Geçmişin İzinde “Nostaljinin Geleceği”

Son yıllarda sosyal bilimler alanında yürütülen araştırmalarda farklı disiplinlerin metot ve kavramlarını kullanarak hazırlanan çalışmaların sayısında artış görülmektedir. Bu eğilim doğrultusunda bilimsel araştırmalarda, kavramların tek-boyutluluğunun tersine farklı, çok-boyutlu ve katmanlı bir kavramlar dizini ile çalışma anlayışı ağırlık kazanmaktadır. Nostalji kavramı da bu anlayışın özgün örnekleri arasında yer almaktadır.

Nostaljinin Geleceği, yerleşik tanımı ile geçmişe ait olanı ve memleket özleminin sıla hastalığıyla harmanlandığı bir kavram olan nostaljiyi “tarihsel bir olgu” (s. 36) olarak elen alan araştırma ve inceleme kitabıdır. Bu çalışma St. Petersburg doğumlu, Harvard Üniversitesi Slav ve Karşılaştırmalı Edebiyat Profesörü ve aynı zamanda da sanatçı ve tasarımcı Svetlana Boym (1959-2015) tarafından kaleme alınmıştır. Yazarın, Sovyetler’de başlayan ve ABD’de devam eden kişisel tarihinin nostalji kavramının derinlikli ve katmanlı içeriğiyle paralellik gösteren yapısı, çalışmanın katmanlılığını okur nezdinde arttıran bir çokseslilik içermekte.

Yazarının 1990’ların ikinci yarısında nostalji hakkında yazmaya karar verdiği, 2001’de İngilizce ve 2009 yılında da Türkçe baskısı yayımlanan Nostaljinin Geleceği’nde de ifade edildiği üzere, Yunanca iki kökten gelen nostalji sözcüğü, ilk kez edebiyat veya siyaset alanlarında değil, 1688 yılında İsviçreli bir doktor tarafından tıp alanında kullanılmıştır. İsviçreli askerlerin memleketlerine dönme hasretinin psikolojik etkilerini tanımlamak için kullanılan bu tıbbi sözcük, etimolojik olarak “(Nostalji) -nostos (eve dönüş) ve algia (özlem), nostalgia- artık var olmayan veya hiç var olmamış bir eve duyulan özlemdir" (s. 14). Ancak, yazar bu çalışmasında kavramın etimolojik anlamını katmanlaştırarak ve özgün diliyle “eleştirel düşünce ile hikaye anlatımı arasında gidip gelen bir nostalji tarihi” (s. 19) anlatmaktadır. Bu anlatım,  üç ana bölüm ve çeşitli fotoğraflarla kurgulanmış.

“Kalp Hipokondrisi” ile başlayan ilk bölümde nostalji tarihinin klinik bulgulardaki seyri incelenirken, ilerleme, modernlik ve popüler kültür kavramlarıyla da nostaljinin örtük yönleri aydınlatılmaya çalışılıyor. Yazar, bu aydınlatma çabasında iki nostalji tipolojisine yer veriyor: Yeniden kurucu nostalji ve düşünsel nostalji. Yeniden kurucu nostalji nostos’u vurgular ve kendisini gelenek ve hakikat olarak görür. Tanıklık ettiğimiz dönemdeki ulusal ve dinsel canlanmanın özü olarak nitelenen bu nostalji türünün olay örgüsü kökene dönüş ve komplodur. Modernlik karşıtı mitler yaratan bu nostaljinin ayırt edici özelliği ise aşırı milliyetçilik örneklerinde kendini göstermesidir. Ulusal geçmiş ve geleceğe seslenen bu tipolojide geçmiş, bugün açısından bir değere sahiptir. Düşünsel nostaljide vurgulanan ise algia’dır ve modernliğin çelişkilerinden kaçınmaz. Özlem ve aidiyetin “çiftdeğerliliği” (s. 19) üzerinde duran bu tipolojinin olay örgüsü bulunmaz. Semboller yerine ayrıntıya odaklanan düşünsel nostalji, meşakkatli de olsa ulusal ve toplumsal hafıza arasında ayrım yapmanın imkânını sunma çabasındadır. Bu ayrımda odaklanılan ise bireysel ve kültürel hafızayken bireysel anlatıya yönelim ön plandadır.

Yeniden kurucu ve düşünsel nostalji, “bireysel anımsama ile kolektif anımsama arasındaki karşılıklı ilişki”yle (s. 76) ilgilenir. Bu ilgi, okura kişisel hafızanın salt bireyin psikolojik derinliklerinin değil, ulusal ve toplumsal hafızanın da inşa alanı olduğunu gösterme cüretinde bulunur. Yazarın tanımladığı bu iki nostalji tipolojisi, bir anıta, bir mekâna, bir anma törenine veya bir kente dair bireysel hafızalarımızda yer edinen ve hatırlanan fragmanların, toplumsal ilişkiler ve tarihle bağlantılı olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla her iki tipoloji, temelde bireysel bilincimizin öznel alanlarında bulunan ulusal ve toplumsal inşaların kurgusal izleriyle yüzleşme yöntemini gösteren birer anahtar niteliğindedir. Yazarın bu bölümde okura sunduğu diğer bir anahtar tipoloji ise, komünizm sonrası ortaya çıkan ve Rusya’da küresel kültürü yerel bağlama dayandıran melez nostalji biçimlerini niteleyen glokal’dır. “Yerli olanı ifade etmek için küresel dilden yararlanma” (s. 110) olarak tanımlanan glokal, özellikle ulusal ve uluslararası turistik tüketim kalemlerindeki seri üretilen ticari nostalji kullanımında yoğunlaşmakta.

Nostalji tarihinin izlerini süren çalışmanın ikinci bölüm başlığı da “Şehirler ve Yeniden İcat Edilmiş Gelenek”. Yazar, belirlediği üç Avrupa kentinde (Moskova, St. Petersburg ve Berlin) geçmiş, bugün ve gelecek yolcuğunda bir metropol arkeolojisi gerçekleştiriyor. Her kentte belirli bir süre kalarak o kenti bir anlamda yurt edinen yazarın arkeolojik kazılarında edebî eserler, anıtlar, kentsel yapılar ve törenler birer enstrüman olarak okurun karşısında konumlanıyor. Bu arkeolojik kazının ortaya çıkarmaya çalıştığı, şehirdeki nostaljidir.  Kentsel mitlerin ve fiziksel mekânların izlerini takip eden yazarın, zihnindeki sorulara ve bulduğu yanıtlara zaman zaman okurun da karşılık vermesine teşne bir üslup geliştirdiği gözleniyor.

Yazarın ve okurun yanıt aradığı sorular arasında şunlar var: “Nasıl oldu da eskiden ilerlemenin kalesi olan anti-nostaljik bir modern şehir nostaljik bir mekan haline geldi?” (s. 136) Geçmişi şimdide temsil eden (nostalji) dekoratif nesnelerin ve kentsel mekânların tüketim eğilimindeki artışında bir toplumsal sınıf tasnifi yapmak mümkün müdür? İstanbul’un son yıllardaki imparatorluk başkenti nostaljisi, kentin tarihsel geçmişine mi yoksa imparatorluk ihtişamına duyulan özlemin göstergesi midir? Mahalle ve sokak yaşamının karşı kültürü olarak, meşruluğunu güvenlik vurgusuyla temellendiren sitelerin mahalle konseptine vurgu yapan söylemlerinde özlenen hangi geçmiş? Yakın ve uzak geçmişe ait bu iki toplumsal olgunun âdeta idealize edilerek geri döndürülmelerine yönelik çabaların nedeni bastırılmış olanın geri dönmesi mi sadece?

Türkiye’nin merkez ve taşra kentlerinde farklı içerik ve yoğunlukta var olan nostaljik akımlarla ilgili olarak bu soruların sayısı çoğaltılabilir. Ancak, kent ve mahalle ölçeğinde derinleştirilen soruların yanıtlarından biri, kent sakinlerinin alternatif cemaatleri için (yeni) mekânlar yaratma yönündeki çabalarının olduğudur.

“Şu anda gerçekleştirilen kentlerin ıslah çalışmaları artık fütüristik değil, nostaljiktir; şehirler geleceklerini geçmişlerine ilişkin doğaçlama tepkilerle tahayyül ediyor. (…) Küresel kültür ile yerel kültür arasındaki mevcut karşıtlıkta şehir başka bir alternatif sunmaktadır: Yerel kozmopolitlik. Bu kozmopolitlik türünün temelinde elektronik arayüz değil, farklı kültürlerden yabancıların fiziksel bir mekânda yüz yüze karşılaşmaları vardır. (…) Kent kimliği ortak bir hafızaya ve ortak bir geçmişe başvurur, ama kökleri toprak değil, insan yaratımı bir mekândadır: Kanın dışlayıcılığında değil, aynı anda hem yabancılaştırıcı hem de canlandırıcı olan kentteki birlikte yaşama dayalıdır” (s. 121-122).

Kent kimliğinin birlikte ancak farklı mekânlarda yaşama alternatiflerinin yer edinmeye ve kökleşmeye olanak sağlayan evde olma haline karşıt son bölümün başlığı ise “Sürgünler ve Hayali Memleketler”. Yaşadığımız dönem, gönüllü ya da gönülsüz olarak sürgüne uğramış milyonlarca transit insanın yüzyılı. Bu yüzyılda göçmenler, mülteciler, turistler, aylaklar gibi farklı motivasyonlarla hareket halinde olma durumu âdeta evde olmama halinin farklı biçimlerde kökleştirilmesi.

Geçtiğimiz yüzyılın ünlü ve sıradan sürgünlerini konu ettiği bu bölümde yazar, Rus ve Amerikalı sanatçıların (V. Nabokov, J. Brodski, İ. Kabakovi) yanı sıra eski Sovyet göçmenlerin New York ve Boston’daki evlerinde gerçekleştirilen görüşmeler eşliğinde sürgünlerin hayalî anayurtlarını inceliyor. Bütünü değil de parçayı inceleyen yazar, sanatçıların hayalî anayurtlarıyla göçmenlerin evlerindeki “fevkalâde enternasyonal” (s. 473) hatıralık eşyalarında geliştirilen “özlem estetiği”ni deşifre ediyor. Bu deşifre etme aşamasında göçmen hikâyelerindeki gerçek ve hayal birlikte inceleniyor. 1995’te gerçekleştirilen görüşmelerdeki diaspora hikâyeleri de “göçmenlerin çoğunluğunu değil, bireyleri anlatıyor” (s. 467). Bireysel hikâyeleri anlatılan göçmenlerin odalarının, kitaplıklarının ve duvarlarının vazgeçilmez parçaları arasında yer alan hatıra-eşyalar, salt dekoratif öğeler değildir. Her biri diaspora yadigârı, bildiri, sanat eseri ya da enstalasyon muamelesi yapılan nesnelerdir: “Her dairedeki koleksiyon hem daire sakinin parçalı bir biyografisi hem de bir kolektif hafıza sergisidir” (s. 475).

Svetlana Boym’un araştırma olgusu olarak incelediği nostaljinin, ulusların ve toplumların imparatorluklar, savaşlar ve devrimler sonrasında âdeta yeniden yapılandırılmasına, farklı toplumsal tabakalara ve kültürel sermayelere hitap eden ama ortak paydası geçmiş ve geçmişe ait imgeler yaratılmasına olanak sağlayan ürünlerin ve hizmetlerin pazarlanmasına kadar çok-katmanlı bir içeriğe sahip olduğu söylenebilir. Ve bir kavram olarak nostalji tarihinin izini sürmek için Fransız sosyolog ve antropolog Pierre Bourdieu ile aynı safta yer almak mümkün. Bourdieu, analizlerinde kavramlarla kurduğu ilişkisini alet kutusuna benzetir, çünkü kavramlar onun için sorunları çözmeye yardım eden araçlardır. Nostalji kavramı da Bourdieucü yaklaşımla kültür-sanat, edebiyat, sosyoloji, siyaset bilimi, tarih ve mimarlık gibi farklı ilgi ve çalışma alanlarındaki analizler ve yorumlar için işlevsel bir niteliği muhteva etmesi açısından yeni sorunları çözümleme imkânı sağlıyor.

Svetlana Boym, Nostaljinin Geleceği, çev. Ferit Burak Aydar, İstanbul: Metis, 2009.