Umutsuzluk: Bir Yol Arayışı

Benim umutsuzlukla tanışmam 2012 yılının sonbaharında oldu. Çok sevdiğim bir arkadaşım sevdasına yenik düşüp dünyadan vazgeçti. Hepimizi kıyıda bırakıp kendini küçük bir gemi sanıp gitti. O gemi bir daha hiç geri dönmedi. Haberini aldığımda kafamı tam manasıyla duvarlara vururken buldum kendimi. Biz dargındık o giderken, dargınlığımızı kimse bilmedi. Adalet dediler arkamdan, “işte hem çok yakın hem çok uzak”. O gittikten sonra ben dargınlığı unutuverdim ama artık çok geçti. Bir mendil ıslanıp kuruyana kadar geçirmeyi öğrendim küslüklerimi. Kimini hâlâ o kadar hızlı çözemiyorum, kapatıyorum kendimi. Yirmi dört yaşındaydım, ben de sevmiştim birini ama kimbilir belki onun kadar değildi. Kendime bir şarkı bulmuştum, onunla tuttum hep yasını “ah küçücük gemi, sulara atın şimdi kendisi, delisin”...

Sonra 2013. Hayatımda her şeyin altüst olduğu sene. Gezi, babaannemi kaybedişimiz, sonra çok yakın başka bir arkadaşımın bir gece ansızın gidivermesi, geçirdiğim trafik kazası. Yaşım yirmi beşti ve dünya çok ama çok fazlaydı. Bu sefer herkesi terk ettim, kendim dahil. Derin bir kuyuydu dünya, umutsuz içine düşmüştüm. İnsanlar sadece nefes aldığım için yaşıyorum sanıyorlardı. Geçerdi. Zaman hallederdi. Alışırdım. Öyle diyorlardı. En fenası bütün bunların geçmesiydi. Bir zaman sonra hayata devam etmekti. Alışmaktı. Zamanın gerçekten halletmesiydi. Özlemekten daha acı bir şey varsa artık eskisi kadar özlemediğini düşünmeye başladığın an… İşte o an hayata tekrar ikna olduğun an demek ama aynı zamanda hayatın da altında kalmak demek.

Öte dünyanın kapısı bir kez açılınca, etrafımda insanlar gitmeye devam ettiler. Biz bir kısım eş dost evlerin kapı önlerinde ayakkabılar görmeye, belediye otobüsleriyle mezarlıklara gitmeye, cenaze evlerine yemekler taşımaya alıştık… Babaannemden öğrendiğim usulle helvalar kavurdum arkadaşlarımın seneyi devriyelerinde. Artık “nasıldı ama cenazesi” diye konuşmaya başlamıştık, mezarlıktan kovulana kadar çalıp söylediklerimiz oldu, sefamız olsun. Mezarlıklarda arkalarında önlerinde kimlerin yattıklarına baktık, bazı mezar taşlarına gülerken bulduk kendimizi. En acısı annelere sarılmaktı. Evlerini boşalttık kimi arkadaşlarımızın, odalarından defterlerini, formalarını aldık. Birkaç fotoğraf uzun uzun kaldı evlerimizin başköşelerinde. Sonra her daim acısına bakan ve onları besleyen insanlar olarak tanınmaktan korktuk. Merhamet hoşlandığımız bir duygu olmadı. Yeni tanıştığımız biri evimize geldiğinde o kim diye sorduğunda “vefat eden eski bir arkadaşım” demenin ağırlığı altında artık kalmayalım istedik. Artık geçsindi. Bu kadar üzülmeyi unutalım istedik.

Geçmiyormuş, zamanla öğrendim. O kuyuya bir kez düştüğünde insan ara ara girip o kuyuya kendi çukurunu seviyormuş. Yaşım yirmi dokuz oldu, ben hâlâ çok üzülmemeyi öğrenemedim. Üzülünce elim ayağım kesiliyor. Hasta gibi oluyorum. Çok zor geçiyor. Herkese kapatıyorum bütün kapılarımı, telefonlara çıkmıyorum. Sonra bir sabah hadi diyorum davran, hareket etmeye başla. Senin için hâlâ endişelenenler var. Dengesizlik bu ya, kalkıp oynamaya başlıyorum, gece dışarı çıkıp en yakında ilk kimi bulabiliyorsam gidip en sıkı ona sarılıyorum, sonra hep beraber dans etmeye gidiyoruz. Her daim keyfimizden oynayacak değiliz ya, biz kimi zaman kederimizden de oynuyoruz.  

Ben hayatta kendinden çok şey isteyen bir insan olmadım. Dans etmeyi istedim yıllarca; beceremedim. Üniversite okumayı beceremedim. Dil öğrenmeyi beceremedim. Çalıştığım işlerde tutunmayı beceremedim. Benden beklenen insan olamadım. Kimse yüzüme vurmadı bunu ama ah oldum kimi ciğerlerde bildim. Bunu fark ettiğimde gözden ırağa gideyim dedim, görmezlerse halime üzülmezler. Kilometrelerce yol gittim. Ev neresi unuttum. Her şehirde bir dost edindim. Bir sürü hayat hikâyesi dinledim, kiminin içerisinden şöyle bir geçtim. Klasik ama öğrendim; acı gittiğin yolda gidenin peşinden değil yanından yola devam ediyormuş. Yollarda çok yazdım, artık hayatta olmayan yakınlarımla çok konuştum. Pek çok insana onları anlattım, “tanısanız çok severdiniz” dedim. Pek çok manzarayı o ilk giden iki çocukla beraber seyrettim, kendimi sayelerinde hiç yalnız hissetmedim. İnsanın ömrü bir diğerinin hafızasında kaldığı kadarmış, bunu da öğrendim.

Sonra bir evim vardı; hatırladım ve döndüm. Becerebildiğim yegâne şey insanlara sahip çıkabilmek oldu zamanla, mutlu zamanlarda değil ama mutsuz zamanlarda aranan insan oldum. İki kolum olduğunu ve sıkı sarılabildiğimi öğrendim ve gösterdim. Daha çok teşekkür etmeye, daha özür dilemeye önem verdim. Meğer umutsuzluk insanın sırtında bir çuval taşıyıp içine her gün en az bir patates atması demekmiş. Sırtım ağrımaya başladı taşıdığım çuvaldan, ki bilenler bilir benim omurgam sakattır. Kambur olmaktan korktum. Babannem sağ olsun, gittiği bahçeden bir gece ansızın bir şey hatırlattı. Bir dal buldum kendime. Ama bir dakika önce başka bir şeyi anlatmam gerekiyor.

Mart ayında İTEF kapsamında Oya Baydar ve Feride Çetin ile bir söyleşi yaptım. Konumuz “Şehir ve Hayalsizlik” idi. Oya Baydar (d: 1940) görmüş, geçirmiş ve pek çok şeyi yaşamış bir kadın ve yazar olarak çok önemli bir insan benim hayatımda. Feride Çetin (d: 1980) ise yeni tanıştığım pırıl pırıl aklı ve gülüşüyle hem yazar hem oyuncu bir kadın olarak hayranlık uyandırmıştı bende. Salon oldukça kalabalıktı, heyecanımdan gördüğüm kadarıyla da katılımcıların yaş ortalaması 35-40 arasındaydı. Konu “Şehir ve Hayalsizlik” olunca İstanbul elbette ana kahraman olarak girdi konuşmamıza. Aralarında kırk yaş olan iki kadın neden artık hayal kuramadıklarını anlattılar. Oya Hanım hüzünlüydü, umutsuzdu. Feride Hanım bir umut bir şeyler aramaya devam etmeye niyetliydi.

O gün o söyleşi mekânına gitmeden önce bir arkadaşımın evinde bir kahve içip biraz sohbet etmiştik. Beni hiç elim ayağım titrerken görmemişti. “Neyin var?” diye sorduğunda, “Aslında şu diyebileceğim bir şey yok, işsizlik en büyük sıkıntı sanırım,” demiştim. Sonra bir şekilde bugüne, edebiyata, yapacağım söyleşiye gelmişti konu, aklım azıcık kendimden uzaklaşmıştı.

Günlerce düşündüm. Bu kadar kahırla, bu kadar ar ederek, bu kadar üzülerek, bu kadar zor nasıl devam ediyoruz? Maddi, manevi, siyasal ve sosyal baskıların arasında bütün bunların etkisini en ağır şekilde gösterdiği sokakta her gün devam edebilmemizi ne sağlıyor? Sadece hayatta oluşumuz mu ya da bir gün her şeyin geçeceğine dair içimizde bir yerde beslemeye çalıştığımız o küçücük umut mu?

Umut neydi?

Umut babaannemdi. Onun hikâyesi bambaşkadır ama ne zaman tam manasıyla anlatabilirim, bilmiyorum. Kimi arkadaşlarım benden çok dinlemişlerdir babaannemi. Köyünden kalkıp çocuklarıyla beraber Ankara’ya göç eden bir kadın. 1920’lerde doğum tarihi. Ankara’da benim de içinde büyüdüğüm ağaçlık bir bahçe kurmuştu babaannem kendine, her doğan torunu için bir fidan dikmişti. O fidanlar biz büyürken kocaman ağaçlar olmuşlardı. Hepimiz ağacımızı bilirdik. Benim ağacım her yıl bitlenen bir erikti. Galiba çürüklüğüm oradan gelmekte. En güzel yeteneklerinden biri gül yetiştirmekti babaannemin. Bahçedeki güllere ondan başka kimse dokunamazdı. Sonra bahçe kentsel dönüşümden nasibini aldı. Babaannem bir apartman dairesinde yaşamaya çalıştı. Yaşar Kemal’in İnce Memed romanındaki “Demir olsam çürürdüm, toprak oldum dayandım,” diyen Hürü Ana gibiydi. Her torunu için bir fidan diken o kadın aslında hepimize birer küçük umut dikmişti. Torunlarına vaat ettiği tek şey sırtını dayayabileceği bir ağacın gölgesiydi.

On sekiz yaşımdan sonra pek çok şey öğrenerek büyüdüğüm, büyürken ağabey, abla dediğim insanlar zamanla ahbaplarım, arkadaşlarım, dostlarım oldular. Zaman zaman şikâyet ettiğim ama her daim en büyük şansım dediğim beraber üzülebilen beraber sevinebilen bir kalabalığa dahil oldum. Martta o söyleşiden sonra fark edince insanın ağrına gidiyor ama “kayboluyoruz” derken buldum kendimi. Birçok şeyi uzun uzun konuşurken nasıl devam edebildiğimizi ya da edebileceğimizi ne kadar az konuştuğumuzu anladım. Nereden baksan beşimizden üçü işsiz artık, işsiz kalan üçünden biri gidecek yeni bir yer arayışında ya da çoktan gitti. Kaybolurken dağılmaya başladık. Tek hayalini kurduğumuz şey buralardan gitmek oldu. Burada beraber yapabileceğimiz her şeyi geride bırakmayı tercih etmek zorunda kalışlar. “Çünkü artık yaşayamıyoruz.” Aylar evvel okuduğum bir yazı gündelik hayattan bahsederken artık gündelik hayatı devam ettirebilmek bir direnme biçimiydi diyordu, fazlasını kimse kimseden beklemesin. Yapabilen elbette yapsın ama dermanı olmayana da kimse laf söylemesin.

Hayatında bir kez olsun Küçük Kara Balık’ı okuyanlar nasıl hayal kurulduğunu hatırlar aslında. Tamam, onunki de bir gitme arzusudur, merakı hayattır Küçük Kara Balık’ın. Etrafımdaki birtakım insanlar, ben dahil, hayal kurmayı unuttuk. Önce neşe gitti elimizden, sanki biz mutlu devam etmeye çalışırsak dünyaya gözlerimizi kapatmışız gibi olacak diye endişe ettik. Sonra yaptığımız işler gitti. Kurduğumuz küçücük evler kapanmaya başladı tek tek. Kimin cebinde varsa ondan yiyoruz epey zamandır, yoksa evlerimizde oturuyoruz. İlişkiler kaldı elimizde. Olmadık insanlarla nasıl âşık olduğumuzu, bir umut bir arada durabilme telaşımızı, nasıl elimize yüzümüze bulaştırdığımızı, kalbimizin nasıl kırıldığını konuşuyoruz. Uzun ya da kısa, bize ait ya da seyrettiğimiz ilişkiler dilimizde. İyi giden pek bir şey yok. “Sokak boşaldı,” diyoruz, “artık kimse dışarı çıkmıyor.” “Yapılabilen eylemlerin sayısı belli”... Eskiden eyleme gitmek eşi dostu görmek için bir bahane olurdu. Artık pek çoğumuz korkuyoruz. Haklıyız, haksızız dert bu değil. Hiç aklımıza gelmeyecek insanları ve meseleleri savunmak durumunda kalışımız çok garip geliyor kimimize. Yıllar önce iklim meselesinin konuşulabildiği, üstüne kitaplar yazıldığı, eylemler düzenlendiği ülkede artık onları konuşanları çok az insan dinliyor. Yıllar önce Irak Dünya Mahkemesi’nin düzenlendiği şehrin sokaklarında savaştan kaçıp gelen insanlar hakir görülüyor. Meseleler o kadar büyük ki, kaybolduk.

Peki, nasıl devam etmeli? Neye tutunmalı?

Artık haberlere şaşırmıyoruz, ne bir iş ne bir kadın cinayeti, hukuksuz yargılanmaların bahsini bile etmiyorum, ne yeni bir KHK… Her gün sadece birkaç dakika bahsini ettiğimiz ve sonrasında hayata normal seyrinde devam ettiğimiz bir sürü şey oluyor. Bütün bunlara dayanmamızı sağlayan ne? Alışmak mı? Peki nasıl ve neden alışmayı tercih ettik? Alışmasaydık devam edemez miydik? Yol ne? Çare nerede? Delirmeye kimsenin mi imkânı yok? Sözün bittiği yerdeyiz diyoruz, söz ne zaman bitti? Bu ilk kez mi oluyor? Peki yeni bir söz nasıl söylenir? O ilk adım ne?

Bütün bu soruları uzun zamandır soruyorum kendime. Evdeki bütün kitapları tek tek elden geçirip bazılarını ayırdım, bunları yeniden oku dedim kendime. Yeni bir kitaplık daha yaptım. Devrimler, ayaklanmalar, isyanlar, göçler, yok ve yerinden edilişler, kayıplar… Bir başlangıç olarak 1968’i görmek bir şekilde iyi geldi. Önümüzdeki yıl ellinci senesi. Yarım yüzyıllık bir hikâye Fransa’da başlayan olayların yayılması. Türkiye. 1946 sonrası çok partili geçiş dönemi, 27 Mayıs 1960 ve sonrası… Mesela bir ülke yönetiminde ilk kez “bizler ve onlar” diyen lider kim çok merak ediyorum, “bize yapılanlar” ya da “vaktiyle bize de yaptılar”. Kimin bedelini kim ödüyor ya da ödetiyor ve neden? Her daim iktidar ve muhalefet kavgası sürerken bütün bunlardan bihaber olan yığınla insanın –halkın, milletin– ödediği bedelin tutarı, ederi ne? Ne ödediğini biliyor mu? Farkında mı? Peki öznel olarak soruyorum, benim suçum ne? Bizim suçumuz, günahımız ne? Hiçbir devrin bir öncekinden iyi olmadığını bilerek böyle yaşamayı tercih etmek tek çözüm mü? “Yazık oldu yazık, şu genç ömrüme bilmem şu feleğin bana cevri ne?” diyerek içimde neden sürekli kahırlı türküler çalıyor

Bazı cümlelerin başlangıcına gülümserken buluyorum kendimi. Örneğin büyük insanlar “büyük fotoğrafı-resmi görmekten” bahsediyorlar. Büyük fotoğraf ya da resim… Ben aynada bir süredir yüzüme bakamıyorum. Çünkü korkuyorum. Kendimi kaybolmuş gibi hissediyorum. Büyük fotoğraf-resim ne? Deniz kıyısına vurmuş mülteci bir çocuk mu? Annesinin cenazesini günlerce yerden kaldırmasına bile izin verilmeyen insanlar mı? Yerde yatan anne mi? Delik bir ayakkabı mı? Büyük masaların etrafında toplanıp sokaktakini görmezden gelerek her şey ve herkes için kendine göre kararlar verenler mi? Bir kadının yüzü mü? Yerde sürüklenen biri mi? Bir coğrafya haritası mı?

Bir savunma mekanizması olarak artık politik olaylar için yazılan analizleri okumaktan vazgeçtim. Çünkü iktidarın yorumlanabilir ya da bizim olduğumuz yerden anlaşılabilir bir mantığının kaldığına inanmıyorum. Aynı dili konuşuyormuşuz gibi gelmiyor. Bana öğretilen, büyürken içselleştirdiğim kavramların tamamının anlamı onlarca farklı. Herkes kendi tarafının mağduriyetini anlatıyor, yazıyor, okuyor. Ben bile “ben ve onlar” demeye başlamışım… İsmimin bu devirde Adalet olması oldukça trajikomik. 

Bugün sosyal hayatta her şeye rağmen nasıl ayakta durduğumuzu bulmaya-anlamaya çalışırken biz yokken var olanlar neler yaptılar diye merak etmeye başladım. Zaman, dil ve artık mekânlar aynı olmasa da sonuçta herkes ayakta ve hayatta kalabilmek için bir çaba sarf etti ya da vazgeçti. Sarf edilen çaba nasıldı? Ne içindi ya da neyden nasıl vazgeçildi, geçilmeseydi bugün ne olur? Elli yıl önce umut edilen şey neydi? Bugün ne?

Aradaki elli yıl çok hızlı geçmiş gibi görünse de aslında hâlâ aynı. Elimizin altında daha fazla teknoloji var sadece; bunun da hayırlı mı hayırsız mı olduğunu bilinmez. Kendimce fark ettiğim bir şey var, bir parmak hareketiyle kaydırdığımız ekranda insanlara bakarken onları arama sorma gereği duymuyoruz. Hayatları hakkında bilmemiz gereken her şey oradaymış gibi. Birini “bir sesini duymak istedim” diyerek aramak hem ses olan, hem de duyan için oldukça kıymetli bir şey oysa. Dertleşmeyi unutuyoruz, didişmek yeni bir iletişim modeli oldu. Bir insanın küçücük bir kabahati bile onun hakkında hüküm vermek, ahkâm kesmek için yeterli oluyor. Oysa anlatmak ve dinlemek insanın kendini sağaltmasını ve kendine bakmasına yardımcı olur. Eller, gözler, sesin tınısı ritmi insanı anı sahibi yapar. Kendimiz de dahil olmak üzere pek çok şeyi unutuyoruz.

Umuttan kastım politik bir umut değil, evet bizim hayatlarımızda oldukça sağlam bir yeri var politikanın, kaçacak yerimiz yok. Ama bıraksak koca dünyayı bir kenara, o zaten savruluyor, biz kaybolmasak. Herkes hazır evindeyken kendine dönse ve kaç yaşında olursa olsun bir baksa bugüne kadar avcunda biriktirdiklerine. Ne kazandı, neleri kaybetti, kaybedince ne öğrendi, elinde kalanların ne kadarını paylaşabilir? Kendini umutsuz hissettiğinde ne yaptı? Çareyi nerede ve nasıl buldu, bugün nasıl devam ediyor? Çıkmaz sokakların aslında çıkılabilir olduğunu fark ettiğimiz yolları birbirimize anlatsak keşke.  

Bu metin bir çağrı aynı zamanda. Dilerseniz kimin yanında kendinizi rahat hissediyorsanız, dilerseniz çok uzun zamandır görüşmediğiniz birkaç arkadaş yan yana gelip yazın, ses kaydedin, video çekin gönderin bana. Ya da çağırın ben de geleyim. Olmadı uzun uzun mektuplaşalım. Hemdert olalım. Birbirimizin ne hissettiğini öğrenmeye çaba sarf edelim, dinlerken ne hissettiğimizi bulmaya. İnsanın yirmi dört saat kendini düşünmesi korkunç bir şey, içinden çıkamıyoruz kendimizin. Hem kimbilir belki güleriz. Kimbilir belki sözün bittiği yer dediğimiz o yerde buluşur yeni bir söz bulur çıkarırız ortaya.