Mağdurların Ve Madunların Öfkesi


























Öfke, bir hissediş/ duyumsayıştır, öncelikle. Bir şey olmuş -ya da, olmakta- ve o şey, bize, -bedendeki yansımaları ya da uyandırdığı değişimlerle- öfke yaşatmaktadır. Baldan tatlıysa da bazen; haddi, hududu zorladıkça (ölçüsüzleşip keskinleştikçe) kabına zarar verebilen bir hissediştir -sirke misali. Baldan tatlı olan, had aşıldığında, balataları yakacak olandır da.

Öfke ânı ise o an; kalbimiz çarpmakta, soluğumuz daralmakta, (kafamızın tası ile birlikte) benzimiz atmakta, sesimiz ve ellerimiz titremektedir. Zamanda, zihinde ve bedende tortulanan bir öfke ise öfke; gerginlik, nevri dönüklük, keyifsizlik, tadı kaçıklık (ekşilik), hevessizliktir yaşanan daha ziyade.

Tümden mesnetsiz (daha doğrusu, mesnedi muhatap alınamayacak denli genel kabulden -ya da, “gerçek[lik] yargısı”ndan uzak) değilse; öfke, bir tehdit algısı mahsulü; yaşandığı hali ile dış tehdidin/tehlikenin göstereni (arazı, belirtisi, “semptom”u) olarak kabul görmelidir. Spinozacı ağızla konuşacak olursak; “varkalımsal çaba”mıza (“nefs”imize) dokunan (âsap sükûnetimizi ihlal eden) şeye mukabilen yaşanan bir duyumsayıştır. O anlamda, nefsi müdafaaya davet edendir de; kıymetlidir fevkalade. Lakin söz konusu kıymeti takdir ehliyeti, öfkenin tasarrufundan menkuldür. Ehliyet tetkikinde ise şunlar sual edilse yeridir: Öfkeliliğin tezahürleri içindeki kişi, öfkesinin ve neye öfkelendiğinin idrakinde midir; varkalımsal çabanın -makul ölçüleri içinde kendiliksel özerkliğin- gözetilmesinden mi (üstad Freud’un ağzıyla konuşursak; “narsisistik” ve “nesne” yatırımlarının uygun/dengeli akışını bozan bir münasebetsize dellenmişlikten mi), yoksa, “hep bana” diyen bencilliği (“narsisistik” aşırı duyarlılığı/şişkinliği) ve yüksek beklentileri ile incinmeye yatkınlığından mı kaynaklanmaktadır o kişinin öfkesi? (1)

“Öfke”ye ilişkin girizgâhımızdan sonra, John Holloway’in, Öfke Günleri: Paranın Hükümranlığına Karşı Öfke (2) isimli kitabına ve çağrıştırdıklarına gelmek istiyorum.

Yazarın birkaç yıl önce Leeds Üniversitesi’nde verdiği bir dizi dersten oluşan kitabın (özgün basımı 2016’dır) hemen hemen başlarında, W. Blake’den (Cennet ile Cehennemin Evliliği) aldığı dizeler, -benim için- kitabın ana izleğinin çağrıştırdıklarını da imlemekte: “Şimdi sinsi yılan yürür/ Sakin bir uysallık içinde./ Ve erdemli insan hiddetlenip köpürür/ Aslanların dolandığı yaban diyarda”.(3)

Holloway, ilkin, hayata muhalif müdahalemizin (ve nihayetinde, mücadelemizin) yol göstericisi olarak kıymetlendirir öfkeyi. Verili olana itirazın (verili olanla çatışmamızın -ki, tüm “yaratıcı” çabanın kaynağında o vardır kanımca), verili olanla geçimsizliğimizin bir tür tezahürü, ifadesidir öfke; “bilimsel” sorgulayışın, olanla yetinmeyişin yakıtı hatta: “Öfke, bilimsel düşüncenin merkezidir ve kızgınlık da ussal düşüncenin temeli.” Verili olanla barışık, verili/cârî olanı yeniden üretme müesseseleri olarak “akademi/k” tavır ise, sahte çelebilikle anılan çatışmanın üzerini örtme ehliyetinde olandır:

 

“Akademik söylem, bir örümcek söylemidir. Bu tarafsız, nesnel akıl, Adorno ve Horkheimer’ın eleştirilerine maruz kalan araçsal akıldan başka bir şey değildir; Marcuse’ün en ağır eleştiri oklarını yönelttiği pozitif ussallıktır. Bu, rasyonel bir irrasyonelliktir; irrasyonel dünyanın rasyonelliğidir; iğrenç bir toplumun içsel insicamıdır [bütünlüğü, tutarlılığıdır -iğrençliğin içsel kurucusudur]. O halde öfkelenelim, akademik ve resmi söylemin sahte tarafsızlığına karşı öfkelenelim. Tarihin öznesiz, bizsiz bir süreçmiş gibi sunulmasına karşı öfkemizi kuşanalım”.(4)

 

Kitabın alt başlığında yer alan “paranın hükümranlığı”na (o demektir ki, “kâr”dan başka değer tanımayan kapitalist hükümranlığa) “Hayır!” diyebilmenin, giderek fokurdayan suda haşlanıp kalmamak farkındalığı ile “vraklayıp” isyana durabilmemizin yakıtıdır öfke. Ancak, önemli ve belirleyici olan, sahiplenilen/bastırılmayan öfkenin menzilinden şaşmaması, ilgisiz mecralarda heder olmamasıdır. Son otuz yıldan uzun bir süredir (hükümetlerin mahiyeti ne olursa olsun) varoluşsallığımıza (“varkalımsal çabamız”a) saldıran neoliberal küresel politikalar/tasarruflardır menzilimizde olması gereken. Eğitimi, sağlığı, tüm toplumsal/kamusal hizmetleri özelleştirip sermayeye peşkeş çeken; kamusal zenginlik ve imkânları elimizden alıp yaşama değerlerimizi (yüz yüzelik, dostluk, dayanışma, içtenlik) yok eden neoliberal saldırı. Emeğimizi hesapsız, insafsız, hudutsuz sömüren; artan bir hız ve yoğunlukla bizi emeğimize ve ürünlerine yabancılaştıran, yoksunlaştırıp yoksullaştıran; kâr peşinde koşarken milyonlarca insanı topraklarından eden, şehir merkezlerinden (“mutenalaştırma”lar, vs.) gecekondu bölgelerine sürükleyen, toplum dışına iten; insanları nesneleştirip anlamsızlığa mahkûm, anlamsızlığı -anlamsızlığı üreten- tüketim nesnelerini tüketme iştahına (arsızlığına) tahvil eden “paranın hükümranlığı” olmalıdır öfkemizin hedefi.

Küçük adımlarla çıkalım “Hayır!” yoluna diyor, Holloway -adım adım, basamak basamak. Yeni dünyaların kapısını aralayacak umudun öfkesi olsun öfkemiz, mümkünse neşeli olsun. Nefret ve yıkıcılığa değil, umuda yaslansın. Haklı ve haysiyetli olsun.(5) Eylemde buluşalım. Acılara sığınmadan bir araya gelelim ve “ben”leri “biz” yapalım.(6) Günah keçileri arayıp sorunları kişiselleştirmeyelim; öfkemizi, iktidar koltuklarında oturanları değil, paranın hükümranlığı ile dayatılan hayatı değiştirmeye hasredelim. Suyun başında oturanları değil, suyun akışını değiştirelim. Ahkâm kesmeye değil, yeni bir hayata doğru birlikte dümen tutmaya aksın öfkemiz.(7) Yeni bir mücadele, eylemlilik dilimiz olsun. Yeni bir gramer kuralım. “[S]ağa karşı sol değil, yukarıdakilere karşı aşağıdakiler [olsun] mevzu[muz]”.(8) Kamusal kaygılarımızı müşterekleştirelim, işbirliği ve dayanışma duygusunu yükseltelim. Örgütlülük ve eyleyişimiz, “doğrudan demokrasi”yi, ortaklaşmacı hayatı esinlesin.

Holloway, öfkemizin muhatabı, menzili ve yürünülecek yola dair isabetli uyarılarda bulunsa da, kuşkusuz, derde deva olacak öfkenin kendisinin -bir tepki, hayata verilmiş duyumsal bir yanıt olarak- yaşantılanmasıdır esas olan -yani, “öfkelenebilirlik” ehliyetini haiz olmak. Başlarken, “varkalımsal çaba”mıza ya da “nefs”imize dokunup bir tehdit olarak algılanmak/alımlanmak suretiyle bizi müdafaaya çağıran öfkeden dem vurmuştum. “Nefs”, kişinin özvarlığı, özbenliği, kendiliğidir. Bu örtüşüm; “öfke günleri”nin nefs/kendilikler katında nasıl yaşandığını yoklamaya çağırdığı kadar, nefs katına uğramadan çıkılacak “Hayır!” yolculuğunun hayırlara vesile olamayacağını; paranın hükümranlığında çatlaklar açmak, çatlaklardan yürüyüp yıkabilmek ve yeni bir dünya kurabilmek için, temel haklara hassasiyetin, eşitlik, özgürlük ve adalet ilkelerinin kurucu değer olduğunu da hatırlatmalıdır bize.

Öyleyse; hattı müdafaa değil; öncelikle, nefsi müdafaa ile ayaklanacak öfke!(9)


1. Ötekiler dünyasının ölçülerini, beklenti ve yargılarını fazlasıyla sırtlanmış; “suçluluk duygusu” ile cezayı kendine kesip kendisine yüklenen “mazoşist”in öfkesini ise şimdilik bir dipnotta muhafaza etmiş olalım. Öte yandan, muhatabına yönlenemeyen (içeride birikip ekşiyen) öfkeye ışık düşürmek üzere, bkz. “Hınç, Haset, Husumet” (Varlık dergisi, Kasım 2016) başlıklı yazım.

2. Çev. Utku Özmakas, İletişim Yayınları, 2017.

3. A.g.y., s. 19.

4. A.g.y., s. 22-23. Akademi dünyamızda, “Bu suça katılmıyoruz” diyen bir avuç akademisyenin dışında, temel yaşam hakkı ihlallerinde dahi (o hakkı gözetmekle mükellef olan) “Devlet”i eleştirmeyi göze alamayan “akademisyen”lerin ezici çoğunluğu oluşturduğunu biliyoruz. Öte yandan; “Barış İçin Akademisyenler” bildirisinden, “bildiri, mevcut/ fiili durumun failleri arasında dengeyi gözetmiyor” mazereti ile uzak durma “bilirkişi” tavrını benimseyen “entelektüel” çevreyi de unutmuyoruz. Geçerken, Edward Said’i hatırlatmak da bizim vazifemiz olsun: “Sözcüğe benim verdiğim anlamda entelektüel, ne insanları teskin etme ne de konsensüs oluşturma derdindedir; çok ciddi bir anlamda, ucuz formülleri, hazır klişeleri ya da iktidar sahiplerinin ve uzlaşımcıların söylediklerinde, yapıp ettiklerinde gözlenen sorunsuz, uzlaştırıcı olumlamaları kabullenmeyi [reddetmek üzere] tüm varlığını ortaya koyan biridir [o]. Hatta sadece bir şeyleri pasif olarak istememekle yetinmez, bunu aktif olarak kamuoyuna söyler de” (Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı, çev. Tuncay Birkan, Ayrıntı, 1995, s. 36). Dönemin koşullarından hareketle benzer kaygı ile yazılmış bir metin için, bkz. “Münevverin Hendekle Tenevvürü” (Halûk Sunat, Varlık dergisi, Mart 2016).

5. Neoliberal yıkım ve haysiyet derken, hatıra “Ben, Daniel Blake”in (Ken Loach, 2016) gelmesi kaçınılmaz. Ani kalp rahatsızlığı sonrası işinden olan, “iş yeteneği değerlendirmesi”nde de (destek almak için gerekli) değeri tutturamayan, işi binbir türden yokuşa sürülen Daniel’in, nihayetinde, “Ben”in, bilgisayar ortamında soyut bir veri değil, kanı-canı ve haysiyeti ile bir “insan-ben” olduğunun altını çizişi etkileyicidir. Ken Loach, dayanışmanın, öncelikle mağdurlar ve madunlar arasında olacağını vurgulamayı da ihmal etmez (iki çocuğu ile ortada kalan Katie, Daniel’in siyahi kapı komşusu gençler, sokak insanları -ve ama, mağdura el uzatmayı unutmamış adaletli insanlar- arasında olduğu üzere).

6. Geçen yüzyılın bir “gösteri” yüzyılı olduğunu vurgulayan Alain Badiou’ya, “biz” olma adına kulak verelim: “‘Gösteri’ nedir? Kendi gücünü seyrettirmek için kamusal alanı (sokak, meydan) kullanan kolektif bir gövdenin adıdır. Gösteri kolektif öznedir, biz-öznedir, bir gövdenin getirisidir. Gösteri, görünür bir kardeşliktir. Gövdelerin tek bir maddi biçim halinde bir araya gelmesi şunu söyleme işlevi görür: ‘Biz’ buradayız ve ‘onlar’ (muktedirler, ötekiler, ‘biz’in oluşumuna dahil olmayanlar) korkmalı ve bizim varlığımızı dikkate almalılar” (Yüzyıl, çev. Işık Ergüden, Sel, 2010 [2005], s. 115-116).

7. Bir tür “ahkâm” kesiş örneği olarak “siyasi ahlakçılık”a dair Wendy Brown’a atıfla şunları yazmıştım: “Kestirmeden söyleyeyim; Wendy Brown, solun başarısızlığını, kurucu ‘ideal’i ile ilişkisindeki mutlaklığa, hayatı ideali uyarınca kurma iradesinden uzak düştükçe (‘siyasi iktidarsızlık’) kendine küsmesine, yitimleri ile yüzleşmek (‘yas çalışması’ yapmak) yerine ‘melankolik’ tavır alışına (‘sol melankoli’), iktidarsızlığın hıncını (öfkesini) kurucu karşı-eylemliliğe akıtmak yerine ‘sitemkâr siyasi ahlakçılık’a sığınma eğilimine (maluliyetine) yorar ve -Nietzsche’nin Yahudi-Hıristiyan ilişkisi bağlamında kurduğu ahlaka ilişkin soykütüksel çalışmasının ilgili veçhesine de yaslanarak- ‘harekete geçirici ahlaki vizyon’ ile ‘sitemkâr ahlakçı duyarlılık’ arasındaki farka daha yakından bakmaya davet eder bizi.” ( ‘Modernlik, Sonrası ve ‘Sol Melankoli”, Halûk Sunat, Varlık dergisi, Temmuz 2017. Devamı için, ayrıca, bkz. “‘Sol’ Yolculuğun Yas ve Melankoli Bağlamında Sorgulanışı” [Varlık dergisi, Ağustos 2017) ve “Sol Melankoli Kime Ne Söyler?” (Varlık dergisi, Eylül 2017).

8. s. 16. Neoliberal küresel kapitalizm koşullarında, anılan muhalefetin öznesini, Jodi Dean, “üreten ve sömürülen çoğunluk” karşılığı -ya da “geçmişte proletaryanın yaptığı vurguyu biz ötekiler”e taşımak üzere- “halk” olarak anarken; Michael Hardt ve Antonio Negri’nin (Çokluk, 2004), misal, söz konusu özneyi (“tüm tekil farklılıkların çoğulluğu” anlamında) “çokluk” olarak adlandırdıklarını hatırlatmış olalım. Öte yandan; “komünist ufku” kerteriz alan Dean, “Ben bu ‘ufuk’ terimini unutulmuş bir geleceği hatırlatmak için değil, siste kalınca ya da gözlerimizi yere dikince görmesek dahi, asla kaybetmediğimiz bir yaşantı boyutunu belirtmek için kullanıyorum […] Pusulayı şaşırabiliriz ama ufuk mevcudiyetimizin gerekli boyutudur” (çev. Nurettin Elhüseyni, YKY, 2014 [2012], s. 7) diye vurgular. Alain Badiou da, Komünist Hipotez’de (ki bana, “sol melankoli”nin ilacı gibi görünmüştür) “komünist idea”nın, -mutlaklıktan, şaşmazlıktan uzak- “olası başarısızlıklar uzamında yol alışa müsait”; her dem, taşıyıcı özneleri ile birlikte kendisini -hareket içinde- sınanmaya açık tutan hipotez nitelikli bir bağlanma olması gerektiğini vurgular (Türkçesi: Oylum Bülbül, Encore, 2011).

9. Son satırımı esinleyen Didem Madak’a saygıyla (“Haddi müdafaa yoktur zatı müdafaa vardır”, Pulbiber Mahallesi, “Kaza Anılar”, Metis, 2012, s. 69). Badiou, André Breton’a atıfla şunu paylaşır bizimle: “İsyan, ‘kendisini belirleyen fiili durumu değiştirme ya da değiştirmeme ihtimallerinden tamamen bağımsız olarak’ dirimsel kıvılcımdır (dolayısıyla saf şimdiki zamandır)” (Yüzyıl, s. 154).