Bir ABD Gider, Diğer ABD Gelir mi?

Ünlü eleştirel Marksist düşünür Antonio Gramsci arkasında bıraktığı eşsiz eseri “Hapishane Defterleri”nde artık aforizmaya dönüşen veciz bir ifade kullanmaktaydı. Bu ifade şu idi: “Eski dünya ölmek üzeredir, yenisiyse bir türlü doğmamaktadır”.[1] ABD’nin bugün geldiğimiz noktadaki durumu ve hal-i pür melali bir biçimde bu özlü ifadede ete kemiğe bürünüyor gibi. Uluslararası ilişkiler literatüründe daha çok Gramsci’ci teorik çerçeveden esinlenerek ABD’nin ekonomik, askeri, politik, sosyal ve kültürel düzlemelerde nasıl bir hegemonik (hem zora başvurma hem de rıza ve meşruiyet üretme bağlamında) güç teşkil ettiğini analiz etmeye çalışan Robert Cox[2], Stephen Gill[3] ve Suzan Strange[4] gibi önemli teorisyenler vardır.

Bilhassa Soğuk Savaş dönemindeki iki kutuplu dünyanın sönümlenmeye yüz tutup; çökmesiyle birlikte, tek kutuplu dünyada ve küresel düzlemde ABD’nin hegemonik gücü giderek konsolide oldu ve uzunca bir dönem bunun tezahürleri bütün dünyayı etkilemeye devam etti.[5] Ancak 11 Eylül 2001’de ABD’nin kalbi sayılan ikiz kulelere yapılan El-Kaide menşeili intihar saldırıları küresel dinamikleri ve uluslararası ilişkilerin temel nosyonlarını topyekûn değiştirdi. Daha önce küresel ekonomik ve emperyal kültür politikalarını ön plana çıkartarak hegemonik gücünü biçimlendiren ABD, 11 Eylül saldırılarından sonra militarist veya askeri gücünü daha çok göstermeye başladı.[6] Bunun en çarpıcı yansımalarına bütün dünya önce Afganistan ve hemen akabinde Irak’ta şahit oldu. Aslında 11 Eylül bir biçimde ABD için irtifa kaybının miladı oldu. Enron’un batışı ile başlayan iflas süreci, ABD hükümetinin, ülkenin en büyük mevduat banası Washington Mutual’a el koymasıyla katmerli hale gelmişti. ABD’de patlak veren finans piyasalarının yaşadığı son küresel kriz domino etkisi yaparak, birçok şirketi krize sürükledi.[7] Peki, bütün bu gelişmeler neye işaret ediyor? Amerika’nın küresel hâkimiyeti 21. yüzyılda sona mı erdi? Yoksa genişleyen ekonomik gücü, artan politik etkinliği ve askeri yeterliliği ile birlikte küresel ölçekte ciddiye alınması elzem olan Çin’in küresel hâkimiyeti mi ABD’nin hegemonyasını ikame edecek?[8] Artık karşımızda kendi iç sorunlarıyla, ekonomik sıkıntılarıyla baş edemeyen, dünyada saygınlığını, inandırılıcılığını, ciddiyetinin ve caydırıcılığını kaybeden bir Amerika mı var? Ez cümle artık Amerikan kültürü, parası, yaşam tarzı, politikası, borsası, ekonomisi, sanatı, kültürü para etmiyor mu?

Liberalizmin en önemli teorisyenlerinden biri olan felsefeci John Gray, 25 Eylül 2008 tarihinde The Observer gazetesine yazdığı “Amerika hegemonyasının kırılma noktası” başlıklı makalede Berlin duvarının yıkılması nasıl Sovyetler Birliği’nin dağılmasına neden oldu ise son küresel ekonomik krizin de ABD’nin çöküşünü getireceğini belirtmişti.[9] Dünya piyasalarının yaşadığı süreci bir mali krizden çok daha öte olarak değerlendiren Gray süreçle birlikte tarihi bir jeopolitik değişim oluşacağını bu değişimiyle birlikte dünyadaki tüm güç dengelerinin sonsuza dek değişeceğini ve II. Dünya Savaşı’ndan bu yana süren Amerikan hegemonyasına son vereceğini söylemişti. Yazar, Amerikan hegemonyasının gerilediğine kanıt olarak Venezuella Devlet Başkanı Hugo Chavez’in Amerika’nın gücüyle alay etmesi ve bu alayının cevapsız kalmasını göstermişti.

Gerçekten de görünürde kıtasal hareketlerin var olduğunu kabul etmek gerekiyor. ABD’nin arka bahçesi Latin Amerika’nın hızlı bir eksen kaymasıyla sol siyasetleri iktidara taşıması, önbahçesi olan Ortadoğu’da demokratik seçimler sonucunda Hamas ve Hizbullah (Mısır’da Müslüman Kardeşlerin son seçimlerdeki yükselişini de unutmamak gerekiyor) gibi İsrail karşıtlığıyla da malul örgütlenmelerin iktidarı ele geçirmesi ABD politikalarının başarısızlığının ve irtifa kaybının çarpıcı tezahürleri. Bugün ABD ise iki bölge üzerinde oturuyor. Bunlardan birisi Ortadoğu, diğeri de Latin Amerika. ABD’nin bu bölgelerdeki payandalarını kaybetmesinin küresel hâkimiyetinde büyük boşluklar yaratacağı aşikâr. Burada George W. Bush’un başkanlık dönemindeki sayısız başarısızlığı, dünya çapında yarattığı olumsuz imajı ve ciddi meşruiyet kaybını unutmamak gerekiyor. Venezüella’da Hugo Chavez, yanına Küba, Bolivya ve Ekvator liderlerinin desteğini alarak petrol ve gaz kaynaklarını Batılı şirketlerin elinden alıp doğrudan devlet kontrolüne veren bir kampanya yürüterek Amerikan egemenliğine meydan okumuştu ve okumaya da devam ediyor. Hatırlayalım: Atlantik’in diğer yakasındaki Avrupa da Irak savaşından son derece rahatsız olmuştu. Fransa’nın Lübnan’daki inatçılığı, Avrupa’nın Irak ve Afganistan’a dişe dokunur bir askeri katkı yapmayı reddetmesi, Britanya’nın Filistin’e karışması ve Fransa’yla Britanya’nın Darfur’da bir anlaşmaya karşı çıkması, Amerika’nın dünya üzerinde hegemonik konumunu ve meşruiyetini zayıflatan süreçlerdi. Bugün 20 yıla aşkın bir süredir Amerikan gücünün gölgesinde kalan Rusya ve Çin kınından çıkmış bir kılıç gibi keskin ve yalınkat bir biçimde hareket ederek, Orta Asya’daki Amerikan destekli devrimlerin karşısına dikildiler. Özbekistan Moskova’nın nüfuz alanına döndü, Kırgızistan ve Belarus ABD destekli ayaklanmaları başarıyla bertaraf etti. Amerika Ukrayna’daki siyasi kazanımları sağlam bir zemine oturtmaya beceremedi. Gürcistan, Washington’la ilişkilerinden dolayı Rusya’nın sert tepkisine maruz kaldı. Dahası Şanghay İşbirliği Örgütü’nün küçük devletleri Kırgızistan ve Tacikistan, Amerikan üslerinin kapatılmasını isteyecek kadar yürekli hale geldi.

İşin hazin tarafı oğul Bush yönetiminde başlatılan “önleyici savaş doktrini”[10] eksenli terörle savaş doktrini ister istemez Çin’in Rusya’yla ilişkilerini güçlendirdi. Böylece Amerika’nın iki sabık düşmanını birbirinden ayrı tutmak yönündeki stratejik planı da boşa çıktı. Ekonomik büyüme ve iki kutuplu bir dünya oluşturma yönündeki ortak arzuyla yeniden tazelenen Çin-Rus ittifakının etkileri, dünya çapında ABD çıkarlarına zarar verecek biçimde yayıldı. Amerikan tehditlerine kulak asmayan Rusya, Venezüella ve İran’ı modern silahlarla donattı. Çin enerji şirketleri, geleneksel olarak Amerikan petrol devlerinin imtiyazında olan bölgelerde petrol anlaşmaları imzaladı. Ortadoğu’da gerek Rusya gerekse Çin, Amerika’nın İran’a yönelik tutumuna güçlü biçimde itiraz etti. Kore Yarımadası’nda Pekin’in Pyonyang’a dizginsiz desteği, Washington’un Kuzey Kore’nin nükleer güç olmasını önlemek konusundaki acizliğini açığa çıkardı. Müslüman dünyanın her tarafında Amerika’ya verilen destek bütün zamanların en düşük seviyesine inmiş durumda. Irak ve Afganistan’daki direnişin şiddeti ABD ordusunun belini kırmış ve Başkan Bush’u demokrasiyi yayma planlarından vazgeçmeye mecbur bırakmıştı. Amerika’yı Irak ve Afganistan’dan çıkaramayan Bush, ‘Truman Doktrini’ni tekrar ısıtmak ve Suriye, İran ve Pakistan gibi laik otokrasilerin yardımına başvurmak zorunda kalmıştı. Bush yönetiminin kifayetsiz politikaları, Müslüman dünyayı Amerika’nın bakış açısına göre yeniden şekillendirmek yerine bölgeyi İslamileştirmiş, Müslüman kitleleri ruhsal uyuşukluğundan çıkarıp politikleştirmiş ve Müslüman aydınları siyasi İslam adına güçlü bir unsur olacak biçimde çelikleştirmişti. Ulusal İstihbarat Komitesi’nin eski başkan yardımcısı Graham Fuller son yazılarından birinde Amerika’nın müşkül durumunu doğru tanımlıyordu: “Farklı ülkeler, çok çeşitli stratejiler ve taktikler geliştirdi. Böylelikle Bush’un politik gündemini zayıflattılar, değiştirdiler, karmaşıklaştırdılar, sınırladılar, geciktirdiler veya engellediler.”

Irak’ın ikinci kez işgalinin ABD’nin küresel iktidarını büyük ölçüde aşındırdığını ve bu aşınmanın Amerika’nın iç politikasında da önemli sonuçlar doğurduğunu söylemek gerekiyor. ABD, bu işgale girişirken Avrupa’nın en kritik iki ülkesi olan Almanya ve Fransa ile onlara katılan Rusya’yı, Çin’i, bütün İslam dünyasını, Hindistan’ı daha da önemlisi dünya kamuoyunu karşısına almıştı. ABD’yi destekler görünen İngiltere, Avustralya gibi ülkelerde de kamuoyları savaşa karşı tavırlarını açık bir şekilde ortaya koymuşlardı. Hatta Blair işgalin sonrası kendi partisi içinde bile zor duruma düşerek iktidarı kaybetti. Vietnam’dan bu yana ABD’nin hiçbir dış politika eylemi, müdahalesi bu ölçüde tepki görmemişti. İçeride yaratılan korku dalgasının da etkisiyle manipüle edilen ve Irak’taki Saddam rejimi değiştiğinde daha güvende yaşayacağına inandırılan Amerikan halkının bir kısmı dışında bu savaş neredeyse bütün dünyada büyük tepki görmüştü. ABD sistemin düzenleyicisi olarak kendisine daha ayrıcalıklı bir konum biçmekte, daha tek taraflı davranabilmekte bu da merkez içinde sorun yaratmaktadır. Çıkarlarına uymayan kurumları, kural ve normları doğrudan kendi ihtiyaçları yönünde yeniden tanımlamakta örneğin, BM’yi, uluslararası hukuku dışlamakta, prestij kaybettirmektedir. İlhan Uzgel’e göre bu girişimin merkezinde, “Orta Asya ve Kafkasya’dan sonra Körfez Emirlikleriyle birlikte Irak petrollerinin kontrolünü sağlayarak ve buradan Suudi Arabistan üzerinde baskı oluşturarak, öte yandan Amerika kıtasındaki petrol (kendi toprağı olan Alaska, Meksika, daha yenilerde Kolombiya, ileride Venezüella) üzerinde denetim kurarak ya da var olan denetimi sıkılaştırarak, ayrıca Afrika’daki yeni petrol bölgelerini daha diğer ülkeler buralara girmeden kontrol altına alma çabası”[11] vardır.

Bu çerçevede esas itibariyle kilit soru Ferid Zekeriya’nın sorusudur[12]: Tarih ABD’yi de vuracak mı? Yoksa çoktan vuruyor mu? Bugün ABD oldukça farklı bir sorunla karşı karşıya kalmış durumda. O da güçlü olmayan, ülkeyi geleceğe dönük sağlam temellere oturtacak oldukça basit reformları hayata geçiremeyen ve fonksiyonunu yitirmiş ABD siyasi sistemidir. Washington, etrafında zuhur eden yeni dünyayı görmemekte, ABD politikasını yeni çağa uydurabileceğine dair pek de sinyal vermemektedir. Askeri açıdan alt edilemez başka bir süpergüç Afganistan’da kolay bir zafer kazanmış ve sonra da yine kolay olacağını düşündüğü bir savaşa girmiştir, bu seferki Saddam Hüseyin’in Irak’taki dışlanmış rejimine karşıdır. Sonuç ise hızlı bir askeri zaferin ardından, siyasi ve askeri engellerle dolu olmakla birlikte yoğun bir uluslararası muhalefete maruz kalan zorlu bir mücadele olmuştur. Irak’taki netice ne olursa olsun, kayıplar muazzam düzeydedir. ABD çok fazla yayılmış ve aklı başından gitmiştir, ordusu baskı altında kalmış ve ABD’nin imajı lekelenmiştir. İran ve Venezüella gibi devletler ile Çin ve Rusya gibi büyük güçler Washington’un savruk ve talihsiz durumundan istifade etmektedirler. Aşina olduğumuz emperyal bir çöküş tekrardan sahneleniyor, yani tarih tekerrür ediyor.

ABD, bugüne kadar, büyük-küçük, teknik ve yaratıcı, ekonomik ve siyasi türden yeni fikirlerin dünyadaki en önemli kaynağı olmuştur ve olmaya da devam edebilir (Gerçek manada yenilikçi olabilirse, yeni enerji türleri üretebilmeye yönelik yeni fikirler de üretebilir). Ancak bunu yapabilmek için bazı önemli değişimler geçirmesi zaruridir. ABD tarihinde, sürekli nüfuzunu kaybetme endişeleri ortaya çıkmıştır. Bugünkü, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana meydana gelen dördüncü endişe dalgasıdır. İlki 1950’lerin sonlarında Sovyetler Birliği’nin uzaya Sputnik uydusunu göndermesi sonucunda oluşmuştur. İkincisi ise, 1970’lerin başında, yüksek petrol fiyatları ve yavaş büyümenin Amerikalıları, geleceğin güçlerinin Suudi Arabistan ve Batı Avrupa olacağına iyice ikna ettiği dönemde[13], üçüncüsü ise, 1980’lerin ortasında, uzmanların çoğunun Japonya’yı teknolojik ve ekonomik açıdan geleceğin üstün süper gücü olarak görmeye başladığı dönemde tezahür etmiştir.[14] Bu durumlardan her birinde duyulan endişeler sebepsiz değildi, yapılan tahminler ise mantıkla örtüşüyordu. Ama korkulan bu senaryoların hiçbiri olmadı. Bunun sebebi ABD sisteminin esnekliğini, başarısını, gücünü ve de hatalarını telafi edebilecek ve dikkatini yoğunlaştırabilecek yeteneğini ortaya koymasıydı. Ekonomik gerileme üzerine yoğunlaşarak bu durumun önüne geçilebilmişti.[15]

Bugünün sorunu ise, ABD siyasi sisteminin yaralarını iyileştirecek kapasiteyi kaybetmiş olmasıdır. ABD’nin bugün gerçekten ekonomik sorunları mevcuttur, ancak bunlar genelde ne ABD ekonomisindeki büyük verimsizliklerden doğmuştur ne de kültürel bozulmanın yansımalarıdır. Bunlar tamamen belirli hükümet politikalarının doğurduğu sonuçlardır. ABD’nin gerçek sınavı, İngiltere’nin 1900’lerde karşılaştığının tam tersi. İngiltere’nin ekonomik gücü, dünya genelinde geniş çaplı siyasi nüfuzunu idame ettirebildiği halde zayıflamaya başlamıştı.[16] ABD ekonomisi ve Amerikan toplumu ise aksine karşılaştığı ekonomik baskılara ve rekabete karşılık verme kabiliyetinde. Olaylara düzen vermenin yanında adapte olabilme ve de kararlılık gösterebilme gücü de mevcut. ABD’nin yüz yüze kaldığı sınav siyasi nitelikte olmakla birlikte, genelde ABD’nin özelde ise Washington’un sırtında bir kamburdur. Diğerlerinin yükseldiği bir dünyaya Washington’un düzen vermesi ve adapte olabilmesi mümkün müdür? Ekonominin gerektirdiklerinde ve de siyasi güçte yaşanan değişimlere mukabelede bulunabilir mi? ABD dünyada yaklaşık 20 yıldır tamamen rakipsiz konumunu korumuştur. Daha geniş anlamda konuşmak gerekirse, dünya II. Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana ABD’nin tasarladığı yapıda kalmıştır. Fakat bugün dünya, tarihin en büyük kırılma noktalarından birini yaşamaktadır.

Son 500 yıldır, yapısal anlamda gücün üç kez el değiştirdiğine, diğer bir ifadeyle uluslararası yaşamı-siyaset, ekonomi ve kültürü yeniden şekillendiren, güç dağılımındaki köklü değişikliklere şahit olduk.[17] İlki Batı dünyasının yükselişiydi ki bu süreç 15. yüzyılda başlamış ve 18. yüzyılın sonlarına doğru büyük bir ivme kazanmıştır. Beraberinde bildiğimiz anlamda moderniteyi getirmiştir: Bilim, teknoloji, ticaret, kapitalizm, tarımsal ve endüstriyel devrimler. Yalnız bununla kalmamış, Batı uluslarının da uzun vadeli siyasi nüfuzlar elde etmesini sağlamıştır. 19. yüzyılın sonlarında meydana gelen ikinci değişim ise ABD’nin yükselişiydi. Sanayileşmeyi tamamlamasının hemen ardından ABD, Roma İmparatorluğu’ndan bu yana en güçlü ulus haline gelmiş ve bu ulus diğer ulusların bileşiminden daha güçlü bir konum elde etmiştir. Son yüzyılın büyük kısmında ABD küresel düzeyde ekonomi, siyaset, bilim, kültür ve fikirleri hâkimiyeti altına almıştır. Son yirmi yıldır, bu hâkimiyete rakip olacak bir güç ortada yoktur ki bu da tarihte emsali görülmemiş bir durumdur. Şimdi ise modern çağımızın üçüncü büyük güç değişimine şahit oluyoruz: Diğer aktörlerin yükselişi. Son 20–30 yıldır, dünya genelinde ülkeler, bir zamanlar hayal bile edilemeyen ekonomik büyüme oranları yakalıyorlar.[18] İnişli çıkışlı bir süreçten geçmiş olsalar da genel eğilim hep ileriye dönük olmuştur.

Ortaya çıkan uluslararası sistemin daha öncekilerden oldukça farklı olması beklenti dahilindedir. Yüz yıl önce, bir grup Avrupa hükümetinin denetiminde olan çok kutuplu bir düzen vardı, sürekli değişen ittifaklar, rekabetler, yanlış hesaplar ve savaşların hüküm sürdüğü bir düzendi bu. Sonrasında Soğuk Savaş döneminde çift kutupluluk oluştu, bazı açılardan daha istikrarlı olan bu düzen birbirlerinin hareketlerine karşı tepki ve aşırı reaksiyon gösteren süper güçlerden ibaretti.[19] 1991’den beri ABD hâkimiyeti altında, yani açık bir küresel ekonominin genişlediği ve hız kazandığı emsali görülmemiş tek kutuplu bir dünya düzeninde hayatımızı sürdürüyoruz. Ekonomideki bu genişleme uluslararası düzenin doğasında başka bir değişimi de tetikliyor. Sosyo-askeri düzeyde dünyanın hala tek süper gücü ABD’dir. Ancak kutupluluk sadece iki aktörden ibaret değildir. Dünya yıllar boyu tek kutuplu düzende devam etmeyecek bir gün aniden çok kutupluluğa dönüşecektir. Askeri güç haricinde her boyutta- endüstriyel, finansal, toplumsal ve kültürel - güç dağılımı ABD hâkimiyetinin avuçlarından kayıp gitmektedir.[20]

ABD ekonomisi ve toplumunu daha rekabetçi bir konuma sokabilmek yoluna desteklenebilecek belirli politika ve programlar mevcuttur. Ancak bunların da ötesinde ihtiyaç duyulan şey strateji ve eylemlerde geniş çaplı bir değişimdir. ABD seçim yapmak zorunda olduğunu kabul etmek zorunda: Ya yeni ulusları kazanarak, gücünün ve haklarının bazılarından taviz vererek ve farklı sesler ve bakış açılarının donattığı bir dünyayı kabul ederek ortaya çıkan yeni düzeni daha istikrarlı hale getirecek[21] ya da kendinin son 60 yıllık süre zarfında kurduğu dünya düzenini yavaş yavaş parçalayacak olan daha fazla milliyetçilik, dağılma ve çöküş gibi olgulara -ki bunlar diğerlerinin yükselişiyle beraber gerçekleşecektir- seyirci kalacak. Tarihte ebedi güç yoktur. Her güç kalkış ve düşüş, yükseliş ve çöküş kanunlarına boyun eğer. Öyleyse Amerikan çöküşünün belirtileri görülmeye başlandı mı? Ekonomik çöküntü, petrol fiyatlarındaki artış, Asya, Afrika, Latin Amerika hatta Avrupa ve ABD’nin içindeki ABD karşıtı hareketler Amerikan yüzyılının sonunu getirecek süreçler mi? ABD’nin uzun bir süre daha en büyük ekonomik güç olmaya devam edeceğini söylemek mümkün. Ancak mevcut krizin aşılmasıyla yeni süper güçlerin Amerikan mali sisteminin maruz kaldığı zarardan istifade edeceğini; Amerika’nın ise geleceğini tayin edemeyen sade bir güç olarak kalacağı ihtimalini de hesaba katmak gerekiyor.

Peki, Amerika’nın dünyanın yegâne süper gücü unvanını yitirmesinin ardından ne olacak? Avrupa öncü devlet rolünü üstlenemeyecek kadar bölünmüş durumda. Avrupa Birliği her ne kadar muazzam bir birlik projesi olsa da; siyasi entegrasyonun ekonomik işbirliği ve bütünleşmenin fazlasıyla geride kaldığını itiraf etmek gerekiyor. Rusya’nın kendisini hâkim güç konumuna yerleştirmek için hâlâ ekonomik gücünü siyasi sermayeye tahvil edebilmesi gerekiyor. Gerek Çin, gerekse Hindistan, dünya siyasetini etkileyecek siyasi iradeden ve deneyimden yoksunlar.[22] Öngörülebilir bir gelecekte bu iki ülke de kendi nüfuz alanlarıyla sınırlı kalacak.

Madem Gramsci ile başladık, onunla argümanlarından esinlenerek bitirelim. Bugün Amerika’nın yerini doldurmak isteyen ülke başarılı olmak için büyük bir nüfusa, muazzam kaynaklara, evrensel bir ideolojiye ve siyasi idareye sahip olmalıdır. Buna sağlayacak olan dinamikler: genişleyen bir ekonomik-finansal-endüstriyel güç, nüfuz alanı son derece büyük bir politik etkinlik, teknolojinin bütün nimetlerinden faydalanan ve hatta ona sahip olan; yine etki alanı geniş bir askeri yeterlilik, ekonomi, siyaset, bilim, yaşam tarzı ve sair alanlarda hakim bir kültürdür.

ABD’nin dünyadaki konumuna baktığımızda belirgin sorunların olduğu çok net. Çünkü ABD, 11 Eylül ve Afganistan müdahalesi ile tüm dünyanın sempati ve anlayışını kazanmışken, Irak savaşı sonrası olağanüstü bir şekilde dışlanmış bir duruma düşüverdi. Fukuyama’ya göre bunun sebepleri, savasın yapılış biçiminde ve Bush Yönetimi’nin başarısız diplomasisinde yatıyordu. Yönetimin bazı üyelerinin uluslararası kurumlara ve geleneksel müttefiklere karşı tutumu bunda önemli bir rol oynadı. Bu anlamda Obama Yönetimi’nin Soğuk Savaş boyunca Amerikan dış politikasının odağı oran bu geleneksel müttefik ve uluslararası kurumlarla ilişkileri tamir etmek gibi ciddi bir ödevi bulunuyor. Bu sürecin peyler pey başladığını da görüyoruz aslında. Uluslararası ilişkilerde çok taraflı bir anlayışa yönelişin diğer birçok alanda da başladığını zannediyorum. Mesela Kuzey Kore ile yaşanan nükleer krizde askeri seçenek dışlanıp bölgedeki altı gücün dahil olduğu bir çerçeve ortaya kondu. İran’ın nükleer programları ile ilgili AB ile önemli oranda işbirliği sağlanmış durumda. ABD enerjisini Irak’ta öylesine harcadı ki bu tür Irak-dışı bölgesel sorunlarla bas etme noktasında diğer ülkelere bağımlı hale de geldi. Hatta öyle bir noktaya gelindi ki dünyanın baksa yerlerindeki sorunlar hakkında olunması gerektiği kadar dikkatli ve hassas değil ABD. Örneğin ABD Tayvan’a herhangi bir şekilde referanduma gitmemesi konusunda uyarılarda bulundu. Doğrusu söylemek gerekirse, sırf Irak sonrası bir de Çin ile problem yaşamamak için sergilenen bu tavır, demokratik ilkelere aykırı, olağan dışı bir yaklaşım.

Aslında Amerikan kamuoyu, Amerika’nın kendine özgü bir ülke olduğuna, Amerika’da olan bitenin baksa yerlerde dikkatle izlendiğine ve Amerikan siyasi sistemi ve değerler bütününün gün gelip başka yerlere de yayılacağına yürekten inanıyor. Bunda gerçeklik payı da yok değil. Ancak, Amerikan kurum ve değerlerinin evrenselliğine olan bu inanç, bazı dar Amerikan çıkarlarının küresel toplumun çıkarları ile çoğu zaman karıştırılmasına yol açıyor. Örneğin, Amerika Avrupalılarla ilişkilerinde, egemenlik kavramı konusunda görüş ayrılıkları yaşıyor. Avrupalılar, egemenlik kavramının dünyada istikrarsızlığa neden olan unsurlardan biri olduğuna inanıyor. ABD öncelikle egemenlik olgusunu yeniden ve farklı tanımlıyor. ABD’nin istediği ve son on yıl boyunca zaman zaman dile getirdiği nokta küreselleşmenin tepesinde kendisinin oturduğu ve bu sürecin doğrudan kendi çıkarlarına hizmet etmesidir.[23] Örneğin, ABD için egemenlik başkalarına müdahale etme özgürlüğü olarak görülürken, bu durumda diğer ülkelerin egemenliği ABD’nin egemenlik anlayışının uzantısı haline gelmektedir.[24] Amerikan akademik camiasının önde gelen muhafazakâr ve yönetime yakın isimlerinden John Ikenberry de egemenliğin yeniden tanımlanmasını ve bunun ABD için mutlak, diğerleri için göreli olması gerektiğini söylemişti. Yani, öyle bir küreselleşme olacak ki, Amerikan siyasal yapısı bundan etkilenmeyecek, ama onun dışındaki ülkelerin egemenlikleri, sınırları “esnek” olacak.[25] Zaten Avrupalılar da, tek bir ülkenin tek taraflı olarak karar alıp hareket etmesinin önüne geçmek amacıyla birbirine bağımlı, çoğu zaman örtüşen kurumlar aracılığıyla egemenlik kavramından vazgeçme yolunda ilerliyorlar. Bu bağlamda özellikle egemenlik kavramının uluslararası meşruiyet ile bağlantısı söz konusu olduğunda Avrupalılar Amerikalılardan çok farklı düşünüyor. Bunun Avrupa’nın uluslararası ilişkilerde vuku bulan ihtilafları ve sorunları gidermek için militarist-askeri müdahale ve önlemlere dayanmayan, bunun yerine uluslarası kurumları harekete geçirerek ve uluslarası kurumların meşruiyetine önem vererek daha ziyade “yumuşak güç (soft power)” anlayışına dayalı bir eksende hareket ettiklerini söylemek mümkün.

Fukuyama’ya göre Amerikalılar, uluslararası meşruiyetin demokratik ve anayasal çerçevede oluşmuş hükümetlerden geleceğine inanırlar ve bu anlamda egemenliklerinin BM gibi uluslararası bir örgüte teslim edilmesine karsı çıkarlar. Öte yandan Avrupalılar, böyle bir meşruiyetin kaynağının, daha soyut boyutta uluslararası hukuk olduğuna ve AB ve BM gibi uluslararası kurumların da bu meşruiyeti temsil ettiğine ve ulus devletin meşruiyetin kaynağı açısından düşünülen hiyerarşide en altta yer aldığına inanırlar. BM’nin rolü konusunda yaşanan görüş ayrılıkları da bu bakış açısındaki farklılıktan kaynaklanıyor. Esasında pek çok Amerikalı, George Will gibi düşünür. Will, vakti zamanında BM Güvenlik Konseyi’nin 1441 sayılı kararı ile ilgili “BM Güvenlik Konseyi’nin böyle bir karar almaya ne hakkı var? Onları kim seçti ki?” demişti. Yaygın Amerikan düşüncesine göre seçilmişlik ve seçimler, meşruiyetin temel kaynağıdır ve uluslararası kurumlara karsı yaklaşım bu anlayışla şekillenmiştir. Öyle gözüküyor ki, bahsi geçen demokratik meşruiyet kavramı, Irak gündemden düştükten sonra da Amerika’yı dünyanın geri kalanından ayıran önemli bir unsur olmaya devam edecek. Bence Amerikan diplomasisi için altın kural, bu ayrılığı teorik olarak gideremiyorsan en azından siyasi olarak ortadan kaldır olmalıdır.

Kaynakça

Antonio Gramsci, Selection from the Prison Notebooks, ed. Çevirmen by Q. Hoare ve G. Nowell Smith. London: Lawrence & Wishart (1971): 169-170.

Christopher Chace-Dunn, The Global Formation, Cambridge, Blackwell, 1992.

David Harvey. The New Imperialism. (2003) Oxford: Oxford University Press.

David Spiro, The Hidden Hand of American Hegemony: Petrodollar Recycling and International Markets. Ithica, N.Y.: Cornel University Press: 153.

Fuat Keyman, “ABD hegemonyası”, Radikal İki, 12/01/2003.

Ferid Zekeriya, “The Future of American Power”, Foreign Affairs, Mayıs-Haziran 2008.

Giovanni Arrighi, “The Global Market,” Journal of World-Systems Research, Cilt. V, sayı 2, (1999), s. 217–251.

Giovanni Arrighi, Uzun Yirminci Yüzyıl, Ankara, İmge, 1998.

G.J. Ikenberry, “State Power and the Institutional Bargain: America’s ambivalent Economic and Security Multilateralism” in R. Foot, ed. (2003) U.S. Hegemony and International Organizations. Oxford: Oxford University Press.

Immanuel Wallerstein, Jeopolitik ve Jeokültür, İstanbul, İz Yayıncılık, 1998.

Immanuel Wallerstein, Güncel Yorumlar, İstanbul, Aram, 2001.

İlhan Uzgel, “Hegemonik Bir Kriz Olarak ABD’nin Irak’a Müdahalesi Sorunu”, Mülkiye, Cilt XXVII, Sayı 240, Yaz 2003, s. 53-70.

James Steinberg, “An Elective Partnership: Salvaging Transatlantic Relations” Survival (Yaz 2003), s. 119.

John Agnew, “American Hegemony Into American Empire? Lessons from the Invasion of Iraq” in Antipode, Vol. 35: 5: 881.

John Ikenberry, “Getting Hegemony Right,” National Interest, (Bahar 2001)

Mark Beeson & Richard Higgott , “ Hegemony , Institutionalism and US Foreign Policy : theory and practice in comparative historical perspective” in (2005) Third Word Quarterly , Cilt: 26, Sayı: 7 : 1179.

Peter Gowan, “Pax Europaea” in (2005) New Left Review, Sayı: 34.

Peter Gowan, (1999) The Global Gamble: Washington’s Faustian bid for World Domination. London: Verso: 19-39.

Robert W. Cox, “Gramsci, Hegemony and International Relations: An Essay in Method” in Stephen Gill, ed. Gramsci, Historical Materialism and International Relations. (1993) Cambridge: Cambridge University Press: 62.

Simon Bromley, “The Logic of American Power in the International Capitalist Order” in Alejandro Coles and Richard Saull, eds. (2006) The War on Terrorism and the American Empire After the Cold War. London: Routledge: 49.

Stephen Gill, ed. Gramsci, Historical Materialism and International Relations. (1993) Cambridge: Cambridge University Press.

Susan Strange, “Towards a Theory of Transnational Empire” in Roger Tooze and Christopher May, eds. Authority and Markets: Susan Strange’s Writings on International Political Economy. ( 2002) , New York Palgrave Macmillan.

Susan Strange, State and Markets. (1988) London: Printer Publishers.

Vassilis K. Fouskas and Bulent Gokay, The New American Imperialism: Bush’s War on Terror and Blood for Oil. (2005) New York: Praeger Security International: 16.


[1] Antonio Gramsci, Selection from the Prison Notebooks, ed. And trans. By Q. Hoare and G. Nowell Smith. London: Lawrence & Wishart (1971): 169-170.

[2] Robert W. Cox, “Gramsci, Hegemony and International Relations: An Essay in Method” in Stephen Gill, ed. Gramsci, Historical Materialism and International Relations. (1993) Cambridge: Cambridge University Press: 62.

[3] Stephen Gill, ed. Gramsci, Historical Materialism and International Relations. (1993) Cambridge: Cambridge University Press.

[4] Susan Strange, State and Markets. (1988) London: Printer Publishers and Susan Strange, “Towards a Theory of Transnational Empire” in Roger Tooze and Christopher May, eds. Authority and Markets: Susan Strange’s Writings on International Political Economy. ( 2002), New York Palgrave Macmillan.

[5] Simon Bromley, “The Logic of American Power in the International Capitalist Order” in Alejandro Coles and Richard Saull, eds. (2006) The War on Terrorism and the American Empire After the Cold War. London: Routledge: 49.

[6] Fuat Keyman, “ABD hegemonyası”, Radikal İki, 12/01/2003.

[7] Vassilis K. Fouskas and Bulent Gokay, The New American Imperialism: Bush’s War on Terror and Blood for Oil. (2005) New York: Praeger Security International: 16.

[8] David Harvey. The New Imperialism. (2003) Oxford: Oxford University Press.

[9] John Gray, “A shattering moment in American’s falls from power”, The Observer, 28 Eylül 2008.

[10] “Bush Doktrini” olarak da geçen “Önleyici Savaş Doktrini”, rakip veya düşman olarak addedilen devletin bir saldırı düzenlenmesine imkân tanımadan harekete geçerek onun saldırı kapasitesine önlemek üzerine kurulu bir doktrindir. Gerektiğinde pre-emptive (önalıcı) ve preventive (önleyici) denen, daha saldırı gerekleşmeden, gerçekleşme olasılığı üzerine ABD’nin bir ülkeye saldırabileceğini ilan eden bu doktrin bir bakıma Afganistan ve Irak’a yapılacak saldırının da ön fikri hazırlığı olmuş ve sıradaki ülkelere gözdağı olarak konulmuş bir yaklaşımdır. Bu yüzden uluslararası hukuka yer vermeyip, ABD’nin oluşumuna büyük katkıda bulunduğu BM Şartına bile geçerken değinmiştir. Bir yönüyle bu yeni strateji ABD’nin hegemon konumunu kaybetme korkusu içinde olduğunu da göstermiştir. Belge açıkça ABD’nin kendisine rakip çıkmasını önleme çabası içinde olduğunu belirtmiştir. Öyle görünüyor ki, uluslararası sistemdeki gücünü kaybetme endişesi içine düşen ABD, terörizmi kendisine tehdit olarak göstererek, onu bir gerekçe olarak kullanarak terörizm üzerinden dünya hegemonyasını sürdürmek, sağlamlaştırmak istemiştir.

[11] İlhan Uzgel, “Hegemonik Bir Kriz Olarak ABD’nin Irak’a Müdahalesi Sorunu”, Mülkiye, Cilt XXVII, Sayı 240, Yaz 2003, s. 62.

[12] Ferid Zekeriya, “The Future of American Power”, Foreign Affairs, Mayıs-Haziran 2008.

[13] David Spiro, The Hidden Hand of American Hegemony: Petrodollar Recycling and International Markets. Ithica, N.Y.: Cornel University Press: 153.

[14] Peter Gowan, (1999) The Global Gamble: Washington’s Faustian bid for World Domination. London: Verso: 19-39.

[15] A.g.e.

[16] Ferid Zekeriya, “The Future of American Power”, Foreign Affairs, Mayıs-Haziran 2008.

[17] Bunun için bak. Immanuel Wallerstein, Jeopolitik ve Jeokültür, İstanbul, İz Yayıncılık, 1998; I. Wallerstein, Güncel Yorumlar, İstanbul, Aram, 2001. Giovanni Arrighi, Uzun Yirminci Yüzyıl, Ankara, İmge, 1998; Christopher Chace-Dunn, The Global Formation, Cambridge, Blackwell, 1992.

[18] Peter Gowan, “Pax Europaea” in (2005) New Left Review, 34.

[19] G.J. Ikenberry, “State Power and the Institutional Bargain: America’s ambivalent Economic and Security Multilateralism” in R. Foot, ed. (2003) U.S. Hegemony and International Organizations. Oxford: Oxford University Press.

[20] John Agnew, “American Hegemony Into American Empire? Lessons from the Invasion of Iraq” in Antipode, Vol. 35: 5: 881.

[21] Mark Beeson & Richard Higgott , “ Hegemony , Institutionalism and US Foreign Policy : theory and practice in comparative historical perspective” in (2005) Third Word Quarterly , Cilt: 26, Sayı: 7, s. 1179.

[22] Arrighi küresel sermaye birikim merkezinin Uzak Doğu ve özellikle Japonya olduğunu savunmakta ve bir sonraki hegemon adayı olarak Japonya’yı görmektedir. Eğer bundan sonraki hegemonik mücadeleden bir devlet galip çıkacaksa ve bu da Japonya olacaksa bile gerek coğrafi derinlik, gerekse nüfus olarak bu ülkenin bu rolü yerine getirmesi zor görünmektedir. Giovanni Arrighi, “The Global Market,” Journal of World-Systems Research, Cilt. V, sayı 2, (1999), s. 217–251.

[23] İlhan Uzgel, “Hegemonik Bir Kriz Olarak ABD’nin Irak’a Müdahalesi Sorunu”, Mülkiye, Cilt XXVII, Sayı 240, Yaz 2003, s. 65–66.

[24] James Steinberg, “An Elective Partnership: Salvaging Transatlantic Relations” Survival (Yaz 2003), s. 119.

[25] John Ikenberry, “Getting Hegemony Right,” National Interest, (Bahar 2001) and G.J. Ikenberry, “State Power and the Institutional Bargain: America’s ambivalent Economic and Security Multilateralism” in R. Foot, ed. (2003) U.S. Hegemony and International Organizations. Oxford: Oxford University Press.