İnanılmaz Uzak Mesafeler: Fotoğraf ve Demokrasi Üzerine Kısa Bir Deneme

Uzun süredir fotoğraf arşivimi karıştırmamıştım. Geçmişe dönük yaptığım bu göz atma aklımda bu fotoğraflara dair bir sorunun meydana gelmesine neden oldu. Fotoğrafların çoğunda var olan estetik üslup, öğelerin benden çok uzak mesafelerde olması, insanların neredeyse bir leke gibi görünmesiydi. Bu şekilde oldukça uzak mesafelerde durmak, bir tür yakınlaşmama isteği ve mesafe koymakla ilgili olabilir mi? Aklımda beliren sorunun cevabının kendi adıma korkutucu olacağını düşündüğümden, cevabı bir süre ertelemeyi ve üzerinde düşünmekten kaçmayı tercih ettim. Pek çok fotoğrafçının kullandığı bu estetik tavır kuşkuyla baktığım bu mesafelilik halinin üzerine daha ayrıntılı düşünme fırsatı verdi.

Fotoğrafçı, belgelemek istediği âna vizörün ardından bakar, ânı kendi öznel değerleri ve algısı çerçevesinde bir kadraja sığdırmak ister. Dolayısıyla her ne kadar o ânın içinde olmaya çalışsa da paradoksal olarak sürekli o ânın dışında kalır.* Bir bakıma çevrede gelişen yaşamın fragmanları, o ânı fotoğraflayanın şartlarından çok uzaktır. Bunun keskin örneklerini Suriye savaşında çatışmaları izleyen ve dünyaya duyurmak için kaydeden cesur ve fedakâr sivil insanların kendi ölüm anlarını kaydettikleri örneklerde görebiliriz. Bir keskin nişancıyı veya bir tankı fotoğraflarken öldürülen bu sivil insanlar muhtemelen kendilerini bir sahnenin dışında gördüklerinden ve bir yandan görüntülerin izleyicisi konumunda olduklarından bu ânın gerçekliğinin sınırlı bir şekilde farkındaydılar.**

Burada, makinenin doğal olarak elinde tuttuğu kişiyi ânın dışına atarak olayların dışında bırakmasından farklı bir korkuyla yazıyorum. Sözünü ettiğim estetik tercihteki uzaklık, makinenin kavramsal olarak o “an”a uzaklaştırıcı etkisi veya geniş açılı bir lens kullanmaktan kaynaklı bir mesafe hissi değil. Endişe ettiğim şey fotoğraflanmak istenen konuya fizikî olarak uzak kalan bu üslubun bir tavra dönüşmeye başlaması. Ancak fotoğraf ve mesafe ilişkisine dair bu tür bir yorumlama, fotoğraflar üzerine yeni bir şey söyleyemeyecek kadar dar bir açıdan baktığı için eksik bir eleştiriye neden olabilir.

Birçok tuhaf paradoksun taşıyıcısı olarak fotoğraf makinesi, pek çoğunu yeniden yorumlamamız ve üzerine düşünmemiz gereken görüntüler üretir. Üretilen temsillerin her zaman suçlu veya her zaman haklı bir pozisyonda görmenin yanlışlığını idrak etmek gerekir. Makinenin çelişkiler içinde ürettiği görüntüler dünyasının içeriğini dönüştürme imkânını göz ardı etmeyi tehlikeli buluyorum. Bu yazının konularından biri olan fiziksel uzaklık konusunun benzer bir ikilik barındırdığını düşünüyorum. Uzaklaştıkça varlıklar arasında kurulan ilişkiyi işaret eden ve fotoğraf ve izleyicisi arasında “demokrasi” mefhumunun alımlanmasını sağlayacak olan bir etkileşim garip bir şekilde mesafeli duruşu gerekli kılıyor.

Uzaklaşma esasında o ânın dışına çıkma amacı taşımayan ve ânı dışlamayan “yatay” bir uzaklaşmadır. Bu hiyerarşik kırılma hükmedici olarak fotoğraf makinesinin alanının daralmasına neden olur. Her örnek ve konum açısından bu söylenmese bile karşıda durmakta olan dünya fotoğraf makinesini de kapsamaya başlar. Ayrıntılara dahil eder. Uzaklık, bu eleştirel hiyerarşik söylemi ürettiği sürece makineyi de uysallaştırır, makinenin konumunu doğrultulan bir aygıt ve buyurgan bir halden dışarı taşımanın bir yolunu bulur.

Tam da bu noktada ileriye doğru bir adım atmaya, fotoğrafın öğelerine olan mesafeye ve öğelerin birbirleri arasındaki hiyerarşik ilişkilere dair bir çözümleme getirmeye çalışacağım. Öğelerin arasında estetik bir değer olarak demokrasi nosyonunu görme imkânının var olduğunu düşünüyorum. Öncelikle kastettiğim demokrasi ve halihazırda idari bir kavram olan demokrasi düşüncesinin farkını açıklamak gerekir. Demokrasi sadece idari bir sistem olarak algılandığı müddetçe kavramın incelikli ilişkilerini anlamakta ve bir yaşam pratiği olarak uygulamakta zorluk çekiyoruz. Tanım, bir yönetim biçiminin pratikleri içine sıkıştıkça sadece kurumsal bir söylemin parçası haline geliyor.***

Parlamento veya demokrasiyi çağrıştıran birçok yapı esasen “demokratik” bir sistem gereğinden kaynaklı ve onun geçici ihtiyaçlarını karşılayan kurumsal yapılardır. Demokratik ilişkileri anlamak için, kelime kökeni –demos– nedeniyle bir topluluğunu -halk- ifade eden demokrasi tanımının, sadece insan merkezli olmayan radikal yorumlarının gerekli olduğunu düşünüyorum. Yani demokrasi, tüm varlıklar arası ilişkinin ve düzenlemelerin en net ve doğrudan göründüğü, bu ilişkilerin ve varlıkların konumlarının açık bir şekilde tecrübe edildiği ve takip edildiği pratikler sistemidir. Etik bir değer olarak demokrasi, yaşamın her alanını düzenleyen ilişkiler bütünüdür.

Demokrasi ve fotoğraf arasındaki ilişkiye dair tartışma sıklıkla teknolojik ilerlemenin sağladığı imkânlar veya görsel öğelerin kadraj içerisindeki hiyerarşik konumları konu edinir.*** Bu demokratikleşme, mobil aygıtların fotoğraf çekebilme yeteneklerinin getirdiği imkânlarla artık fotoğrafın sadece fotoğrafçıların elinde olmaması, geniş insan kitlelerine yayılması ile ilgilidir. Diğer bir ifadeyle “aygıtların demokratikleşmesidir”. Bu aygıtların geniş kesimlere yayılarak fotoğraf dünyasının hiyerarşisini tepetaklak etmesi, elbette fotoğraf tarihinin büyük bir kırılmasını doğurarak kitlelerin estetik değerlerinin ve yeni göstergelerinin gücünü ortaya koydu. Bu değişimi toplumsal bir olayın içine dahil olan sıradan insanların yaşananlarla ilgili haber vermek için çektiği fotoğrafların estetiğinde veya fotoğraf çeken mobil bir cihaza sahip orta veya alt sınıfa ait insanların Instagram hesaplarından gözlemleyebiliyoruz. Bu artık kendini ifade etmek için dışarıdan bir “fotoğrafçıya” ihtiyaç duymayan, kendi ifadesini kendi estetik değerleri içinde üreten bir durumun habercisidir. Bu yapısal dönüşüm, dikkatle tartışılması gereken farklı bir yazının konusu. Ancak üretilen her imaj ona bakan kişiyle bir etkileşime girer. Bu etki fotoğrafa bakan kişinin zihinsel süreçlerini yönlendiren estetik bir karşılaşmadır. Buradaki çelişkili durum ise fotoğraf aygıtlarının “demokratikleşmesi” fakat üretilen göstergelerin demokratik bir üslubu ortaya çıkaracak ve fotoğrafı algılayan kişinin içinde demokratik durumu tetikleyecek olan kıpırtının ortaya çıkarmasındaki zorluklardır.

Aygıtların demokratikleşmesinin, fotoğrafın demokrasi üretebilme kapasitesinden farklı bir perspektifle değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Demokratik bir üslubun, sadece günümüzün olumsuz durumlarını, çelişkilerini, farklılıkları göstermekle kalmayıp çoğul ilişkileri yeniden düzenleyebilecek ve üretebilecek bir estetik kuvvetin peşinden gidebilmesini arzu ediyorum. Demek istediğim toplumsal bir durumu ifşa eden bir fotoğraf konusu her ne olursa olsun -küresel ısınma, çocuk işçiliği, toplumsal cinsiyet, ekonomik eşitsizlik, savaşlar, mülteci sorunu ve göçler, kentsel yıkım ve dönüşümler, nükleer felaketler, afetler vb.- genellikle belirli fotoğraf estetiği içinde göstermesi sorunudur.

Burada esas olarak ıska geçilen, fotoğrafın demokrasinin yokluğunu göstermesinin yeterli olduğu düşüncesidir. Amacım toplumsal sorunları ifşa eden temsillerin içeriğini boşaltmak değil, sadece izleyicinin vicdanına seslenen bu tür yaklaşımın, fotoğrafın potansiyelini kullanamadığını düşünüyorum. Böylelikle fotoğrafın ürettiği her çağrışım bahsettiğimiz dar ve kısıtlı demokrasi pratiği içinde sıkışır. Dolayısıyla fotoğrafın içeriğine dair yorumun demokrasi imgelerini göstermesi ve onların hiyerarşik bir yorumunu yapması yerine, fotoğrafın ürettiği çağrışımın demokratik bir üslubu göstermesini kurucu (veya önemli) buluyorum.

Başlarda bu mesafeye**** yönelik taşıdığım korku, üslubun imkânları dahilinde estetik öğeler arasında bir harmoninin algılanabileceği, fotoğraf içerisindeki canlı veya cansız varlıkların hiyerarşik yapılarını tekrar düzenleyen bir görsel üretimine dönüştü. Bunu farklı balık türlerinin yaşadığı bir akvaryumu izlemek gibi düşünebilirsiniz. Bu seyri sakin ve kendi içinde organize olmuş hareketleri barındıran ezbere hareketler bütünü olarak görmek havuzu ve ilişkilerin idrakını zorlaştırabilir. Havuz içerisindeki varlıkların birbirleri arasında kurdukları mesafelerin, her yakınlaşma ve geri çekilmenin bir uyumundan bahsediyorum. Bu uyum salt çatışmasızlık ve yüzme eylemi değildir çoğu zaman. Harmoniyi bütün bu türler arasındaki çatışma ve oluş ilişkilerinin kavranması olarak görüyorum. İmajların, izleyiciye bu tür bir demokrasiyi de gösterebilecek bir estetik ile üretilmesini önemli buluyorum.

Oldukça geniş ve farklı boyutları olan bir konu hakkında kısa bir deneme yazmanın tehlikelerinin farkındayım. Bir yazının bahsettiğim konuyu mutlaklaştırıp başka türlü düşünülemeyecek bir duruma sokabileceğinin bilincindeyim. Aceleci bir politik aracın ve yöntemin peşinde de değilim. Diğer fotoğraf üsluplarının oluşturabileceği demokratik potansiyelleri dışlamadığımı özellikle belirtmek isterim. Fotoğraf mecrasının her alanının, fotoğrafçıların yaşam içindeki konumlarının mevcut ilişkilerini gözden geçirmeden ve içerik tekrar kazılmadan bir ilerleme kaydedebileceğimizi düşünmüyorum.


Referanslar

* Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak, çev. Osman Akınhay, Agora Kitaplığı.

** Rabih Mroué, “The Pixelated Revolution” (Pikselli Devrim), Video, 22’’

https://vimeo.com/119433287 Toplam uzunluğu yirmi iki dakika olan bu yarı akademik videonun kısa bir versiyonuna yukardaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.

*** Demokrasi ve teknoloji arasındaki ilişki şu makalede tartışılmakta http://www.disphotic.com/pixels-to-the-people-photography-and-democracy/

**** “Pictures aren’t good enough, you’re not close enough”, Robert Capa.

“Eğer fotoğraflarınız iyi değilse, onlara yeterince yakın değilsinizdir,” sözüne atıfla Robert Capa’nın bu sözü pek çok fotoğrafçıya ilham kaynağı olmuş ve çoğu fotoğrafçı için kural haline gelmiştir.