15. İstanbul Bienali Üzerine Notlar

Çağdaş sanat sezonu geçen hafta itibarıyla açıldı. Bienalin açılış haftasına denk gelecek şekilde Contemporary İstanbul ve yirminin üzerinde galeri sergisi de görücüye çıktı. Bütün bir hafta boyunca küratörler, sanatçılar, izleyiciler ve koleksiyoncular o mekândan bu mekâna doğru koşturup durdular. Özellikle sınırlı zamanından ötürü görebildiği kadar eser görmek için çırpınan ben gibi insanlar açısından beklenti daha da yükseldi, zira eserlerin ve organizasyonların su toplayan ayaklarımızın ağrılarını unutturacak kadar iyi olması gerekirdi. Pek tabii bu yorgunluğu bir pişmanlığa dönüştürecek işlerle de karşılaştım, görmek için daha fazla yorgunluğu göze alabileceğim işlerle de. Bu yazıda mevzuyu Contemporary İstanbul ya da belli başlı sergilerin sınırlarına kadar genişletmeden sadece Bienal üzerine gözlemlerimi ve eleştirilerimi yazmakla yetineceğim.

Öncelikle tema olarak seçilen “iyi bir komşu”nun İstanbul Bienali açısından potansiyeli yüksek bir tema olduğunu düşünüyorum. Komşu kavramı özdeş olmayan iki şey arasında gerçekleşebilir ancak, yani komşuluk öteki olarak tanımlanmış olanla kurulmaya çalışılan bağa ilişkin bir şeydir. Özdeşliği bozan şey iki apartman dairesi arasındaki duvar, iki ülke arasındaki sınır ya da iki kimlik arasındaki kültürel farklılıklar olabilir. Yine de komşuluk üzerine düşünmek ötekini evrensel kümenin sonsuzluğuna ya da Kaf Dağı’nın ardına atmak yerine onu ulaşılabilir bir pozisyona taşımak, onunla temas kurmak ve bir biçimde onun hayatına dokunmak ile ilgilidir. Bu bakımdan komşuluğa dair olumsuzluklar üzerinden kurduğumuz bir anlatı, bir sanat eseri ya da bir eylem bile nihayetinde ötekini daha iyi anlamak ve ötekiyle iletişimi artırmak gibi olumlu bir gaye taşır.

Öte yandan, tam da yukarıda kısmen belirttiğim düşünsel potansiyelinden ötürü iyi bir komşu teması beklentileri çok fazla yükselterek erken bir tatminsizliğe yol açabilir. Nitekim bienale şu âna kadar yöneltilen (ve tahminen bundan sonra da yöneltilecek) eleştirilerin temelinde bu temanın hakkının verilip verilemediğine dair sorular yatıyor.

Açıkçası bienal gibi büyük çaplı, çok-boyutlu, farklı gruplardan birçok aktörün (düzenleyici kurum, küratör(ler), sanatçılar, izleyiciler, sponsorlar, çevirmenler, metin yazarları vs.) ortaklaşa bir üretimde bulunmaya çalıştığı karmaşık organizasyonların ahlâki -estetik temelde iyi ya da kötü gibi kategorilerle değerlendirilmesini yeterli bulmuyorum. Bienal değerlendirmelerindeki en temel sorun, yukarıda sayılan aktörlerin tamamının bienali değerlendirirken sanatsal bir perspektiften, sanat adına ve sanat için konuştuklarını iddia ediyor olmalarına karşın kendi aktör pozisyonlarının dışına çıkacak bir söylem geliştiremiyor oluşlarıdır. Oysa bienali değerlendirmek için hem mikro düzeyde dönen aktörler-arası ilişkilere, hem küratöryel tercihler ile eserlerin ayrıntılı analizlerine, hem o seneki edisyonun bienalin kendi tarihselliği içerisinde nasıl bir konumda bulunduğuna hem de o bienalin jeo-estetik bakımdan güncel sanat dünyasında nasıl bir pozisyon işgal ettiğine değinmek gerekir. Bunların tamamını kapsayacak bir metin şüphesiz zamana ve yoğun bir emeğe ihtiyaç duyar. Bu yazı İstanbul Bienali’nin ön gösteriminden, açılış partisinden, bienalin bu seneki kitaplarından ve birkaç sanatçı ile yaptığım görüşmelerden toparladığım notlara dayanıyor, bu yüzden yazıyı bir ön değerlendirme olarak okumakta fayda var.    

Bienalin küratörleri olan Elmgreen ve Dragset’in diğer bienallerin mega-küratörleri gibi yüzlerce eser seçip bienali takip edilemez hale getirmeye karşı takındıkları daha sakin ve sanatçıyla daha fazla mesai yapmaya dönük tutumları, sanatın da hayatımızın diğer tüm alanlarında yaşadığımız hızlanma kültürüne çekilmeye çalışıldığı şu zamanlarda çok önemli bir soruna işaret ediyor. Sanatçı da, küratör de, izleyici de zamana ihtiyaç duyar, sanatın zamanını gündelik hayatın zamanına uydurmak zorunda değildir. Elmgreen ve Dragset’in kendilerini öncelikle sanatçı olarak tanımlamaları, sanatsal üretim süreçlerinin içinde uzun süredir bulundukları için sanatçılarla hiyerarşik bir küratör ile sanatçı ilişkisi kurmamaları ve özellikle çok tanınmış sanatçılar yerine genç sanatçılara yer vererek yeni işlerin ortaya çıkmasına olanak sağlamaları önemli ve olumlu sonuçlar doğurmuş. Bu tarz büyük ölçekli sergilerin mega-küratörden ve mega-sanatçılardan uzaklaştığı örneklere gitgide daha az rastladığımızı düşünürsek bu seneki bienalin daha mütevazı tercihlerde bulunmuş olması bienali biçimsel olarak ilginç kılıyor.  

Bir başka ilginç nokta, bienalin başından beri insanlara komşuluk üzerine soru soruyor olması. Sanattan ve siyasetten dertlerine sürekli net bir cevap arayan insanlara cevap yerine soru soran bir tema, hele hele de komşuluk ilişkilerinde hem bireysel hem de ülkesel sorunlara fazlaca sahip olan bir toplum için sanatın kamusal düzeydeki etkililiğini artırıcı bir işleve sahip. Öte yandan tam da iyi bir komşunun nasıl olması gerektiği üzerine bunca soru soran bir bienalin bu soruların cevaplanabilmesi için daha radikal önerilerde bulunması gerekirdi. Bienale getirilebilecek eleştirilerin giriş kapısı bu noktadan açılıyor.

Öncelikle bienal için seçilen mekânların birbirine yürüme mesafesinde ve iki büyük müzeyi (İstanbul Modern ve Pera Müzesi) kapsıyor olması, şehrin her tarafına yayılabilecek potansiyele sahip bir temayı sanatla daha profesyonel bir ilişki içerisinde olanların muhitine çekerek kısıtlamış. Galata Rum İlköğretim Okulu tercihi gayet isabetli olsa da komşuluk üzerine eğilen bir bienalin iki beyaz küpte neyi aradığını pek anlayamadım. Bu müzelerde ve Galata Rum İlköğretim Okulu’nda sergilenen işlerin bir kısmı şehrin farklı mekânlarında çok daha etkili ve o mekânla uyumlu olarak sergilenebilirdi. Örneğin Lübnanlı sanatçı Rayyane Tabet’in Beyrut’taki soylulaştırmadan yola çıkan çalışması Tarlabaşı’nda ya da Sulukule’de yerleştirilip kentsel dönüşüm bağlamında nelerin yitirildiği üzerine tartışmalar yaratılabilirdi. Kamusal program adı altında organize edilen bir dizi konuşma ile kotarılmaya çalışılan mahalleler ile temas eksikliği, bienali var eden eserlerin İstanbul’un genişliğine kıyasla küçücük bir alana sıkıştırılmasından ötürü derde derman olmaktan uzak kalmış. Bienalin açılış partisinin Asmalımescit’te çok lüks bir mekânda yapılması ve partide ne bir konuşma ne de bienalin temasına dair herhangi bir işaretin olması, komşuluğun izinin şehrin komşularından ırak bir yerde sürdüğüne dair algıyı pekiştiren bir başka örnek olarak okunabilir.    

Başka ülkelerden katılan sanatçıların politik işlerine nazaran bienale Türkiye’den seçilen eserlerin politik tonunun az olmasına dair şu sıralar dönen eleştirilerde bir haklılık buluyorum. Erkan Özger’in çok etkili video çalışmasını bir kenara koyarsak geri kalan sanatçıların işlerinin tonu, son yıllarda kavgalı olmadığı hiçbir sınır komşusunun olmadığı bir ülkenin hali hakkında pek bir şey söylemiyor. Tabii ki sanatçılardan kahramanlık beklemiyorum, bekleyenleri de anlamıyorum. Nihayetinde bu ülkede yaşamaya devam edebilmek için dolaylı anlatımlar yaratmak zorunluluğunu artık hissetmeyen yok sanırım. Yine de sanatsal dil yeni anlatım tekniklerinin ve biçimlerinin zorlanmasıyla ortaya çıkar. Erkan Özger’in “Wonderland” adlı işi bu açıdan örnek teşkil edecek bir çalışma olarak anılabilir.  

Bienal üzerine yazılmaya başlandı, daha da yazılacaktır. Şimdilik ilk değerlendirmeleri not edip konu hakkında daha ayrıntılı analizler için bienal sırasındaki gelişmeleri ve bienal sonunda oluşacak istatistikleri beklemekte fayda var.