İyi Bir Komşu (muyuz acaba?)

Teması “iyi bir komşu” olan 15. İstanbul Bienali ev, aidiyet, göç gibi birçok temayı kapsayan çalışmalarla dolu ve İstanbul’un çeşitli mekânlarında ziyaretçilerini bekliyor. Baştan belirteyim, bu yazı bir sanat eleştirmeninin görüşleri veya bienal tanıtımı değil, ziyaret etme fırsatı bulduğum Pera Müzesi ve Galata Rum İlkokulu’ndaki işlere dair izlenimlerimden oluşuyor. Öncelikle rehberim sevgili Hilâl Bıçakcı’ya teşekkür ederim; işleri yakından bilen biriyle gezmek detayları fark etmemi ve çalışmaların bağlamını anlayarak onlardan daha çok keyif almamı sağladı.

İyi bir komşunun ne olduğunu anlamak için sanki soru tersten sorulmuş ve cevapları da tersten verilmiş gibi. Bienali gezerken savaşların, iklim değişikliğinin, ekonomik krizlerin ve politik çalkantıların yerinden ettiği insanların, bazı durumlarda ise kendi evindeyken oraya ait hissedemeyenlerin, durumlarına dair çokça gözlem yapmak mümkün.

Öncelikle bence en çarpıcı işlerinden ikisi Louise Bourgeois’in kadın-ev (femme-maison) çizimi ve aynı katta sergilenen Monica Bonvicini’ye ait videoydu. İki çalışmada da başına kartondan ev geçirilmiş, dolayısıyla yüzünü göremediğimiz, çıplak bir kadın var, videodaki başını duvarlara vuruyor. Kadının başının ev olması, en kendine özgü yanını, yani yüzünü görmemizi engelliyor. Bireyselliğin ev içine hapsolması fikri Bourgeois’in kendi hayatını yansıtıyor çünkü sanatçı, Fransa’dan Amerika’ya göç etmesiyle birlikte Avrupa’daki bohem yaşam tarzı ile 1950’lerin orta sınıf Amerikan kültürü arasındaki tezatı bizzat deneyimlemiş. Mekânların da cinsiyetlenmiş olduğunu anlamamızı sağlıyor bu, zira orta sınıf Amerikan yaşam standartları ev kadınlığını öngörüyor. Ayrıca evin kadının baş kısmına yerleştirilmesi, kadının aklının sürekli evle ilgili sorumluluklarda olmasına vurgu yaparak feminist literatürde akıl-beden karşıtlığı olarak karşımıza çıkan olguya dikkati çekiyor. Erkek akıl ve kültürle özdeşleşirken kadın ise beden ve gündelik işlerle tanımlanıyor.

Yine toplumsal cinsiyet kimliklerinin evle ilişkisine göndermeler yapan bir başka çalışma Gözde İlkin’e ait olan Devrik Ev Serisi. Aile albümlerinin dışında kalmış fotoğrafların büyütülmüş hali kumaş, boya, dantel gibi çeşitli malzemeler kullanılarak ve genellikle yüzleri gizlenerek sergilenmiş. Türkiye’nin farklı kentlerinde yaşamış olan sanatçının albümlere girememiş aile fotoğraflarını parçalı bir anlatımla sergilemesi kendi göçebeliğini de yansıtıyor. Aynı zamanda kullandığı parçalar ailenin anılarıyla dolu ve sergilendikçe kolektif bir hafızaya dönüşüyor. Fotoğraflar genellikle kişilerin uygun giyimli olmadığı (örneğin deniz kenarında çekilmiş mayolu) veya fazla laubali göründüğü, erkeklerinse yeterince maskülen görünmediği için (birbirlerine yemek yedirirken çekilmiş fotoğrafta olduğu gibi) muhtemelen albüme konması uygun görülmemiş. Bir evde nesnelerin nereye ait olduğu, aile albümüne neyin uygun görülüp görülmediği de cinsiyet kimliklerini anlamamıza yardımcı oluyor.

Bienalde göçmenlerin eve dönüştürdüğü mekânlarla ilgili de son derece ilginç parçalar var. Örneğin göçmenlerin ve kent yoksullarının yaşamlarını yansıtan fotoğraf serisi Çin’de giderek sayıları artan “sıçanlar”ı konu almış. Sıçan diye adlandırılan bu insanlar eskiden yer altı sığınakları olarak kullanılan daha sonra ise özelleştirilip kiralık eve dönüşen penceresiz ve çok küçük odalarda yaşıyor. Sanatçı Sim Chi Yin çalışmasında bu insanların birkaç metrekarelik alanı eve dönüştürme çabasını yansıtıyor. Fotoğraflar aslında çok olumsuz yaşam koşullarını yansıtıyor. Ancak poz veren insanların sanatçıya yaşamlarından memnun olduklarını söylemeleri yoksulluk algısının göreceli olduğunu düşündürüyor.

Benzer biçimde Morag Keil ve Georgie Nettell’in Günlük Hayatın Faşizmi adlı çalışmasında İngiltere’de yine küçük mekânları eve dönüştürme çabası ele alınmış. İktisatçılara göre günümüz gençliği yakın tarihe bakıldığında ebeveynlerine göre daha zorlu maddi koşullarda yaşayan bir kuşak ve çoğu için yetişkinliğe adım atılan dönemde çok küçük mekânlarda yaşamak sıradan bir zorunluluk. Bunun yalnızca göçmenlere ve yoksullara özgü olmadığını, orta sınıfa mensup birçok genç için de olağan bir durum olduğunu görüyoruz. Türkiye nüfusunun çoğunluğu için bu çalışmada gösterilen şartlarda yaşamak sınıf atlamak sayılabilecekken İngiltere bağlamında bu koşullar refah devletinin giderek yok olduğu ülkede yaşanan düşüşü simgeliyor. Videoda gösterilen evde birlikte yaşayan kişilerin hiçbir şeyi paylaşmaması, bireyciliğin de yükselişini işaret ediyor.

Bienal kapsamında bence en etkileyici çalışma ise Erkan Özgen’e ait. Ocak 2015’te Kobane’nin IŞİD tarafından kuşatılması ile oradan göç etmek zorunda kalmış sağır ve dilsiz küçük bir çocuk, yaşanan şiddeti el işaretleriyle bize aktarıyor. Çocuk bir evde halının üzerinde yerde oturmuş halde işaretlerle bombaların düşüşünü, yol açtığı yıkımı, yaşadıkları korkuyu, o sıralarda su bulamadıklarını anlatıyor. Anlattığı şeyler ev ortamının görece güvenli oluşuyla bir tezat oluşturup güvenli ve yıkılmaz saydığımız şeylerin aslında ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor.

Komşuluk ilişkilerinde sınır kavramını düşünmeye teşvik eden bir parça Güney Afrikalı sanatçı Lungiswa Gqunta’nın Çimen’i. Bir plakaya yerleştirilmiş ters çevrilmiş kırık cam şişelerinden oluşan çalışma uzaktan bakıldığında çim gibi görünüyor. Doğallıkla özdeşleşen ve kendi kendine yetişen bir bitki türü olsa da çim bahçe dekorasyonunda kullanıldığı için düzeni, ev hayatını, üst sınıf yaşam olanaklarını temsil ediyor. Sanatçı Güney Afrika’nın yoksul bölgelerinde yaşarken evlerinin bahçesinde hiç çim olmamış, aksine çimli zengin evlerinin dışına önlem olarak konan kırık camların ardında kalmış hayatı. Bu noktada cam gibi kırılgan ve kesici bir madde içerisi ve dışarısı ayrımının keskinleşmesiyle sınıf ayrımının da keskinleştiğini gösteriyor.

Bienal’de İstanbul’u yansıtan ilginç eserler de bulunuyor. Mark Dion’a ait İstanbul’un Dirençli Deniz Yaşamı ve İstanbul’un İnatçı Otları adlı işler aynı katta sergileniyor. Doğa tarihi müzelerini anımsatan bir sergileme tekniği kullanılmış ve suluboya çizimlerin yanı sıra kopyalar da var; kopyalar aslı kaybolmuş türlerin ancak kopyasına ulaşabileceğimizi hissettiriyor. Çarpık kentleşme ve kirliliğe direnen bitkiler ve deniz canlılarının örneklerini ve çizimlerini görüyoruz. İnsan merkezci (antroposentrik) yaklaşımımızdan dolayı çoğumuzun fark etmediği canlılar aslında bizim komşularımız; onlarla bir arada yaşıyoruz ama tükendiklerinin farkına varamıyoruz. Oksijen ürettikleri, büyük ve görünür oldukları için ağaçların katledilmesini fark edebiliyoruz ama daha küçük canlıların görünürlük savaşında hiç şansı yok. Bu yüzden İstanbul’un küçük canlılarının bir envanterini çıkaran sanatçının işi takdiri hak ediyor.

Son olarak muhtemelen bienalin en çok görseli paylaşılan parçası Boşluk Korkusu, Alejandro Almanza Pered’ya ait bir çalışma. Bir kısmı beton kaplanmış 19. yüzyıl manzara tablolarından oluşan çalışma her İstanbullu gibi bana da kentsel dönüşümü ve doğa tahribatını çağrıştırdı. Sanatçıya göre doğayı bütünselliği içinde yaşayamıyor, parçalı olarak algılıyoruz. Bizi etkileyen doğa manzaralarını olabilecek en yapay yerlere, evimizin beton duvarlarına, asıyoruz. Dolayısıyla bu çalışma doğal ve yapay arasındaki gerilimi yansıtıyor.

Bienali gezerken iyi bir komşunun nasıl olması gerektiğini ve yaşadığımız kentle ilişkimizi tekrar gözden geçirmiş oluyoruz. Bienale dair anlatılacak daha çok şey var, en iyisi okuyucunun gidip görmesi. Bienal 12 Kasım’a kadar Pazartesi hariç her gün ücretsiz gezilebilir.