Viran Şehirler Bizim Memleket

“Hemşerim memleket nire?” sorusuna, “Bu dünya benim memleket,” dediysek de her zaman, inandıramadık. Üstelik bir de “Hayır anlamadın”larla uğraştık.

Hiç sevmedim ben nerelisin sorusunu, sana ne be güzel kardeşim, sana ne be amcacığım, sana ne be ablacığım, sana ne be bilumum akrabam, sana ne? Ne olur beni bir etiket altına koymadan karşına alıp konuşsan. Ama olmuyor, önce nerelisin sorulmalı ki gelen cevaba göre konuşmaya değer misin değmez mi, ondan mısın yoksa değil mi, Sünni misin Şii mi, yoksa haşa gâvur musun, sağcı mısın solcu mu yoksa terörist mi anlaşılsın, anlaşılsın ki ona göre samimiyet(sizlik) başlasın. Şimdiye kadar kimseye sormadım bu soruyu, bana sorulduğunda da iade-i ziyaret hiç yapmadım. Soruya cevabım da hep aynıydı: İstanbul.

Hah işte çilenin çillendiği âna geldik. Bitti mi sandın acılar? İstanbul dedin mi “Yok köken nere?” gelir dayanır kulağının zarına. Sanki ben biliyorum da inadımdan söylemiyorum sana.

Neyse ki devlet babam bulmuş ben nireliymişim. Israrlara dayanamayıp en sonunda ben de çıkarttım listemi (ana tarafımı daha çok soydan sayması da umutlandırır gibi oldu beni, acaba içten içe ana soylu bir anlayışı mı benimsiyor bu devlet diye geçirdim aklımdan). Kenarından, kıyısından geçmediğim yerlerin adı var listede, ne yani şimdi anamın bilmem nesi orada doğdu diye oralıyım mı diyeyim? Saçma.

***

Geçenlerde Kars'a gittim, bu ara şu Instagram hesaplarını coşturma sebebiyle meşhur olan ilimize.  Oranın taşını toprağını gezmenin yanı sıra, belki ondan da çok, bir kıraathaneye girip, bir köye gidip oranın yerlileriyle sohbet etmek istedim. Hatta bir arkadaşımdan köy ismi bile alıp öyle gitmiştim. Ama olmadı, iki buçuk gün taşını toprağını gezdim Kars’ın. Gezerken biraz sezmiştim ama şöyle biraz ayrılıp iyice de uzaklaşınca fark ettim ki ben aslında konuşmuşum yerlileriyle Kars’ın. Dağı, taşı, karı, toprağı, köprüsü dilliydi, bülbül gibi şakıyordu duymasını bilene. Ve hiçbir zaman “Nerelisin?” demedi insan olmasını bilene. Ani’de o yıkık dökük sur, kiliseler, karın altında kaybolmuş hamamlar, bezirhaneler, yüzlerce taş, bir zamanlar yaşam kurmak için ellerle dizildiğini ve bir zamanlar talan etmek için ellerle yıkıldıklarını anlattılar. Hiç kolay değil bunları duymak, o anda orada yaşayanları kafamda canlandırmadan durmak, ya da Kars-Gümrü sınırında yıkılmış köprünün avaz avaz çığlığını duymazdan gelmek. Bir de kendine katlanamıyor insan bu durumda, “ya talan edilmeseydi şimdi ben neresinde olacaktım” diye düşünmek, üstelik devlet kaydımda burada yaşayan hiçbir akrabam da yokken… Ya da sadece ben de değil, aslında bu insanlar nerede olacaktı, koca coğrafya nasıl olacaktı, dünyaya etkisi ne olacaktı? Bunu düşünmenin bir faydası yok şimdi ama bunu düşündürtmemenin faydası çok şimdi.

***

Yanı başımızda hâlâ duvarlar yıkılıyor bu sefer teknolojik aletlerle. Latin alfabesinden kendine kapış kapış üçer dörder harf çalmış bilumum silahlı kuvvetler birbiriyle çatışıyor. Hiçbir ismin bekası umurumda değil ama bu haberleri duyunca gözümün önünde üç beş yaşlarında perişan halde bir çocuk canlanıyor. İşte o çocuk umurumda, onun terk ettiği evi umurumda, belki henüz terk edemeden komşusunun üzerine yıkılan taşlar umurumda…

Bu çocuklar bir yerlerde hayatta kalmaya çalışıyor, ama bir kaldırım taşında bacağımıza yapışıp ekmek parası isteyerek, ama denizlerde umuda yüzerek. Bu çocukların “şanslı” olanları bir şekilde hayatta kalacak, aileleri olacak, çocukları olacak. Nasıl soracaksınız şimdi bu çocuklara nerelisin diye. Gözlerimizin önünde evleri yıkılırken zorunlu gittikleri yerde nasıl sorabiliriz ki “Esas memleket nere?” İstemiyorum ki ikinci-üçüncü nesil ana-ata toprağına gidip taşlarla konuşsun, toprakla ağlaşsın. İstemiyorum ki bugün ellerimizle, sessizliğimizle yok ettiğimiz kültürler yarın taşlarda aransın. İstemiyorum ki yüz sene sonra amacı adında kalan, habire raporlarla kütüphane dolduran,  dünya çapında adı olan kuruluşlar,  o kültürlerin sembolü olarak taşları korunma listesine alsın…

Yıkılmış, kırık dökük taşlar, kendini görme imkânına erişmiş, dünya nüfusuna kıyasla sadece sayılabilecek kadar insandan, daha da az sayılabilecek insanı derinden etkileyecek, oradaki yaşamı düşündürtecek, yitenin acısını hissettirecek. Bu kadar az sayıda insan, geleceğe, ancak yine kendileri kadar az sayıda vicdanlı insan bırakabilir. O yüzden taşları değil, şimdiden insanları korumalıyız. Biz insanız, mademki insanız, taşlarla değil insanlarla konuşmalıyız.

Ha, bu arada sorarsanız eğer “Hemşerim memleket nire?”

Viran şehirler bizim memleket.