önce gazetecilere dönüp, bir gün “utanıyorum ama gazeteciyim” dememenin yollarını açıyor onlar için. Sonra en azından şimdilik gazete takipçisinden ibaret kalmamış okurlara dönerek, gazetecilerin kayayı delen incirler olduğunu hatırlatıyor topluma. Toplumu zehirleyen yalana karşı, bir avuç kalmış gazetecilerin cesaretiyle direnebileceğimizi gösteriyor. “Toplumun gazeteciye ne gözle baktığı, gazetecilerin varoluş koşullarından en önemlisidir,” derken, hakikat aracılığıyla örülü bir soru sorma faaliyetinin, artık kimselerin hissetmediği topluma karşı sorumluluk ile gazetecinin kamusal görevi olduğunu aynı yalınlıkla bir bir işliyor. “Basılmaya Uygun Tüm Haberler” sloganının, sansürü doğal kılan yukarıdan teyit mekanizmasına meydan okuyarak, toplumla hakikat arasında örülen tüm duvarları yıkarak habercilik yapmayı anlatıyor Ümit Kıvanç. Diyor ki, O Meslek Bunalımda. Diyor ki, gazetecilik, bazen karanlığın içindeki el feneri, bazen uzakları yakın eden bir dürbün, küçültülüp un ufak edilmiş gerçeğe tutulan büyüteç, inşaat haline getirilmiş bir toprağın çapası, kazması ama en çok da buz üzerindeki silik yazıların tedbirli nemelazımcılığına inat, bir defterler ve kalemler mesleğidir. Gazetecilik, yalanla büyütülmüş o koca kayaların üzerine çekiçle gidebilmek cesareti, onların yüzeyine gerçeği işlemek faaliyetidir.

O güzel slogandan ilhamla, gazetecilik tutu(k)lanamaz. Çünkü o, ele avuca sığmaz, sığarsa gazetecilik olmaz.



[1] Gabriel Garcia Marquez, Benim Hüzünlü Orospularım, Can Yayınları, 2005, s. 41.

[2] Ümit Kıvanç, O Meslek Bunalımda: Gazeteciliğin Kendine, Neoliberalizm ve Sanal Âlemin Basına Ettikleri, P24 Medya Kitaplığı, Haziran 2017.

[3] Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü, Ayrıntı Yayınları, 1. Baskı, Şubat 1992, s. 86.

[4] Noam Chomsky, Medya Gerçeği, Tüm Zamanlar Yayıncılık, Şubat 1993, 1. Baskı.

[5] Guy Debord, Gösteri Toplumu, Ayrıntı Yayınları, 1996, 1. Basım

[6] Hakan Ergül, Emre Gökalp, İncilay Cangöz, Medya Ne Ki Her Şey Yalan: Kent Yoksullarının Gündelik Yaşamında Medya, İletişim Yayınları, 2012, 1. Baskı, s. 86.