O Şiiri Aramak

Masamda, Roni Margulies’in son şiir kitabı Ornitoloji[1] duruyor. Tek tek saydım, üç bölümde toplam kırk iki şiirine yer vermiş. Margulies için “benim gözümde evvela sosyalisttir” dedim, şiirlerine bakarken onun bu özelliğini aklımın bir yanında hep tutacağım ama her şiirinin basıldığı andan itibaren sahibiyle arasına bir duvar çektiğini düşünüyorum. Bir ölçüde, basılan bir şiirin, şairinden bağımsızlık kazandığını söyleyebilirim.

İlk bölüm, aynı zamanda kitaba da adını vermiş ve on şiirden oluşuyor. Beş şiirlik ikincisinin adı “Deyrulzafaran”, sonuncusu ise “Deryadil Sokak”. Şiirlere geçmeden önce, bölüm adlarına ve sıralanışına dair bir şeyler söylemek istiyorum: Ornitoloji, malum, “kuş bilimi” demek. Kuş ile özgürlük arasında da hep bir ilişki vardır. Beyaz güvercin, barışı simgeler; genellikle “özgürlüğe kanat çırpılır” vs…


Öğrendim sonra: Bir kafesten kaçmış ikisi[2]


Deyrulzafaran ise Mardin’deki bir Süryani manastırı. Zaten bu bölümdeki ilk şiirin adı da “Deyrulzafaran Manastırı’nda”. Deryadil Sokak ise, Beşiktaş’ta.

İlk bölümde, özgürlük hayalleriyle yanıp tutuşan, kabına sığmayan, meraklı bir delikanlı var gibi. Kuşları inceleyecek, bir şeyler bulup insanlığın ortak bahçesine katkı sunacak. Bir sonraki bölümde ise kadim bir kültürün dışarıya açılmayan bir yapısıyla karşı karşıyayız. Acaba o kabına sığmayan delikanlı, bir süre sonra, biraz daha durmuş oturmuş bir hayatı mı tercih etti? Kuşbilimci ne kadar dışa açıksa, manastırdaki adam o kadar kapalı. Birinde dünyayı, ötekinde ise kendini keşfetmek ister gibi. Son bölüm, eve dönüş.


Deryadil sokağında ilk gecem. Beşiktaşlıyım artık.[3]


Demek ki, daha önce başka bir yerlerdeydi. Çeşitli tecrübelerden, maceralardan, kırgınlıklardan geçti ve buraya geldi. Sokak, manastır gibi içedönük bir yer olmamakla birlikte, kuşbilimi kadar hudutsuz da değil. Sokağın ille bir başı, bir de sonu olacak. Oysa, kuşbiliminin ne başı ne de sonu belli. Yani, sokak, ne kuşbilimi kadar özgür ne de manastır kadar kapalı. İkisinin arasında. Bu üç bölüm adı arka arkaya sıralanınca, sonuncusu, görmüş geçirmiş bir adamın tevekkül içinde yaşamakta olduğu ihtiyarlık günleri gibi bir çağrışım yapıyor bende.

Ornitoloji

İlk şiir “Kuşluk Vakti”. Margulies’in bu kitaptaki bütün şiirleri, birbirine benzer sese sahip. Pastel renklerin hakim olduğu, mutedil bir dil. Şiir şöyle başlıyor:


Güneşle girdim bu sabah güne.

Uyandık, baktık, yerli yerinde dünya,

gece bıraktığımız gibi duruyor her şey.

Ben gerinirken yükselmeye başladı o.

Uçup bir kuş geçti çığlıklarla aramızdan.


Şiirdeki zamanı, adından başka, ilk dizede de görebiliyoruz. Doğmakta olan güneş gitgide yükselmekte. Ama ilk dizede “güneşle girdim” derken, ikincisinde “uyandık” diyerek özneyi değiştiriyor. Üçüncü dizede de birinci çoğul şahısla devam ederken, dörtte güneşten “o” diye söz ediyor. Sonra, “aralarından” bir kuş geçtiğini söylüyor. Fakat biz, şiirdeki “biz”i henüz çözemiyoruz.


İzledim, hiç durmayacak gibiydi, hiç

durmadan uçacak gibi uçtu güneşe doğru.

Durdu sonra, rüzgâra bıraktı kendini,

kanat bile çırpmadan süzüldü bir süre,

dönüp penceremin kenarına kondu sonra yine.


İkinci kıtada, anlatıcının aralarından geçen kuşu takip ettiğini görüyoruz. Ama üslup bir yandan dikkat çekici. Sanki uzun bir cümleymiş de, bölünüp parçalanıp alt alta yazılmış. Hiçbir süse, benzetmeye başvurmuyor; olabildiğince yalın anlatıyor. Kuşun yaptıkları da dikkatimi epey çekti. Önce, “hiç durmayacak gibi” uçtu, “durdu sonra, rüzgâra bıraktı kendini” ve “dönüp pencerenin yanına kondu”. Kuş, bölüm adlarına verdiğim mana ile paralel hareket ediyor âdeta.


Aynı şey geçer aklımdan her kuşluk vakti:

Hem her şey alabildiğine artık eskidi,

hem de, ilginçtir, yitmiyor yine de hiç

her sabah yeni ve şaşırtıcı bir şey beklentisi.


Artık “biz”in içindeki ikincinin ne olduğunu anlıyoruz: “güneş”. Demek ki, aynı endişelerle uyanıp dünyaya bakmışlar, her şey yerli yerinde, gece bıraktıkları gibi. Şiirdeki anlatıcının bu vakitlerde kalkıp semada süzülen bir kuş gibi düşüncelere dalmaya alışık olduğunu öğreniyoruz. Bir yanıyla yorgun, bıkkın bir adam var. Duyguları, düşünceleri dahil her şeyin eskidiğini söylüyor. Ama öte yandan, her sabah yeni bir şey olacağına dair de sönmeyen bir inancı var. Onu yaşamda tutan his belki de bu. Olmayacağını biliyor, evet, ama bir gün olma ihtimalini de göz ardı etmiyor. Biraz piyango bileti alan biri gibi. Piyango, iktisadi olarak kimseye çıkmasa da her ay birilerini zengin eder.

Bu şiirin yalınlığında etkileyici bir taraf var. Çok farklı yerlerden gelseler de, Cahit Külebi’nin “İstanbul” şiirini anımsatan bir atmosfer içinde olduğumu hissettim: “Kamyonlar kavun taşır ve ben / Boyuna onu düşünürdüm / Kamyonlar kavun taşır ve ben / Boyuna onu düşünürdüm / Niksar’da evimizdeyken / Küçük bir serçe kadar hürdüm”. İçe işleyen, düz, samimi cümleler. Belki de bu şiiri anlatacak en iyi kelime “naif”.

İkinci şiir “Kumru”. Bu şiirle birlikte, bir kuş cennetinde dolaşmaya çıkıyor gibiyiz. “Martılar”, “Papağan”, “Karabatakların Nöbeti”, “Karga”, “Güvercin”, “Sığırcıkların Dansı”, “Yelkovanlar”. Ornitoloji bölümünün son şiirinin adı ise “Kanatlı Haikular”. Homeros’un şiiri “kanatlı sözler” diye tanımladığını düşününce, kuş cennetinden böyle bir metaforla çıkmamız şaşırtıcı olmuyor.


Bir kumru nasıl kuş değil karaltı olarak görülürse

pencerenin önünden hızla uçup geçtiğinde;

uyumak üzereyken gecenin köründe

belli belirsiz bir düşünce gelip

nasıl iz bırakmadan geçerse;


“Kumru” böyle başlıyor. Pencerenin önünde hızla uçup giden kuş motifi, bu şiirde de karşımıza çıkıyor. Ama bu uçuşan kuşların anlatıcıyı hatıralara sürüklemek görevi var gibi. “Kuşluk Vakti” şiirinde “Aynı şey geçer aklımdan her kuşluk vakti” diyordu Margulies; burada da aklından “belli belirsiz bir düşünce” geçtiğini söylüyor. Kumru, her türlü renginden arınıp karaltıya dönüşürken; düşünceler de gece karası ruhunda iz bırakmadan geçiyor. Devamında, şiirin duygusu sürekli artıyor.


yapmak istenilmiş bir şey nasıl unutulursa

yapılamadıktan kısa bir süre sonra;

hayatıma giren ve çıkıp giden kadınlar da

öyle olacak sanırdım.

Yanılmışım.

Değillermiş.

Çıkıp gitmezlermiş meğerse.

İstenilmiş ve yapılamamış her şey gibi,

onlar da acımasız, muzaffer

ve kahrediciymiş.


Kuşlar, hatıralar derken anlatıcının hayatına giren kadınlara geliyoruz. Onları sevmiş. Ama “çıkıp giden” kadınların “çekip gitmediklerini” fark etmiş. Üzüntüye, onulmaz yaralara yol açan çekip gitmeyişlerine bakarak, kadınları “acımasız, muzaffer ve kahredici” olarak sıfatlandırıyor. İlk iki sıfat doğrudan o kadınlara ait. Üçüncüsü ise anlatıcının kendisine. Yalnız, “muzaffer”, çok erkeksi bir kelime. Omuzları yüksek komutanlar, savaş meydanları, kılıç şakırtıları… “Muzaffer” kelimesinin şiirdeki pastel tonlara gitmeyen bir sertliği var.

“Martılar”da bu iki şiirin aksine toplumsal bir eleştiri seslendiriyor. Makinelitüfeğe benzer “taka taka taka” diye bir ses koymuş şiire. Özellikle de üçüncü dizede bu sesi duymak mümkün.


Betondur İstanbul martılarının yurdu,

Kanatlarının altında kızıl kiremitli damlar,

bacalar, çanak antenler, tenteli taraçalar,

balkonlarda oturan, caddelerde yürüyenler.

Gıda artıkları, naylon torbalar, çöp bidonları.


“Papağan”a bakalım şimdi. Margulies, ilk kıtada sekiz cümle kullanmış.


Gökkuşağı gibi gelip kondu balkonun kenarına.

Ne mor, ne yeşil, ne mavi. Hepsinin toplamı belki.

Ya da bir düş. Ne işi var papağanın Üsküdar’da?

Bakıştık. Süzdük birbirimizi. Uçup gitti sonra.


Anlatıcı, Üsküdar’da. Bir yerlerden çalınıp İstanbul’a getirilmiş rengârenk papağanları görüyor. İkinci kıtada, papağanların başka kuşlarla birlikte aynı dala konduklarını ve sonra gene uçuştuklarını söylüyor.


Öğrendim sonra: Bir kafesten kaçmış ikisi,

çoğalmışlar, uyum sağlamışlar buralara.

Altunizade’de yer edinmişler kendilerine,

meydan okumuşlar acımasız kargalara.

Yine gelir diye bekledim. Anlatacaktım,

Biliyorum, diyecektim, anlıyorum seni,

renk vermiyor, dik tutuyorsun kuyruğu.

Kandıramazsın ama beni,

yabancıyım ben de buralarda senin gibi.


Son dizeyi yazmamış olsa, bu şiiri incelemeye almayacaktım. Ama o dizeyle birlikte, şiir derin bir mana kazanıyor. Papağanların hikâyesini öğrenmeye devam ederken, birden o papağanlarla özdeşlik kuran bir adam görüyoruz. Onun konuştuğu kısım italik dizilmiş -ben burada altı çizili gösterdim. Böylece, muhatap değişiyor. “Acımasız”, bu kez kargaya sıfat olmuş. Papağana söylemek istediklerini ise klişe buldum: “Renk vermiyor, dik tutuyorsun kuyruğu”. Yukarıda “gökkuşağı gibi gelip” konduğunu söylemişti. Uygun deyimleri alıp uyarlamış. Ama deyimlerin bu şiirdeki varlığı en az Üsküdar’daki papağan kadar zorlama geldi bana.

Son dize ise, sanıyorum ona şiiri yazdıran hissi yansıtıyor. Bu yazının başında, Roni Margulies’in evvela bir sosyalist olduğunu söylemiştim. Üstelik, hem sosyalist hem de Yahudi. “Yabancıyım ben de buralarda senin gibi” dizesini şairin kendisi olmaksızın düşünmek, yorumlamak mümkün değil. Türkiyeli bir Yahudi’nin, sosyalistin kendini “buralı” saymaması ise başlı başına bir yazı konusu. İsyankâr olmayan, kabullenmiş, oldukça dokunaklı bir sözle bitiyor bu şiir.

“Papağan”daki etkileyici son dize, bir sonraki şiir olan “Karabatakların Nöbeti”nde farklılaşsa da etkileyiciliğini muhafaza ediyor.


Kadıköy vapurundaysa tedirgin insanlar

birbirlerine biraz daha sokulur gibi oldular.

“Geliyorlar! Geliyorlar!” diye bağırsa biri,

kimse “Kimler geliyor?” demeyecekti.


Kimin geldiği müphem. “Yağmura karşı safları sıklaştıran karabataklar” mı? Yoksa şiirde adı doğrudan geçmeyen birileri mi? Ama bu şiiri başka bir gözle okumak da mümkün. Toplam üç kıtadan oluşuyor şiir.


Saatlerdir tehdit ediyor gökyüzü bizi.

Celallendi önce öfkeyle, karardı hava,

şirret bir ifade bürüdü bulutların yüzünü,

şimşekler çaktı ardından karanlığın içinde,

gürlüyor gök şimdi vahşi hayvanlar gibi.


Esas soru, Althusser’den esinle, “Biz kimiz?” olmalı herhalde. Ama şimdilik onu bir yana bırakalım. Şiirde, daha öncekilerde görmediğimiz bir hoyratlık mevcut. “Tehdit”, “celallendi”, “öfkeyle”, “şirret”, “şimşek”, “vahşi”… “Ş” harfini özellikle tekrarlıyor. Havanın karaması, şimşeklerin çakması İstanbul’da vapura binenlerin çok uzak olmadığı bir duygudur. Ama “vahşi hayvanlar gibi” gürleyen gök, şiire biraz masalsı bir hava veriyor.


Moda açıklarında simsiyah sulara birden

yıldırım düştü uzun ve keskin çatırtılarla,

mendireğe dizilmiş sıra sıra karabataklar

korkudan sıçramış gibi havalandı kısaca.

Sıklaştırdılar yağmura karşı safları


Şiiri alıntılamaya sondan başladım. “Biz” olarak, bir an için işçileri, ezilenleri, madunları kabul edelim. “Biz”in uzunca bir süredir tehdit altında olduğu muhakkak. Üstelik çıldırmış bir kesim var üstüne gelen. Şirretler, şimşeklerle saldırıyorlar, gürlüyorlar vahşi gökler gibi… Peki, bu kesim kim? “Biz”i tanımlamıştık. Oradan devam edersek, gökyüzünü de “sermaye sahipleri” diye düşünebiliriz. “Mendireğe dizilmiş sıra sıra karabataklar”, fabrikadaki işçilerse, onların bir gün “safları sıklaştırması” devrim olmasa da “bir şeylerin” gelmekte olduğunu haber verir. Eh, o zaman herkes gelenin ne ya da kim olduğunu biliyor diyebiliriz. Pasteli biraz eşeleyince altından sert, hoyrat bir şiir çıkıyor.

Ornitoloji bölümünde bakacağım iki şiir daha var: “Güvercin” ve “Sığırcıkların Dansı”. “Güvercin”in sonu şöyle:


Dörtyol ağzına vardığımızda,

durdu. Biliyorcasına nereye

ve niye gittiğini, çırptı bir kez

kanatlarını ve havalandı birden.

Olduğum yerde kaldım ben.

Bilemeden nereye gittiğimi,

nasıl gideceğimi ve neden.


“Karabatakların Nöbeti” hırçınlığıyla beni okuduğumdan başka şeyler düşünmeye itmişti. Burada ise oldukça berrak bir sahne görüyoruz. Yapayalnız bir adam, bir güvercinin peşi sıra yürüyor. Sonra o güvercin, kendinden emin bir şekilde uçup gidiyor. “Papağan” şiirinin sonunda “Yabancıyım ben de buralarda senin gibi” diyen adamla “Bilemeden nereye gittiğimi / nasıl gideceğimi ve neden” diyen adam arasında büyük bir yakınlık olduğunu düşünüyorum. Aynı yaşlar, aynı omuzları düşüklük, aynı kabullenmişlik… Bu tip, günümüzün ideal erkeğinin, “muzaffer” diyebiliriz belki onun için, tam tersi.

Bu bölümü “Sığırcıkların Dansı” ile kapatacağım. Bu şiiri diğerlerinden ayıran en önemli özelliği kafiye.


Sözleşmişçesine binlerce sığırcık Beşiktaş üzerinde

birlikte süzülüp dönmeye başladı gökyüzünde,

görünmez bir devin salladığı dev bir yelpaze gibi,

bir dağılıp rüzgârda bir toparlanan bulutlar gibi,

ağlayan bir çocuğun başını okşayan bir el gibi.


Kafiyeye sadece sonda değil, dizenin içinde de rastlıyoruz: “Sözleşmişçesine”, “binlerce”, “üzerinde”, “birlikte”, “dönmeye”, “gökyüzünde”; “toparlanan”, “ağlayan”, “okşayan”…


Göğe döndü gözler, kaldı herkes olduğu yerde.

Huşû içinde, hayretle izledik kuşların duman gibi,

kâh seyrek kâh yorgun, akmasını bir şelale gibi,

meydanın, iskelenin, dalgalı denizin üzerinde.

Yollarda yürüyen bizleri dansa davet eder gibi.

İsteyen çok oldu, hayal eden çok oldu ama,

icabet edebilen olmadı davete.


Kuş cennetinde dolaştıkça, aynı insanın farklı yönlerini görüyor gibiyiz. Orta yaş üstü duygulu, yapayalnız bir adam. Sık sık hayallere dalıp eski sevdiklerini düşünüyor. Kendine aman aman güveni yok. Son şiirde de, dev bir yelpaze gibi savrulan sığırcık sürüsüne bakarak dans etmenin hayalini kuruyor. Onunla beraber gözlerini gökyüzüne diken insanların içinde de böyle bir his doğduğunu söylüyor. Kimsenin bu büyük balo sahnesine katılmadığını “icabet edebilen olmadı davete” dizelerinden anlıyoruz. Burada da anlatıcının naifliğini vurgulamak lazım sanıyorum. Herkesi kendisi gibi görüyor. Beşiktaş yollarında yürüyenlerin acaba kaçı gökyüzüne bakıyordu? Kaçı sığırcıkların farkındaydı?

Deyrulzafaran

Bu bölümde beş şiir var ama ben sadece birine değinmek istiyorum: “Yaşamak”. Bu şiirde ilk kez beyitler görüyoruz.


Bir adam bacaklarını kaybetse,

her ikisini de, elim bir kaza nedeniyle;

bir kadının iki kulağı da sağır olsa,

nadir bir genetik hastalık sonunda;

bir sineği yakalayıp iki küçük çocuk,

kanatlarını kopardıktan sonra bırakıverse;

bir sokak kedisi bir mahalle kavgasında

kendini kurtarıp gözünü kurtaramasa;


Margulies, şiirin ilk yarısında okuyucuyu bir duruma hazırlarken her beyiti bir sonrakine bağlıyor. İnsan, hayvan, sinek birlikteliğiyle de, varacağı sonucun, bütün türlere, yani doğaya ait olduğunu söyleyecek gibi bir beklenti yaratıyor.


adam ve kadın ve sinek ve kedi,

devam eder hiçbir şey olmamış gibi.

Ne yürümek önemli çünkü, ne görmek,

ne işitmek, ne uçmak;

önemli olan,

öyle ya da böyle,

yaşamak.

Yaşamak sadece.


Son kertede yalın ama içe işleyen bir şiir. Ele aldığı konu “yaşamak”. Defalarca yazılmış da olsa, hiç eskimeyecek bir konu. Hatta bundan daha önemli bir konu yoktur, demek de mümkün. Margulies, sonda tekrarlayarak vurguyu “yaşamak” kelimesinin üstünde topluyor. İçe işleyen yalınlık, Ornitoloji’deki şiirlerin ortak özelliği diyebilirim.

Böylece son bölüme geliyoruz. İlk şiir “Henüz”.


Haftada bir, âdetimdir, şaşmaz,

bir demet çiçek alır gelirim eve.

Saplarının dibini verev keser,

bir aspirin katar vazonun suyuna,

ara ara bakarım hafta boyunca.


Adına bakarak şiirin bize başka bir şey söyleyeceğini öngörebiliriz. İlk kıtada, “henüz” diyebileceğimiz bir durum yok çünkü. Artık sesine çok aşina olduğumuz adam, gene karşımızda. Bu kez daha mutlu gibi. Her hafta aldığı bir demet çiçek, yaşama sevincini gösteriyor bize. Ama bir dakika, son dize bu sevinçten bihaber: “ara ara bakarım hafta boyunca”. Bir anda yepyeni sorular ortaya çıkıyor: Niye “bakarız” demiyor? Yoksa o çiçekleri kendine mi alıyor?


Ne güzel olduklarını düşünürüm bazen.

Bazen de, gözüme çarptıklarında birden,

bana çiçek getirmesini hayal ettiklerim

gelir aklıma. Hiç getirmemiş olanlar gelir,

hiç getirmeyecek olanlar gelir.


Adamın hayalciliği bize yabancı değil. “Kumru”da da, “Sığırcıkların Dansı”nda da görmüştük. Özellikle “Kumru”daki hayaller ile buradaki neredeyse örtüşüyor.


Vazgeçesim gelir tüm bitkilerden.

Haftada bir ama her şeye rağmen,

bir demet çiçek alır gelirim eve,

bir gün bana çiçek getireceklerin adına.

Henüz adlarını bilmiyor olsam da.


Gündelik hayatın “normları” içinde bu şiiri yazanın bir kadın olması gerektiğini düşünebiliriz. Çiçeği genellikle erkek, kadına alır. Ama biz bu sese aşinayız. O yüzden, anlatılanı, aynı yalnız adamın ıstırapları olarak düşünüyorum. Woody Allen’ın birçok filminde kendine güvensiz, pısırık, sinema âşığı, kadınlarla ilişki kurmayı beceremeyen, düzenli bir işte çalışamayan bir tip görürüz. Filmler, konular, olaylar değişse de o tip bir yerden zuhur eder. Ornitoloji’deki şiirlerde de buna benzer bir tip var. Yinelenen dize, “bir demet çiçek alır gelirim eve”, şiirin merkezine oturuyor. Bu merkeze sorduğumuz sorular da bizi yalnız adamın ıstıraplarına götürüyor.

Elsa

Üç şiir boyunca bir kadın adı gözümüze çarpacak: Elsa. Bu gerçek bir kadın mı yoksa bütün şiirlerin ona yazılacağı ideal kadın mı bilmiyorum. Ama kitabın en yoğun duyguya sahip şiirleri bunlar. “Eskidi”, bu şiirlerin ilki. Bu kelimeyi daha önce de kullanmıştı -ilk şiirindeki “Hem her şey artık alabildiğine eskidi” dizesi.


Bir kazağım vardı benim,

mavi. Cam göbeği. Gök mavisi.

En sık giydiğim, en sevdiğim kazaktı.

Neler gördük birlikte, neler geçirdik,

uzaktan görenler renginden bilirdi beni.

Elsa’nın hediyesiydi.

Eskidi.


Hiçbir kapalılığı olmayan bir şiir daha. Bu kez pastelin tonu da belli: gök mavisi. Kazağın en önemli özelliği “Elsa’nın hediyesi” olması herhalde. Bir hayli giymiş, tabiri caizse, üstüne paralanmış.


İnceldi dirsek yerleri, yenleri gevşedi,

sakar oldu üstümden, tutunamaz oldu.

Onarılmaz hale geldi sökülen yerleri.

Başka eskilerle birlikte nihayet bir gün

annem onu ihtiyarlar yurduna gönderdi.


Hangi kazağının dolabında kalacağına bile annesinin karar verdiği bir adam. Hasta bir dostunu yitirmişçesine bahsediyor ondan -daha önce de “neler gördük, neler geçirdik birlikte” demişti. Gök mavisi kazak, ihtiyarlar yurduna gönderiliyor. Elsa’dan kalan belki de son şey…


Ve o gün zaten

yıllar oluyordu artık ben Elsa’yı görmeyeli.

İstanbul sokaklarında yaşlı bir adam

sırtında mavi bir kazakla dolaşıyor şimdi.

Mağazalara giriyor, denizi seyrediyor.

Görür gibi olduğumu sanıyorum bazen.

Elsa’nın bir zamanlar beni sevdiğini kanıtlıyor.


“Bir zamanlar sevilmek”, bir başka deyişler, o insanın “geçip gitmemiş” olması demek. “İstanbul sokaklarında yaşlı bir adam / sırtında mavi bir kazakla dolaşıyor şimdi” ise bu kitaptaki yalın cümleler içinde bence en vurucu olanı. İçinde hâlâ yaşayan eski bir aşk, hayal kırıklıkları, ihtiyarlık, yoksulluk, özlem…

İkinci şiir: “Boşluk”.


Yirmi beş ocak bugün.

Elli yaşına baştı Elsa.

Amerika’da. Kutlamıştır

bu gece dostlarıyla


Elsa’nın doğum günü. İkisinin arasına yıllar, mesafeler, yepyeni insanlar, ilişkiler girmiş. Ama “Elsa şiirlerindeki” duygu bombardımanı burada da kendini belli ediyor.


Tek başına mı kalmıştır

herkes gittikten sonra,

kalmamış mıdır, bilmem.

Kalmışsa biliyorum ama

neler geçtiğini aklından,

kendi aklımdan geçmiş gibi.

Gece, bir bardağı doldururken

veya kahkahalar arasında birden,

kesindir aklına gelmiş olduğum;

ya kısaca ya da belki uzun uzun.

O benim için neyse çünkü,

onun için ben de oyum:

Her günün orta yerinde,

her an içine düşülebilen

bir büyük boşluk,

İnsan şeklinde.


Her şeye meydan okuyor. Dostlarıyla doğum gününü kutlayan Elsa’nın, kahkahalar attığı bir esnada, kendini düşüneceğinden emin. Neden? O düşünüyor çünkü. Unutmamış. Unutamayan bir insan için de “unutulmuş” olmak ölümden beter bir duygu. Onu düşünmeden hiçbir gününün geçmediğini söylüyor. “İnsan şeklinde” diyerek de, onu her yönüyle, bütün zıtlıklarıyla sevdiğini anlatıyor. Unutulmak, o eski aşkın son bağının kopması demek. Gök mavisi kazak, belki son nesneydi geriye kalan. Oysa, bu aşkı hatırlamak, her gün o ıstıraplı ama bir yönüyle de mutluluk verici boşluğa düşmek için herhangi bir nesneye ihtiyacı yok.

“Uçurum”, duygu çarpıcılığı yönünden bu üç şiir arasında en zayıf olanı bana göre. Sadece ilk dörtlüğünü alıntılayacağım:


Perdenin kenarından bir sabah

ince uzun bir ışık düştü yatağıma.

Bir ucu gözlerime değdi, uyandım.

Öbür ucu yanağındaydı Elsa’nın.


Artık hikâyeyi biliyoruz: Elsa, onu terk edecek. Her yaz sabahı güneş onu uyandırınca, yanı başındaki dipsiz uçuruma düşmekten korkacak. Elsa’ya dair bir bilgim yok. Ama Roni Margulies okurları için çok da uzak bir isim değil çünkü şiir kitaplarından birinin adı. Elsa’yı okumadığım için ona dair tafsilatlı bir şey söyleyemiyorum. Ama bu kitabın kreşendosu bu üç, daha doğrusu iki şiir bence.

“Mahya” şiirine sadece şekil yönünden bakacağım. Şairin buradaki meselesi de aynı.


Bir yanından ötekine gökyüzünün,

dayayıp kara bir buluta dirseğimi,

yazmak geliyor içimde, mahya gibi:

Ben o kadını çok sevmiştim.

Olmadı, başaramadım.

Özür dilerim.


Bu şiire “bakan” birinin gözü önüne mahya gelecektir kuşkusuz. Tema aynıyken, “Sevginin kendisi yeter sanırdım” gibi klişeler “Mahya” şiirini ötekilerin gerisine düşürüyor. İtalikle yazılan kısmı belirtmek için altını çizdim.

“Rüzgâra Karşı” adlı şiirini şöyle bitiriyor:


Ne yenilik beklentisi ama benim içinde, ne umut,

ne neşe. Gitmek isteği sadece.

Bilemem ama, niye? Nasıl?

Nereye?


“Güvercin”in nasıl bittiğini hatırlayalım: “Bilemeden nereye gittiğimi, / nasıl gideceğimi ve neden.” Bu benzerlik üstüne bitirirken birkaç söz söyleyeceğim.

Benzerlikler ve sonuç

“Kokulu Haiku” şiirinin ilk dizesini başta yazmıştım.


Deryadil sokağında ilk gecem. Beşiktaşlıyım artık.

Ne yatak var evde, ne ışık, ne su. Bilgisayarda müzik,

bardağımda acıbadem, burnumda bir kadının kokusu.


Burada “bilgisayar” kelimesine takıldım. Evet, artık hemen herkes müziği bilgisayardan dinliyor. Ama bilgisayardan müzik dinlemenin bir şiirsel tarafı yok. Olmadığı gibi, ayrık otu gibi sevimsiz bir tınıyla öylece durup şiirin sesini de bozuyor. Bu gerçekçiliği başka yerlerde de görüyoruz: Üsküdar-Altunizade ayrımını belirtirken de, “Su gibi” şiirinde de… “Altunizade” gibi kulağa tangır tungur gelen bir sese bile, sırf o gerçekçilik adına yer veriyor. Mesela, Altunizade yerine şiirin sesine uyan başka bir yeri de yazabilirdi. Vereceği duygu bağlamında o yerin Altunizade olmasının ya da olmamasının önemi yok. Oysa, bu tarz bir “düzeltmeyi” sanıyorum süs gördüğü için özellikle tercih etmiyor.

“Su gibi”, kitabın son şiiri. Uçağın içinde geçiyor. Bir dizesi şöyle: “önümde 17.5 cl şarap”. Bu “17.5 cl” tabirini şiire yaraştıramadım. Birkaç kere üst üste, yüksek sesle okudum ama “on yedi buçuk siel” buraya kadar hep aynı sesten konuşan adamın sesi değil. “Bir çeyrek şarap” içecek -tam olarak böyle söylemesi gerekir, demiyorum tabii. Muhtemelen gene hatıralara dalacak. Zaten son iki dizede bize bunu sezdiriyor: “Her şey, şu an, olması gerektiği gibi. / Ve her şey gibi, şu an da gelip geçici”.

Ornitoloji üstüne söylemek istediğim tek bir cümle var: Roni Margulies, bu kitabında tek bir şiir yazmak istemiş. Şimdi, bu basit cümle üstüne biraz daha söz etmek istiyorum. Şairin yarattığı adamı artık tanıyoruz. Her şiiri aynı adam yazdı ve hepsi üç aşağı beş yukarı aynı dönemde yazıldı. Coşkun, patlayan, orkestrayı andıran seslere hiç rastlamıyoruz. Hepsinde görmüş geçirmiş bir adamın ıstırap dolu ama kabullenmiş, mutedil sesini duyuyoruz.

Tabii “tek bir şiir yazmak istemiş” dediğim zaman, bunun hiçbir zaman yazılamayacağını da söylemiş oluyorum. O şiir yazılabilse, söz bitecek. Dolayısıyla, o şiirin yazılması mümkün değil. Bu kitabı ortaya çıkaranın da o arayış olduğunu sanıyorum.

Ornitoloji’nin kendine has bir dili ve sesi var. Bir şair için bu ikisini yaratabilmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum.



[1] Roni Margulies, Ornitoloji, (İstanbul: 2017), Everest. Alıntılan şiir ya da dizeleri, bu kitaptan olduğu müddetçe sadece şiirin adı ve sayfa sayısı ile belirteceğim.

[2] “Papağan”, s. 14.

[3] “Kokulu Haiku”, s. 46.