Lenin Finlandiya İstasyonu'nda Vuruldu

Gitgide serpilmekte olan, “ya şöyle olsaydı” türü tarihyazımı, neden hep muhafazakar tarihçilerin alanı olur? Tipik olarak bu biçimdeki kitaplara yazılan giriş yazıları, tarihsel determinizme inandıkları iddia edilen Marksistlere bir saldırıyla açılır. Lenin, Finlandiya İstasyonu’na vardığında vurulsaydı eğer, 20. yüzyılda Rusya’yı bekleyebilecek olan “parlak” istikbale dair bir makale yazmış olan Andrew Roberts’ın derlediği son kitabı ele alalım. Roberts’ın bu tür tarih yaklaşımını olumlarken, “Carr, Thompson ve Hobsbawm’un mahkum etmiş olduğu ne varsa, bu fikirlerin, bahsedilen türde tarih anlayışı için tavsiye edilir bir şeye sahip olduğunu” ifade eder. Roberts, özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi ideallerin “ortaklıkları bütünüyle dışlayıcı” nitelikte olduklarının tekrar tekrar ortaya çıktığına inanır. “Eğer” diye devam eder Roberts, “tarihsel kaçınılmazlık diye bir şey olmadığını ve hiçbir şeyin önceden belirlenmediğini kabul ediyorsak, çağımızın musibetlerinden biri olan siyasi rehavet zihnimizden derhal uzaklaştırılmalıdır; zira tarihsel belirlenmişliğin olmaması, insan için her şeyin mümkün olduğu anlamına gelir”.

Tecrübelerimiz, durumun bu biçimde olmadığını göstermektedir. Roberts, modern tarihin, Max Weber tarafından Protestan Etik ve Kapitalizmin Ruhu adlı yapıtında açık ve kesin olarak belirtilen, merkezî nitelikteki ideolojik paradoksunu görmezden gelmektedir. İnsanın kurtuluşunu iyi edimlerde bulunmaya bağlayan Katolikliğin aksine, önceden belirlenmişliği vazeden Protestanlık, ne oldu da, erken kapitalizmin ideolojisi olarak işlev gördü? İnsanların, kurtuluşlarının peşin olarak belirlenmiş olduğuna inanmaları, neden sadece rehavete yol açmadı da, insan kaynaklarının şimdiye dek hiç tecrübe edilmediği kadar etkili bir biçimde seferber edilmesini sağlayabildi?

İçindekiler bölümüne baktığınızda dahi, bahsedilen biçimde “varsayımcı” kitapların muhafazakar eğilimleri kendilerini belli eder. Konular çoğu zaman devrimci ya da “radikal” bir olayın önüne geçilebilmiş olsaydı, tarihin ne kadar da iyi olabileceğiyle (1.Charles İç Savaş’ı kazansaydı; İngilizler Amerikan kolonilerine karşı savaşta galip gelselerdi; Konfederasyon, Amerikan İç Savaşı’nı kazansaydı; Birinci Dünya Savaşı Almanya’nın zaferiyle noktalansaydı..) ve daha az olmak üzere, daha ilerici bir yönelişe girilmiş olunsa, tarihin ne kadar kötü olacağıyla ilgilidir. Roberts’ın kitabında ikincisinden iki örnek var: Thatcher 1984’teki Brighton bombalamasında ölmüş olsaydı ve Al Gore 11 Eylül’de ABD Başkanı olmuş olsaydı (bu son bahsedilen, yeni muhafazakarlardan biri olan David Frum tarafından yazılmıştır ve taşlama maskesinin ardındaki siyasi propagandanın her tür ciddi tarih yazımı girişimine yeğ tutulduğunu göstermektedir). Roberts’ın, Kingsley Amis’in, Sovyetler’in işgali altındaki Britanya’da geçen Russian Hide-and-Seek başlıklı romanına, onaylayarak, atıfta bulunmasına şaşmamak gerekir.

O halde bir Marksist buna nasıl cevap vermelidir? Elbette ki Plehanov’un “bireyin tarihteki rolü” hakkındaki kasvetli düşünceleri yeni bir şeymiş gibi ortaya sürülmemelidir (Plehanov şunu öne sürer: Napolyon hiç doğmamış olsaydı, başka birisi benzer bir rolü üstlenirdi; çünkü tarih içinde ve tarih sayesinde belirlenmiş koşullar Bonapartizme geçişi zorunlu kılıyordu.), Marksistlerin (ve genel olarak solcuların), alternatif senaryoları akıllarına bile getirmekten aciz aptal deterministler olduğu yargısını sorgulamak daha makul görünmektedir.

Farkına varmamız gereken ilk şey, varsayımcı tarih yazımının, doğrusal anlatıyla hesaplaşan ve hayatı birden çok biçimi olabilecek bir akış olarak gören daha genel bir eğilimin parçası olduğudur. Hayatın rastlantısallığı ve gerçekliğin mümkün farklı biçimleri, “katı” bilimleri usandırmış gibi görünüyor. Stephen Jay Gould’un söylediği gibi: “yaşam filmini geri sarın ve bir daha oynatın. Evrimin tarihi o zaman tamamiyle farklı olacaktır.” Gerçekliğimizin, göz önündeki durumun olası sonuçlarından yalnızca biri olarak bu şekilde algılanıyor olmasının ve diğer olası sonuçların “hakiki” gerçekliğimizin üzerinde geziniyor oluşunun gerçekliğimize yüklediği kırılganlık ve tekinsizlik anlamları Marksizme hiç de yabancı değildir. Devrimci eylemin aciliyeti aslında tam da bu görüşe dayanır.

Ekim Devrimi’nin olmamış olması, varsayımcı anlayıştaki kitapların gözde konularından biri olduğundan, Lenin’in bu tür olasılıklarla nasıl bir ilgisi olduğuna bakmak gerekli görünmektedir. Lenin, “tarihsel gerekliliğe” dayanmaktan olabildiğince uzaktaydı. Bilakis, tarihsel belirlenmişliğin hazırladığı aşamalardan birini atlamanın imkânsızlığını vurgulamış olanlar Menşevik rakipleriydi. Onlara göre önce burjuva-demokratik devrim, ondan sonra proleter devrimi olmalıydı. Lenin, 1917’de yazdığı “Nisan Tezleri”nde, bu durumun bir tür Augenblick -devrimi tetiklemek için eşşiz bir fırsat- olduğunu iddia ettiğinde, ileri sürmüş olduğu öneri partideki yoldaşlarının çoğu tarafından saşkınlıkla karşılanmış ya da küçümsenmişti. Fakat Lenin, farklı durumların ortaya çıkardığı bu yegane bileşimin bir fırsat yarattığını kavramıştı: bu an değerlendirilmezse, fırsat kaçacak ve onyıllar boyunca tekrar çıkmayacaktı. Lenin’in aklından alternatif bir senaryo geçiyordu: Ya şimdi harekete geçmezsek? Esasen onu harekete geçmeye sevk eden şey, harekete geçmemenin yaratabileceği feci sonuçların farkında olmasıydı.

Radikal Marksist düşüncede alternatif tarihlere çok daha derin bir bağlılık söz konusudur. Radikal bir Marksist için, şu an bizatihi yaşadığımız tarihin kendisi, alternatif bir tarihin gerçekleşmesidir: Bu hayatın içinde yaşıyoruzdur; çünkü geçmişte, “o an”ı değerlendirmeyi başaramamışızdır. Eric Santner, Walter Benjamin’in (yayımlamadığı) “Tarih Felsefesi Üzerine Tezler”i hakkında yaptığı gözalıcı, bugünkü devrimci müdahalenin geçmişte başarısız olmuş girişimleri tekrarladığını, onları kurtarmaya çalıştığını ileri sürer. Bu girişimler “semptomlar” olarak addedilir ve devrimci eylemin “mucizesi” yoluyla kurtarılabilirdirler. Bunlar, “unutulmuş edimler değil, unutulmuş olan başarısızlıklardır, amacına ulaşamamış eylemlerdir, toplumun ‘ötekileriyle’ birlik olabilmeye mani olabilecek toplumsal bağların gücünün ihmal edilmesinden kaynaklananan başarısızlıklardır”:

Semptomlar, geçmişte başarısızlıkla sonuçlanmış girişimleri kayda geçirmekle kalmazlar. Çektikleri acılar bizim de bir parçası olduğumuz hayatın biçimine, bir şekilde, ait olanlar adına empati kurma çağrılarına yanıt vermede yaşanan başarısızlıkları da kayda geçirirler. Ontolojik olarak tam bir tutarlılık edinmiş olmasalar da, orada olan, hayatımızdan çıkmak bilmeyen bir şeyin yerini tutarlar. Bu nedenle, semptomlar bir bakıma tarihsel deneyimde süregelen boşlukların gerçek bir arşividir. Daha doğru bir şekilde ifade etmek gerekirse, bu boşluklara karşı yapılan savunmalardır.

Santner’e göre, bu semptomlar “olağan” toplumsal hayatın aksaklıklarının biçimini alabilirler: Hakim ideolojinin müstehcen ritüellerine gösterilen katılımda olduğu gibi. Başka bir örnek de Kristallnacht’tır. Kristallnacht -evlere, sinagoglara, işyerlerine, insanlara yönelik gerçekleştirilen yarı-düzenli, yarı-kendiliğinden şiddetli saldırılar- Bakhtinci bir karnavala dönüşmektedir; öfkeyi ve şiddeti kendisini ‘koruma-biçimlendirme’ saldırısıyla açığa vuran bir semptom, geçmişte Almanya’nın toplumsal krizine etkili bir şekilde müdahale edilememiş olmasının bir temsili haline gelmiştir. Bir başka deyişle, pogromlarda yaşanan kıyasıya vahşet, sahici bir proleter devrim olasılığının bir kanıtıydı. Buradaki aşırı enerji, kaçırılan bir fırsatın (bilinçsizce) duyumsanmasından kaynaklanan tepkiye işaret ediyordu. Çöküp gitmiş Almanya Demokratik Cumhuriyeti’ndeki pek çok entellektüelin (ve sıradan insanların) yaşadığı Ostalji’nin (Komünist geçmişe duyulan nostaljinin) nihai kaynağı, pek Komünist geçmişe değil de, daha farklı olmuş olabilecek o geçmişe, başka bir Almanya yaratmak açısından kaçırılmış olan o fırsata duyulan özlem değil midir?

Neo-Nazilerin, Sovyetler çöktükten sonra gerçekleştirdikleri zorbalıklar; kaçırılmış fırsatların farkında olunduğunu sergileyen semptomatik patlaklar olarak düşünülebilir. Bireyin psişik hayatıyla da bir benzerlik kurulabilir bu noktada: Nasıl ki (belki bir aşk ilişkisi kurmada) kaçırılan özel bir fırsatın farkında olunması, çoğu zaman irrasyonel endişeler, baş ağrıları, öfke nöbetleri biçiminde geride izlerini bırakıyorsa, kaçırılan bir devrimci fırsatın sebep olduğu boşluk da irrasyonel yıkım nöbetlerine yol açabilir.

‘Ya şöyle olsaydı? ’ sorusu, Marksist devrimci projenin özünde mevcuttur. Marx, Fransız Devrimi üzerine yaptığı ironik yorumlarda, devrimci heyecana ve sonrasındaki mahmurluğa karşı çıkıyordu: Özgürlük, eşitlik, kardeşlik vaadinde bulunan yüce devrimin gerçek sonucu, piyasa hesabının o sefil faydacı/bencil evrenidir. (Bu uçurum Ekim Devrimi örneğinde daha da büyüktür.) Oysa Marx’ın anlatmak istediği , ticaretin kaba gerçekliğinin “devrimci heyecan tiyatrosunun sahiciliğiyle’ terzyüz edilmesi -bütün gürültü patırtının sebebi buymuş demek- olduğunu ifade eden genel görüşten farklıdır. Devrimci patlamada evrensel özgürleşmenin ütopik boyutunun yarattığı umut ışıldar. Ki aslında bu umut, ayılmayla birlikte idareyi eline alan piyasa gerçekliğinin ihanet ettiği ‘fazlalık’. Bu fazlalık basitçe geçilemez ya da alakasız olduğu düşünülüp bir kenara konulmaz. Olduğu yerden alınıp gerçekleştirilmeyi bekleyen bir hayal olarak fiili bir konuma yerleştirilmelidir.

Bu metin, Slavoj Zizek’in Andrew Roberts’ın derlediği What Might Have Been: Imaginary History from 12 Leading Historians adlı kitabı hakkında 18 Ağustos 2005’te London Review of Books’da yazdığı eleştiri yazısıdır. Özgün metin için bkz: http://www.lrb.co.uk/v27/n16/zize01_.html (ç.n.)

Çeviren: ERDEM GÜNAÇAN