Yeni Başlayanlar İçin: İzlediğin, Sadece Bir “Film” Değil

I

Şaşkın kedi bilgisayardaki sincabı gerçek sanıyor

Yazıya, muhtemelen birçoğunuzun izlemiş olduğu bir kedi videosuyla[i] eğlenceli bir başlangıç yapmak istiyorum.

Videoyu izleyemeyenler için: Dizüstü bilgisayarda açılmış olan bir sincap videosuna bakmakta olan kedi, gördüğü görüntüyü gerçek sanıyor ve sincap ekranın yanından çıkar gibi olunca kedi de ekranın arkasına bakma ihtiyacını duyuyor.

Bu bana ailemde anlatılan bir hikâyeyi hatırlattı: Ablam da küçükken televizyonda film izlendiği zaman, tüplü televizyonun aralıklarından televizyonun içerisindeki insanları görmeye çalışırmış. Benzer bir kafa karışıklığının bende de oluştuğunu anımsıyor gibiyim.

Sinema tarihi okumalarında görülebileceği üzere ilk film gösterimlerinde seyirciler gördükleri karşısında büyülenmiş ve izledikleri hareketli görüntüyü gerçeklikten ayırt edememişlerdir. Hatta çokça anlatıldığı gibi perdede kendilerine doğru ilerlemekte olan bir tren görüntüsünü izleyen seyirciler sağa sola kaçışmışlardır.[ii]

Hareketli görüntüye alışık olmayan bir seyirci için -örneğin küçük bir çocuk, sevimli bir kedi ve ilk sinema seyircileri- izlediklerinin “sadece bir film” olduğunu anlayamamaları komik bir durum olabilir belki. Fakat günümüze yaklaştıkça seyircinin, izlediğinin sadece bir film olduğunu yeterince kanıksadığını iddia edebilir miyiz emin değilim.

Yeşilçam melodramlarındaki kötü karakterleri oynayan oyuncular sık sık sokaklarda gezerlerken ne kadar çok dayak yediklerini anlatırlar. Daha yakın bir zamandan çoğumuzun bildiği Kurtlar Vadisi örneğinde de insanlar Çakır’ın ölümünden sonra cenaze namazı kılmışlardı. Hatta Memati karakterini öldüren bir oyuncu da bu yüzden sokakta dayak yemişti.[iii] Bu seyirciler, belki ekranda gördüğü görüntülerden kaçmıyordu, ya da sinema perdesinin arkasına bakıp oyuncular orada mı diye merak etmiyordu ama gene de izledikleri filmler ile yaşadıkları hayat arasında ayrım yapmaları kolay olmuyordu.

Sesli filmler, renkli filmler, üç boyutlu filmlerin ardından şimdi de sanal gerçekliği yaşayabileceğimiz bir çağa giriyoruz. Bu cihazları ilk kez deneyen insanların nasıl da zorlandığını, kendini kaybettiğine tanık olabilirsiniz.

Peki, “daha bilinçli” izleyici kitlesi için durum çok mu farklı? Evet, birçoğumuz sinemada, televizyonda, bilgisayarda, telefonlarda, her türlü dijital ekranda izlediğimiz hareketli görüntülerin gerçek olmadığının farkındayız...

Mı acaba?

Bizi içine çeken, sürükleyici, beğendiğimiz bir filmi ele alalım. Bu filmi izlerken, kendi gerçekliğimizi çok rahat bir şekilde unuturuz. Hele ki sinema perdesinin karşısında, iyi bir ses sistemi ile izliyorsak. Film bittikten sonra oluşan o boşluk hissiyatı da oldukça dikkat çekicidir.

Çünkü sinema seyircisi fiziksel olarak hareketsiz olsa da duygusal olarak hareketlidir. İzleyici, izlediği filmle beraber bir yolculuğa çıkar ve ortalama iki saat boyunca izlediği karakterin duygularına ve maceralarına ortak olur. Filmin bitmesiyle o seyircinin kendi gerçekliğine dönmesi bu yüzden pek kolay olmaz. Filmi ister sinemada, ister evde izlemiş olalım, bu gerçekliğe dönme aşamasında sudan çıkmış balığa döneriz. Biraz zorlarsam, tüm maceranın, yoğun duyguların bittiğini ve kendi gerçekliğimize hapsolduğumuzu anladığımız o andaki kafa karışıklığını, şaşkın kedinin bilgisayarın arkasında sincabı bulamadıktan sonraki haline benzetebiliyorum ve gülüyorum.

 “Aman abartma, bu sadece bir film!”; “Öyle bir şey yaşadım ki ancak filmlerde olur!”; “Sen çok film izlemişsin, hayatın gerçekleri başka!” Ne kadar da çok duyuyoruz bu cümleleri.  Filmler sadece birer temsil, sadece bir hayal ürünü gibi kabul edilir. Hiyerarşide önce gerçek, ardından temsil gelir. Sanal olan, fantezi olan ikincildir, hayatın gerçekleri vardır. Peki, gerçekten de önce gerçek sonra temsil mi gelir, bu hiyerarşiden bahsedebilir miyiz?[iv]

Yazının devamında, öncelikle gerçek, temsil ve bunların kabul edilen hiyerarşisi üzerine konuşacağız. Ardından bir ideolojik aygıt olarak hareketli görüntülerin seyirci ile nasıl bir psikolojik ve disipline edici bir ilişkiye geçtiğine bakacağız.  

II

Gerçekler ve temsiller demişken[v]

Yaşadığımız gerçeklik, toplumsal, siyasi hayat nelerden oluşur? Önce harekete geçirilmiş, “gerçekten oluyor olan olaylar” vardır. Gerçekten bazı şarkılar söylenir, bazı konuşmalar yaşanır, bazı insanlar ölür, bazı yasalar çıkar, bazı savaşlar kopar. Fakat toplumsal olan sadece bu harekete geçmiş, yaşanmakta olanı içermez. Aynı zamanda potansiyelleri de içinde taşır. Yani harekete geçirilmek için bekleyen potansiyeli de içinde barındırır. Yani bazı şarkıların yazılması, bazı konuşmaların yaşanması, bazı insanların ölmesi, bazı grupların iktidara gelmesi, bazı yasaların çıkması, başka savaşların veya barışların yaşanması potansiyelini de içinde barındırır.

Sanat ve temsiller bu potansiyeli yaşatır. Onu prova eder. Onu gerçekliğe taşır. Resme, fotoğrafa, sinemaya; dile, edebiyata ve diğerlerine sadece fantezi olarak bakamayız. Onlar ayrıca bireylerin ve toplumların hem arzularını tatmin etme hem de korkularını tetiklemektedirler. Potansiyelleri harekete geçirmek için vardırlar. Gerçek olmasını istediklerimizi yaşatmak için sanat yaparız. Sanat fantezi olduğu kadar toplumsal gerçektir ve toplumsal gerçek de biraz fantezidir.

Neye inanıyor, niye inanıyoruz?

Thomas Hobbes, Leviathan’da kısaca insanların barış ve huzur içinde yaşamak istiyorlarsa, özgürlüklerini ve haklarını bir üst güce, akla, otoriteye temsil etmeleri gerektiğini iddia etmiştir.  Ona göre egemenin gücü ve egemenlik iddiası yasal olarak insanların, yani yönetilenlerin onu öyle görmesinden kaynaklanır. Eğer yönetilen, kendisini yönetenin egemen olduğuna inanmayı keserse egemen olan hayatta kalamaz.[vi]

Ya da Benedict Anderson’un Hayali Cemaatler kitabında bahsettiği gibi kan bağı, aile ve dinî cemaat yerine gelen “ulus” kavramını düşünelim. Ulusu düşünürken beraberinde getirdikleri de hatırlayalım: “ulusal değerlerimizi”, “yerli ve milli değerlerimizi”... İnsanlar kurgulanmış bir cemaatin üyeleri olduğunu ve büyük oranda hiç görmediği ve görmeyeceği, tanışmayacağı insanlarla aynı ülküye, düşüncelere, duygulara sahip olabileceği sanrısı ile yaşamaktadır.[vii]

İçinde yaşadığımız bu gerçeklikler bir illüzyondan ibaretse, fantezi olanın gerçek olandan sonra geldiğini nasıl iddia edebiliriz?

Peki, nasıl oluyor da biz bu illüzyonlara inanmaya devam ediyoruz? Bu aşamada ideolojik aygıtlar devreye giriyor.

Althusser’e göre ideoloji daha o doğmadan bir bireyin düşüncesinin, yasayışının, hayat görüşünün belirlenmesinin toplumsal sağlayıcısıdır. İdeolojiyi, devletin ideolojisini insanların vicdanına yerleştiren her şey devletin ideolojik aygıtıdır. Örneğin ailenin kendisi, okullar, meslek örgütleri, dinî yapılar, spor, medya, popüler kültür...

Bu aygıtlar içerisinden okulları düşünelim. Birçok diğer aygıt gibi okul zorunludur. Haftada beş gün sekiz saat sürekli okullarda propaganda yapılırken, öğrencilerin o mekânda bulunması zorunludur. Fakat yanılgı yaratmasın, ideolojik aygıtlar ve iktidar, propagandasını her zaman zorla yapmaz.

Başka bir deyişle George Orwell’ın 1984’ü günümüzü o açıdan tam olarak betimleyemez, onun yerine Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı günümüze daha fazla uyarlanabilecek tasvirler yapar. Neil Postman, Televizyon: Öldüren Eğlence[viii] kitabında 1984 ve Cesur Yeni Dünya’yı, iki distopyayı karşılaştırır. Onun söyledikleri örneklerle özetleyecek olursak: “Orwell kitapların ileride yasaklanacak olması ile ilgiliyken, Huxley ise kimsenin kitap okumakla ilgilenmeyeceğinden dolayı buna gerek olmayacağından bahsediyordu. Orwell gerçeklerin toplumlardan titizlikle gizleneceğinden bahsederken. Huxley, bilginin devasa anlamsızlıklar denizi içerisinde kaybolacağını anlatıyordu. 1984’te, insanlar acıdan ve cezadan kaçınma; Cesur Yeni Dünya’da ise keyfe ve hazza yönelme dürtüleri sayesinde kontrol ediliyorlardı".[ix]

Huxley, sevdiğimiz şeylerin bizi yıkıma götüreceğinden korkuyordu. Gerçekten de sevdiğimiz şeyler günümüzdeki ideolojik aygıtların en güçlülerindendir. Hele ki şu an içinde yaşadığımız toplumda hayatımız görsel medya unsurları ile bu denli çevriliyken bunların önemini küçümsemek komik olacaktır.

Görsel medya unsurlarından sinema ve filmler psikolojik ve disipliner olarak etkili olmasının yanında en eğlenceli olanlarındandır. İnsanlar gönüllü olarak sinemaya gider, filmler izler.

III

Filmler nelere kadir?

Başta da söylediğimiz gibi filmler sadece gerçeğin bir temsili değildir. Onun aynı zamanda provasıdır. Yaşadığımız toplumsal gerçekliğin olasılıklarını, potansiyellerini yaşatır. Basit bir örnek olarak yüz nakli, tabletler, Skype, Siri, hareket sensörleri, Oculus Rift vs. yıllar öncesinden bilimkurgu filmlerinde kendilerine yer bulmuş ve dolayısıyla bu filmler, onların gerçekleştirilmesine ilham olmuşlardır.[x]

Filmler toplumsal bir illüzyon yaratır. Filmler ile toplumları harekete geçirebilir ya da tam tersine uyuşturabilirsiniz. Filmler ile toplumlara korku aşılayabilirsiniz: Bu uzaylı korkusu olabilir, zombi korkusu olabilir, dolayısıyla da yabancı korkusu olabilir, mülteci korkusu olabilir. 

İzleyici filmi izlediği sırada kendi gerçekliğini unutsa da zihin dünyasın kontrol eden onlarca duygu yaşar. Fiziksel olarak izleyicinin vücudu izlediği film karşısında bir sürü hormon salgılar. Yani filmler izleyicinin bedenini bile değiştirir.

Filmler ile insanlardaki duyguları, düşünceleri belli kavramlarla eşleştirebilirsiniz. Savaşı katliamlarla özdeşleştirebileceğiniz gibi kahramanlıklarla da özdeşleştirebilirsiniz. Bir oyuncudan savaş kahramanı, devlet kurtarıcısı, halktan biri yaratabilirsiniz. Burada yerelden de bol örnekler verilebilir. Son yirmi yılda Polat Alemdar, Recep İvedik gibi kahramanlar yaratan bir ülkenin sineması tabii ki o ülkenin toplumsal gerçeklerinden beslendiği kadar, o toplumsal gerçeklerin yaratılabilmesine de yardım etmişlerdir. Ayrıca filmler ile toplumsal hafıza kaybına sebep olup, yeni bir tarih inşa edebilirsiniz. Bu konularla ilgili daha ayrıntılı bir inceleme için daha önce yazdığım “Yeni Türkiye Ne İzliyor? Filmleri, Dizileri ve Kahramanlarıyla Türkiye’nin Son 15 Yılının Kısa Bir Panoraması”[xi] ve “Devletin Aklı ile Hatırlamak” yazılarımı inceleyebilirsiniz.[xii]

Sinema kitleleri disipline eder. Sinema seyircisi edebiyat okuyucusuna, tiyatro izleyicisine göre pasiftir. İzlediğiniz filme gülebilirsiniz, yuhalayabilirsiniz, tepki koyup filmden çıkabilirsiniz de ama film hem o sırada hem de ondan günlerce sonra aynı şekilde onlarca salonda, ardından insanların evinde her seferinde aynı şekilde oynamaya devam eder. Sinema seyircisini gözümüzün önüne getirelim. İzleyiciler daracık koltuklarında fazla hareket edemez, yanındaki ile rahatça konuşamaz. Herkes aynı anda aynı ışık kaynağına, aynı gösterilene bakar, kendine söyleneni dinler, gösterileni izler. Üstelik baş döndürücü bir hızda...

Sinema seyircisi zahmet edip evlerinden çıkarak bir sinemaya gidiyor olabilir. Fakat günümüze yaklaştıkça önce televizyon sonra da bilgisayar ekranlarıyla beraber artık hareketli görüntü ve görsel medya unsurları evlerimizin içine kadar girmiş durumdadır. Akıllı telefonları ile ise her şey cebimizin içindedir. Bundan birkaç sonra ise sanal gerçeklik cihazlarıyla beraber tüm bu gösterinin gözlerimizin iki santim önünde olması, onlardan başka hiçbir şey göremiyor olduğumuz bir gerçekliğe uyanmamız an meselesidir.

Propaganda derken

Fakat şunu hatırlatmakta fayda var: Filmlerle propaganda sadece “Nazilerin yaptığı gibi” devlet eliyle, iktidar ve silahlı güçlerinin maddi desteği ile liderlerin bizzat yapımcısı olduğu filmlerle yapılmaz.[xiii] Örneğin ülkemizde de yapıldığı gibi, savaş propagandası adına devlet eliyle, örtülü ödeneklerden bütçeleri karşılanan, hatta savaşlar daha başlamadan önce hazırlıklarına başlanan filmlerin ne olduklarını görmek zaten kolay.[xiv]

İdeolojik olan, her zaman bu kadar kör göze parmak değildir. Savaştan, politikadan uzak (!) bir örnek verelim. Örneğin romantik komedileri ele alalım. Büyük çoğunluğunda yer alan bir evlilik sahnesi seçelim. Hatta bir filmden bile olmasın seçtiğimiz görüntü. Youtube’a girip, düğün videoları yazıp, birkaç tanesini izleyelim.  Bu görüntüler bize ne anlatır?

Mutluluk, arkadaşlık, aşk, heyecan, neşe... Hepsinin merkezinde ne var: evlilik. Evlenen çift kim: yüzde doksan dokuz bir kadın ve bir erkek. İmge, açık ve ortadadır: Bir erkeksen bir kadın, bir kadınsan bir erkek bul, evlen; arkadaşların ve tüm çevreniz sizin için mutlu olsun, siz mutlu olun; çünkü evlenmek güzeldir.

Bu filmleri ya da düğün görüntülerini çekenlerin amacı bu muydu peki? Sadece insanları eğlendirecek bir film çekebilmek, sadece düğünlerinden güzel bir anı yaratmak için çektiler o görüntüleri. Fakat her hareketli görüntü kendi içerdiği imgeye hizmet eder. O imgeyi taşır. İmge ideolojiyi, fikri görünür kılar.

Görünür kılınan ve defalarca tekrarlanan her imge, her anlatı kitleler için normalleşir. Ne kadar çok görürsen o kadar çok inanırsın. Bizler gördüğümüze inanırız değil mi?

Filmler işte bu yüzden sadece film değillerdir. Y kuşağı ve özellikle de Z kuşağı içerisinde doğan bir çocuk ölene kadar hemen hemen her kavramı, her duyguyu, her düşünceyi sinema ve tüm diğer hareketli görüntüler içerisinde tanımakta ve öğrenmektedir. Çevremizi saran temsiller bizler için artık sadece temsil de değil, aynı zamanda gerçekliğin de ta kendisi olmuştur. Guy Debord’un da dediği gibi[xv]:

“Doğrudan yaşanmış olan her şey, gerileyerek bir temsile dönüşmüş durumdadır. Yaşamın her açısından ayrılan görüntüler, yaşamın bütünlüğünün artık geri getirilemediği ortak bir akımın içinde kaybolup gider. Gerçeğin parçalanmış görünümleri, kendilerini sadece izlenebilecek müstakil, bir sahte dünya olarak yeni bir bütünlük içinde yeniden gruplar.”

İdeolojik olanı, egemen olanı görünür ve gerçek kılan şeydir filmler. Gerçek olduğunu zannettiğimiz çoğu şeyin aslında filmler olduğu gerçeği gibi…[xvi]



[i] Videoyu izlemek için: https://www.youtube.com/watch?v=JUAv1jaocN8

[ii] Scorsese’nin Hugo filminden örnek bir sahne: https://www.youtube.com/watch?v=FL_RR1iDA2k

[iv] Bülent Diken ve Carsten Bagge Laustsen, Sociology through the Projector, 2007.

[v] Yazınının çerçevesini oluştururken sıklıkla Ebru Çiğdem Thwaıtes Diken tarafından İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde verilen “Film and Society” dersindeki kaynaklardan ve okumalardan yararlandım. Dersteki tartışmalar bu yazının yazılmasına ilham oldu.

[vi] Thomas Hobbes, Leviathan, 1651.

[vii] Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, 1983.

[viii] Neil Postman, Televizyon: Öldüren Eğlence, 1985.

[ix] Kaynak: http://www.bilimkurgukulubu.com/edebiyat/1984-ile-cesur-yeni-dunyanin-bir-karsilastirmasi/

[x] Örnek bir liste: https://frpnet.net/makaleler/gelecegi-ongoren-bilimkurgu-filmleri

[xi] “Yeni Türkiye Ne İzliyor”, http://barantekay.blogspot.com.tr/2017/04/turkiye-ne-izliyor-sinematik-uretimler.html

[xii] “Devletin Aklı ile Hatırlamak”, http://barantekay.blogspot.com.tr/2016/04/devletin-akl-ile-hatrlamak_8.html

[xiii] “Triumph des Willens” [İradenin Zaferi], Yönetmen: Leni Riefenstahl, 1935: https://www.youtube.com/watch?v=HVCUsKkXq3Y

[xv] Guy Debord, Gösteri Toplumu, 1967.

[xvi] Bu konu ile ilgili daha ayrıntılı bir okuma için yakın bir zamanda yazdığım “Koyunlar, İnekler, Çiftlikler ve Savaşlar” isimli yazım da okunabilir: http://barantekay.blogspot.com.tr/2018/03/koyunlar-inekler-ciftlikler-ve-savaslar.html