Seçim Rüzgârı Safları Biraz Daha Sıklaştırırken… Ahlâk ve Din

Geçtiğimiz haftalarda Felsefeciler Derneği ve Cogito dergisi işbirliği ile Etik, İnançlar ve Eğitim Sempozyumu[1] düzenlendi. Sempozyumda öne çıkan noktalar; milli eğitimde dinî eğitimin (İslâmi) ağırlık kazandığı tespiti, toplumda ahlâki yozlaşma yaşandığı değerlendirmesi, dinî eğitim ile ahlâki yozlaşmasının önlenemeyeceği düşüncesi ve barış içinde yaşama özlemiydi.

Sempozyum sadece başlığıyla bile “etik” konusuna alan açması açısından anlamlıydı. Nitekim Türkiye’de, tüm kesimlerin ahlâki bir yozlaşma olduğu görüşünde birleştiği, bununla birlikte herkesin, sempozyumda kullanılan tabirle “karış mahalle”yi ahlâksızlıkla suçladığı bir dönemi deneyimliyoruz. Buradaki çelişki çözümlendiği takdirde bakış açılarını genişletme, herkese ferah bir nefes aldırma imkânını içinde barındırıyor. Ne yazık ki sempozyumda bu çelişki es geçildi ve zaman zaman tartışma yine mahalleciliğe sıkışarak, kanımca sempozyumun temel meselelerinden biri olan “barış içinde yaşama özlemi”nden uzaklaştı.

Amacım sempozyumun verdiği ilham ve düzenleyicileriyle paylaştığım barış özlemiyle, söz konusu çelişkiyi biraz daha görünür kılmak ve bunu yaparken meseleye dair birkaç noktayı tartışmaya açmak. Bu noktaların hepsi farklı disiplinler içinde yer alan kapsamlı çalışmaların konuları ve haklarında birer sonuca varmak bu yazının haddini elbette aşar. Maksat sadece disiplinlerarası kısa bir beyin jimnastiği… 

Bu noktalardan birincisi şu anki politik durumdan hareket ederek (bu durumun nedeni ve sonucu olarak) Türkiye’nin dindarlaştığı sonucuna varılıp varılamayacağı. Sempozyumdaki konuşmaların bir kısmında ahlâk ve din arasındaki ilişki sorgulanırken Türkiye’nin dindarlaştığı varsayımından yola çıkıldı. İlahiyat alanından konuşmacılar “bugün yaşanana dindarlaşma diyemeyiz” uyarıları yapsalar da, sempozyumun genel söylemi içerisinde bu uyarılar geri planda kaldı.

Dinleri, insanların, bireysel ve toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak üzere başvurdukları, insan anlayışını aşkın (ilahi), sürekli ve sistematik referans çerçeveleri olarak düşündüğümüzde bu referans çerçevelerinin yerlerini gitgide daha fazla alanda dünyevi referans çerçevelerine bırakmalarını sekülerleşme (dünyevileşme); tersini ise de-sekülerleşme (dindarlaşma) olarak tanımlamak mümkün. İnsan farklı ihtiyaçları ile çok karmaşık bir varlık olduğundan dindar/seküler kategorilerinin sınırları ise çoğu zaman pek net değil. Örneğin yakınını kaybeden bir kişi ölüm ile başa çıkabilmek için bireysel dünyasında dindarlaşırken toplumsal herhangi bir ihtiyacı için dünyevi referans çerçevelerine başvurmaya devam edebiliyor. Dolayısıyla, bir toplumdaki dindarlaşma/sekülerleşme eğilimini ortaya koyacak sosyolojik bir araştırmanın cemaat aidiyetleri, dinî ibadetlerin yerine getirilmesi, dinî cenaze töreni gibi ritüellere katılım, oy verme davranışında dinin etkisi, kader ya da ölümden sonraki yaşam hakkındaki düşünceler gibi birçok alanı kapsaması ve bu alanlara dair soruların cevaplarını dönemler/kuşaklararası karşılaştırma imkânına sahip olması gerekiyor. Halihazırda var olan çalışmaların ışığında Türkiye’de dindarlaşma eğiliminden bu kadar net şekilde bahsetmek ise mümkün değil. Hatta son dönemde sekülerleşme eğilimini ortaya koyan çalışmaların öne çıktığını görüyoruz; geçenlerde gündeme gelen deizmin tartışmaları bu bağlamda düşünülebilir. 

Hükümetin ulusal kimliğin dinî rengini güçlendiren söylem ve ritüellerine gelince; bunlar tam da toplumsal kültürel hiyerarşileri laiklik/dindarlık kamplaşması üzerinden kuran bir geleneğin ürünü, bu gelenek içinde yaşanan toplumsal iktidar mücadelesinin 2000’li yıllardaki bir görünümü.[2] Bu yüzden, özellikle “birlikte yaşam” imkânlarını arayan etik konulu bir tartışmanın bu geleneği yeniden üretip üretmediği hususunda özenli olması bence büyük önem taşıyor.

Kısaca, Türkiye’nin dindarlaştığı varsayımından hareketle, yaşandığı düşünülen ahlâki yozlaşmayı dindarlaşmaya bağlayamayız. Sempozyumda kimi zaman yapıldığı gibi “yolsuzluk” benzeri kıstaslar üzerinden bugünün Müslüman toplumlarına bakıp, buradan da dindarlığa bağlı bir “ahlâki yozluk” okuması yapmak tüm bir sosyal, ekonomik ve politik tarihsel süreci görmezden gelme riski taşıyor. Hele hele bu durumu Kur’an hükümlerine bağlamak, yine sempozyumda konuşmacı olan ilahiyat uzmanlarının vurguladığı gibi özcü bir okuma. Dinlerin birer kültürel ürün olduğunu kabul ediyorsak, var olan yorumlarının da kültürel ürünler olduğunu kabul etmemiz gerekir. Sünni, Metodist ya da Budist bir dindarı daha “ahlâklı”, bir diğerini daha “ahlâksız” kılan şeyin inandığı dinin kutsal kitabında yazanlardan çok daha karmaşık bir mesele olduğu aşikâr. “Ahlâklı” derken neyi kastettiğimiz ise meseleyi daha da karmaşık haline getiriyor. İşte etik konulu bir tartışmanın iki temel hattı olmaya layık iki güzel karmaşa…

Etik/ahlâk ile inanç ilişkisini konuşacaksak etiğin/ahlâkın ne olduğuna ve kaynaklarına dair fikir teatisine ihtiyacımız var. Etik ile ahlâk ayrımı ise biraz muğlak ve tartışmalı. Söz konusu sözcükler sempozyumda bazen birbirlerinin yerine, bazen de bir nüans vurgusu ile ayrı ayrı kullanıldılar. Aslında etimolojik bir araştırma iki sözcüğün birbirlerinin muadili olduğunu gösteriyor. Gündelik dilde iki sözcüğün kullanımını, sanırım etiğin ahlâk felsefesi anlamındaki kullanımı farklılaştırmış. Ahlâk bir kişi veya bir grubun neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair genel inançları, etik ise bireyin belli bir durumda “doğru davranmak” adına fikir yürütme biçimine şekil veren temel prensip olarak anlaşılıyor. Yani bir tarafta bir kurallar grubu olarak ahlâk sistemi, diğer tarafta her bir müstakil duruma verilecek cevabı belirlemeye yardım eden yaklaşım biçimi olarak etik var. Ben burada iki sözcüğün eşanlamlılığını kabul etmekle birlikte, söz konusu kavrayışı da göz önüne alan bir kullanım tercih edeceğim.

İnsanın (sadece insanın değil) evrim süreci içerisinde soyunu sürdürebilmek, bunun için de topluluk halinde yaşayabilmek için nasıl etik (ya da ahlâki) bir varlığa evirildiğini gösteren çalışmalar var. Örneğin empati becerisinin gelişmesi ve duygular yelpazesinin genişlemesi bu sürecin en kritik bileşenlerinden.[3] Bu unsurlarla birlikte, sembollerle düşünebilmesi insanın karmaşık ahlâk sistemleri oluşturmasını mümkün kılmış (birçok din de bir yönüyle bu çerçevede değerlendirilebilir). Bununla birlikte insanın etik (ahlâki) bir varlığa evirilmesini sağlayan şeyin de zaten ahlâk sistemlerine ihtiyaç duyması olduğu söylenebilir. Dolayısıyla etik kapasite ve ahlâk sistemleri/kuralları arasında yumurta-tavuk ilişkisine benzer bir ilişki var. İnsanın etik (ahlâki) kapasitesi olmaksızın ahlâk sistemleri var olamazdı; en evrensel gözüken etik prensipler de günün sonunda ahlâki önkabuller. Nitekim çoğu zaman etik (ahlâki) davranış ile ahlâk kuralları örtüşmekte.

Bununla birlikte egemen ahlâk sistemleri insanın etik (ahlâki) kapasitesinin gelişmesini engelleyici bir işleve de sahip olabiliyorlar. Bu nokta tam da sempozyumda vurgulanmak istenen “durağan dinî ahlâk kuralları ile ‘ahlâklı’ (ya da etik kapasitesini daha incelikli biçimde kullanabilen) bireyler yetiştirilemez” savına denk düşmekte. Buradaki asıl meselenin din olup olmadığı ise yukarıda da belirtildiği gibi, son derece tartışmalı. Sekülarist, milliyetçi, sınıfsal ahlâk sistemleri de egemen ahlâk sistemleri olarak benzer etkilere sahipler. Böylece, ahlâk sistemleri çeşitlenirken, etik (ahlâki) kapasitemiz yerinde saydıkça beraber yaşamamız gitgide güçleşiyor.

Sempozyumda “tolerans”tan, “yuvarlak masa”dan bahsedildi. Birlikte yaşamı mümkün kılacak bir etik yaklaşım özlemi etrafında dolaşıldı. Bunun din eğitimi ile sağlanamayacağı konusunda hemfikir olundu. Nasıl sağlanabileceği meselesi ise, nasıl sağlanamayacağı tartışmasına oranla galiba biraz daha fazla alanı hak ediyordu.

Kanımca sempozyum boyunca etik konusunda en kritik katkı psikanalizim çerçevesinden konuşan katılımcılardan geldi. Çok basitleştirmek pahasına kısaca aktaracak olursam; bireyin erken çocukluk döneminde ebeveynleri (ya da bakımından birincil derecede sorumlu kişi) ile kurduğu ilişkinin önemi vurgulandı. Bu ilişkide çocuğun, daha sonraki tüm deneyimlerini (dinsel deneyim de dahil) etkileyen, hayatın güvenli bir yer olduğuna dair bir ilk inanç geliştirdiğinden bahsedildi. Böylece çocuk dengeli bir bağımsızlaşma süreci içerisinde kendisine ve dış dünyaya dair sağlıklı bir algı oluşturur ve bundan sonraki karşılaşmaları bu sağlıklı algı içerisinden deneyimler.

Bu bana Arno Gruen’in Empatinin Yitimi adlı çalışmasını hatırlattı. Gruen, erken çocukluk döneminde annenin çocuğa çaresizlik deneyiminde eşlik edebilmesinin çocuğun “korkunun sadece sorunun üstesinden gelmenin bir ön aşaması olduğunu” öğrenmesini ve sağlıklı bir bağımsızlaşma diyalektiği içinde kendiliğini kurmasını sağladığını söyler. Öte yandan çaresizlik deneyimi görülmediği, tanınmadığı ya da karşılanmadığı durumlarda (çocuğun fizyolojik ve psikolojik ihtiyaçları olması gerektiği gibi karşılanmadığında) çocuk bu dehşetli deneyimle başa çıkabilmek için iç dünyasını devre dışı bırakır. Gruen çalışmasında bir adım daha ileri giderek iç dünyanın devre dışı bırakılmasının altı-yedi bin yıllık bir kültürel gelenek ile nasıl desteklendiğini anlatıyor. Sembollerle kurulu ahlâk sistemleri gelişirken bir yandan da insan gitgide dışsal bir gerçekliğe teslim oluyor ve etik kapasitesinin önemli bir bileşeni olan empati becerisini yitiriyor.[4] Gruen’nin bu çarpıcı çalışması bir paragraftan daha fazlasını hak etse de burada park edip sempozyuma dönelim.

Sempozyumun bir noktasında, biraz da karikatürize edilerek, günümüzün popüler söylemi “içe dönmek”ten bahsedildi ve birlikte yaşamın veya barışın “içe dönerek” sağlanamayacağı, “dayanışma” gerektiği belirtildi. Che (tişörtü), Kâbe (biblosu) gibi “içe dönme”nin de metalaştığı, zaman zaman anlamını yitirdiği, hatta bazen kendi cemaatini yarattığı bir gerçek. Bununla birlikte psikanalizimin sunduğu ipuçlarına da tutunarak “içe dönme”nin bu kadar hafife alınmaması gerektiğini düşünüyorum.

Göç, savaş gibi toplumsal travmaların üzerine bir de geri kalmışlık psikozu yaşayan ebeveynlerin toprakları burası. Aslında, sempozyumda da değinildiği gibi, erken çocukluk dönemi temel güven inancının oluşması için çok kritik bir dönem olsa da, insan hayatı boyunca buradan daha fazla yara almaya ya da şifalanmaya açık. Oysa hayat bizim için yetişkinlikte de hiç de güvenli bir yer değil. İnsanların inancı ya da ideolojisi yüzünden dışlandığı, bir gecede işsiz kalıp tüm haklarından mahrum bırakıldığı, en iyi ihtimalle doğduğu mahalleyi on beş sene içinde tanınmayacak halde bulduğu bir ortamda insanın bu temel güven ihtiyacının beslenmediği aşikâr. Bireyden topluma, toplumdan bireye büyüyen bir korku ve güvensizlik kısırdöngüsü içindeyiz. Korku ve güvensizlik bizi kendimizden koparmaya ve empati yeteneğimizin biraz daha körelmesine yol açıyor.

Evinde sigortasız işçi çalıştıran “solcular”, hırsızlık yapan “dindarlar”, sosyal medya yıldızı “yogiler” ahlâk sistemlerinin sınırlarını ortaya koyuyor. Araştırmalar kişilerin kendi kendilerini dahil oldukları ahlâk sistemine uygun davrandıklarını inandıracak, yani bir iç tutarlılık oluşturacak çeşitli bilişsel mekanizmalar kullandıklarını gösteriyor.[5] Belli ki birlikte yaşam için bu ahlâk sistemleri arasında seçim yapmaya değil daha gelişkin bir etik kapasiteye ihtiyacımız var (bunun da ahlâki bir seçim olduğu gerçeğini gözden kaçırmadan).

Bunun için yuvarlak masaya mahallelerimizin üyeleri olarak oturup birbirimize katlanıyormuşuz gibi yapmak yetmez. Sokakta ya da yuvarlak masanın etrafında, her karşılaşma önümüze iki seçenek sunuyor. Kafamızdaki “düşman”, “zalim”, “haksız”, “ahlâksız” imgesine bir cila daha atarak kamplarımıza, mahallelerimize çekilmekle güçlü hissetmek ve bir güven simülasyonu yaratmak; ya da “içimize dönüp” bakmak. Kendi nefretimizi, karşımızdakini etiketlerkenki şiddetimizi, bunun altında yatan korkularımızı, değerli olduğumuzu, hatta var olduğumuzu bilmeye dair çaresizliğimizi görmek ve bunları kabul etmek, diğerlerinin içinden geçtiği benzer süreçleri de tanıma imkânı bulmak ve böylece empatiye alan açmak demek.

Özetle, etik, inanç ve eğitim tartışmasına naçizane bir katkı olarak: İçe dönme pratiği, farklı ahlâk sistemlerinden karşılaşmalar ile birleştiğinde, bir etik kası antrenmanı haline gelme ve belki de en derin korkularımızda buluşarak “birlikte yaşam”a hizmet etme vaadi barındırıyor.



[2] Konuyla ilgili daha detaylı bir tartışma için bkz. Büke Koyuncu, Benim Milletim… AK Parti İktidarı ve Ulusal Kimlik, İstanbul: İletişim Yayınları, 2014; "AK Parti: Devlete Sadakat Olarak Laiklikten Devlete Sadakat Olarak Dindarlığa", Kimlik ve Din (Abdullah Özbolat & Mustafa Macit), Adana: Karahan Kitabevi, 2016. 

[3] Örnek bir çalışma için bkz. Jonathan H. Turner (2010),  “Natural  Selection  and  the  Evolution  of  Morality  in  Human Societies”, Handbook  of  the  Sociology  of  Morality (Steven Hitlin & Stephan Vaisey), New  York:  Springer.

[4] Arno Gruen, Empatinin Yitimi Kayıtsızlık Politikası Üzerine, İstanbul: Çitlembik Yayınları, 2015.

[5] Örnek bir çalışma için bkz. Jan E. Stets & Michael J. Carter, “A Theory of the Self for the Sociology of Morality”, American Sociological Review, 2012: 77(1), ss. 120-140.