Yaklaşan Haziran Seçimleri (II): Demokrasinin Geleceği ve Rejimin Dönüşümü

Yaklaşan Haziran seçimleri siyasal alanın, Nisan 2017 Anayasa Referandumu’yla hukuki olarak halihazırda kayıt altına alınmış olan dönüşümünün, fiilî sonuçları açısından da nihayetine ermesini sağlayarak, otoriter yönde rejim değişiminin hem devlet kurumları düzeyinde hem de devlet-toplum ilişkileri açısından yerleşik hale gelmesine yol açacak. Bu nedenle sürece uygun bir muhalif strateji belirleyebilmek için seçimlerin rejim dönüşümünü hangi yönlerden derinleştireceğini siyasal bir bakış açısından özellikle tartışmamız gerekiyor. Yaklaşan seçimler, seçmenin sadece önüne konulana evet ve hayır demesinden, muhalefetin tamamıyla pasifize edilmesinden, demokratik kamusal alanın sönümlendirilmesinden ve lider etrafında kenetlenmiş bir devlet-parti birlikteliğinin hayata geçirilmesinden oluşan plebisiter otoriterliğin devlet iktidarı düzeyinde kurumsallaştırılması ve bu amaçla da parlamenter demokrasinin sönümlendirilmesi açısından kritik bir role sahip; çünkü başkanlık yetkilerinin büyük bölümü seçimler sonrasında devreye girecek. Mevcut seçimleri bu gerçeği göz ardı ederek kavramak olanaklı değil. Seçimler, plebisiter sistemin başkanlık ayağının tümüyle etkin hale gelmesini sağlayarak, AKP’nin mevcut İslâmcı ve otoriter popülist projesini devlet kurumları ve toplum düzeyinde tümüyle kurumlaştırmasını olanaklı kılacak. Parti ve Erdoğan böylece, şimdiye kadar izlediği, ilk önce kurumları ele geçirmekten, sonrasında bu kurumları kendi siyasal-iktisadi amaçları doğrultusunda araçsallaştırmaktan ve son olarak da bu kurumları karakterize eden kurumsal-siyasal mantığı tümüyle yeniden biçimlendirerek, onları kendi İslâmi ve otoriter projeleri etrafında kolonize etmekten oluşan aşamaları tüm devlet düzeyinde hayata geçirme şansını kazanmış olacak.

Seçimler ve seçim ittifakları ile ilgili son yasal değişikliklerden de kolayca anlaşılacağı gibi, devlet iktidarının plebisiter otoriterlik yolunda restorasyonuna, kuvvetle muhtemel muhalefetin tasfiyesi ya da artık teatral bir role indirgenmesi eşlik edecek gibi de görünüyor. Bu nedenle seçimlerin ardından baskı politikalarında, elde edilen zaferden ya da yükselen uluslararası ve ulusal baskılardan ve süregelen ekonomik-siyasal sorunların şiddetinin artmasından kaynaklı olarak kısmi bir gevşeme olsa dahi, uzun vadede mevcut haliyle toplumsal muhalefetin pasifize edilmesi, polis merkezde olmak üzere güvenlik aygıtlarının toplum üzerinde daha da hâkim kılınması ve ifade özgürlüğünün daha da sınırlanması şimdilik kaçınılmaz gibi görünüyor. En önemlisi ise, yerleşmesi için AKP’nin uğruna mücadele ettiği sistem, önlem adı altında hayata geçirilen keyfî uygulamaların norm ve adalet temelli hukuk devletinin tamamıyla yerini almasına, başkanın sözlerinin bir talimata dönüşmesine ve yasa yapımı ile yasanın icrası arasındaki ayrımın tümüyle ortadan kalkarak, OHAL ilanına gerek olmaksızın olağanüstü hal rejiminin süreklileşmesine, daha doğru bir ifadeyle bu sürekliliğin farklı bir düzeye taşınmasına yol açacak. Zaten halihazırda bu gibi gelişmelerin sonuçlarını görüyor ve yaşıyoruz; fakat seçimlerle beraber niteliksel bir eşiğin geçileceği de ortada. Peki, bütün bu geçiş sürecini örgütlemek için seçimlere gerçekten ihtiyaç var mı? Evet var; ama seçimler bir ihtiyacın sonucu olarak değil, modern toplumda siyasetin kalbine kazınmış, ortadan kaldırılması hiç de kolay olmayan bir zorunluluğun sonucu olarak vuku buluyor ve AKP otoriterliğinin henüz bunu kesintiye uğratacak ya da bir parodiye indirgeyecek gücü de yok.

Fransız siyaset düşünürü Claude Lefort, modern toplumda iktidarın meşruiyetine kaynaklık eden sembolik boyutu anlamadığımız müddetçe modern devleti anlayamayacağımızı ileri sürmüştü. Düşünüre göre modern devlet, öncelikle iktidarın halktan kaynaklandığı gerçeği üzerine kuruludur. Yani, iktidarın meşruluğu halk üzerine temellendirilmiştir. Lefort, modern iktidar tam da halk egemenliği ilkesinin, siyasal otoriteyi uygulayanların mülk edinemeyecekleri, “işgal edilmesi mümkün olmayan boş bir mekân” imgesiyle bağlı olmasından kaynaklı olarak sembolik bir boyuta sahiptir demekteydi. Demokrasi, bir taraftan iktidarın halktan kaynaklanması prensibini içinde barındırırken, bir diğer taraftan da söz konusu bu iktidar “hiç kimsenin iktidarı” olarak ortaya çıkmaktadır, yani iktidar hiçbir millete, mezhebe ya da cinsiyete ait değildir ve ancak bu koşulla toplumda bir meşruiyete sahiptir.[1] Bu da demektir ki kimse demokrasinin bağrında yatan, onu temellendiren ve ona bir ruh vermekte olan meşruiyetin işlemesini sağlayan, söz konusu bu boş mekânı mülk edinemez. İşte her ne kadar aristokratik bir ilke olsa da seçimler, temelde bu boş mekânı herkese açık tutarak, modern toplumda hem meşruiyeti sağlar (iktidarın kimsenin mülkü olmadığı gerçeğini teminat altına alır) hem de iktidarı sınırlar (siyasal iktidarın temsil çerçevesi içerisinde işleyişinin, bu açık uzamın muhafazasına bağlı olması koşulunu siyasal alanın tüm üye ve adaylarına dayatır).

Lefort’a göre demokrasi, işte tam da bu çelişki üzerinde büyümekte ve zenginleşmektedir. Bu kaçınılamaz çelişkiyi ortadan kaldırma doğrultusunda hareket eden AKP gibi otoriter popülist siyasal partiler ise, boş olan halk imgesini ete kemiğe büründürdükleri iddiasından hareketle (Türkiye örneğinde dindar Sünni Müslüman Türk), varsaydıkları bu kimlikle kendilerinin özdeşliğini ileri sürerek, iktidarı örtük olarak kendi “mülkü” ilan etmeye başlarlar. Tam da bu iddia yoluyla, “toplum ile devlet arasındaki ayrılığı” ve “bireyler, yaşam tarzları, kanaatler ve inançlar arasındaki çeşitli ilişki tarzlarını yöneten normlar arasındaki farklılık ilkesini” de adım adım aşındırmaya başlarlar. Aslında bunu yapmakla, “siyasetin düzeni” ile “hukukun düzeni” ve “bilginin düzeni” arasındaki farklılık ilkesini ortadan kaldırılmaya ve kendi siyasal projelerine göre biçimlendirdikleri siyasi aklı her yere ve herkese dayatmaya girişirler.[2] Bir süredir, milli iradenin temsili lafzı altında AKP’nin yapmaya çalıştığı işte tam da bu. Fakat seçimler bu süreçte, sadece çoğunluğun temsil edildiği iddiasını teyit ettiği için değil, yukarıda değindiğimiz meşruiyetin temel dayanağı olduğu için de kolayca terk edilemiyor. Fakat terk edilememesi, seçim süreçlerinin manipüle edilmeyeceği ve yahut seçim yoluyla çoğunluk yaratma işleminden vazgeçileceği anlamına da gelmiyor.   

Bu bağlamda seçimlerin sonucu belirli olmasa da 7 Haziran seçimleri sonrası izlediği tutumdan ve son anayasa referandumu sürecindeki yapılan müdahalelerden hareketle, AKP’nin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başarılı ve başarısızlık ihtimalinde izleyeceği stratejilere dair de bazı kestirimlerde bulunmak mümkün. Fakat şu açık ki bu stratejilerin belkemiğini siyasal iktidara ulaşmada eşit şans prensibini aşındırmak ya da askıya almak oluşturuyor. Türkiye’de, özellikle HDP söz konusu olduğunda, ama diğer tüm muhalefet partiler için de geçerli olmak üzere, siyasal iktidarı elde etmede eşit şansın artık var olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Muhalif partiler sadece AKP’ye karşı değil, bir bütün olarak devlete karşı rekabet ediyorlar. Aslında siyasal iktidarı elde etmede eşit şansa yapılan bu müdahalenin, seçim adaleti meselesinin çok daha ötesinde, siyasal iktidarın adaleti ve meşruiyeti ile ilgili daha temel bir boyuta sahip olduğunu unutmamalıyız. Carl Schmitt’in belirttiği gibi, parlamenter demokraside yasallığın ve maddi adaletin temel dayanağı seçimler yoluyla çoğunluğu elde etmeye dair eşit şansın olmasıdır; çünkü gene Schmitt’in ortaya koyduğu gibi eşit şansın olmadığı bir durumda, “çoğunluk aritmetiğinden çıkarılan kanunilik kavramı da her tür adaletin saygısızca alaya alınması olmakla kalmaz, bunun ötesinde çoğunluğun ilk kez elde edilmesi anında sistemin kendi sonunu da getirmiş olur, zira ilk çoğunluk hemen kendini yasal biçimde daimî iktidar olarak inşa edebilecektir”.[3] Bu durumda yargının tarafsız kalarak bu sürece müdahale etmesi de beklenemez, çünkü yasama organının %51’ine hükmeden ve yasanın icrasını da elinde tutan bir parti, tıpkı bugün Türkiye’de olduğu gibi, er ya da geç mahkeme kararlarını da dikte etmeye başlar. Bu şansın ortadan kalkması, kanuniliğin elinden “ona ait her türlü ikna kuvvetini” alarak, çoğunluğun temsilcisi olduğu iddiasında olan belirli bir çevrenin, siyaseti, iktidarı elde tutmanın ödüllerini sürekli kılmak için saf bir güç mücadelesine dönüştürmesiyle sonuçlanır.

Daha önemlisi, çoğunluğu elinde tutan parti, gene Türkiye örneğinde olduğu gibi ne yaparsa yapsın haksız olmaz; çünkü yasallığın, haklı ve haksız olanın ölçütlerini kendisi belirlemeye başlar ve yasallık ve yasadışılık üzerinde gönlünce tasarrufta bulunarak, geriye kalan %49’u “yasal yollardan” kolayca yasadışı ilan eder. Schmitt’e göre bu tür bir sürecin önündeki en önemli engel, “siyasal iktidarı kazanmaya dair eşit şanstır”. Aksi durumda, “yürürlükteki kanunun yürürlüğünün sağlanması tekeli (iktidardaki partiye -Z.Y.), devletin iktidar araçlarının yasal sahipliğini ve bununla beraber normların saf “yürürlüğünü” aşan bir siyasal kuvveti bahşeder. Hakim parti, yasallığın bu türünün hakim olduğu bir devlette yasal iktidar araçlarının pür sahipliğini beraberinde getiren üstünlüğün tamamını elinde bulundurur. Çoğunluk ansızın parti olmaktan çıkar, devletin bizzat ta kendisi olur.[4] Schmitt’in açıklamaları bir bakıma, çoğunluğun temsili adına AKP’nin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendini adım adım devletle özdeşleştirmesi sürecini incelikle aydınlatıyor. Türkiye’de bugün artık, AKP tarafından kendisinin çoğunluğu temsil ettiği iddiasının meşruiyet zeminini sağladığı için benimsenen, çoğunluğun “belirlenmesi” işinin pür aritmetiğe indirgenmesi aşamasından, kuralların seçim sürecinde sürekli değiştirilerek çoğunluğu belirleme süreçlerine müdahale ve dolayısıyla da parlamenter sistemin temelini oluşturan maddi adalet ilkesinin tümüyle askıya alınması aşamasına geçiyoruz.

İktidar sahipliğinin ödülü ile iktidarı kazanmada eşit şansın tanınması arasındaki karşıtlık gün geçtikçe artarken, AKP ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, parlamenter yasama devletinin maddi adaletini askıya almak suretiyle kendi yönetimini güvence altına alıyor. Bu süreçte siyasal iktidar kendi “çoğunluk” görüşünün dışına düşen herkesi kolayca yasadışı ilan ediyor, iktidar taraftarları mecliste çoğunluğu elde etmek için verilen mücadeleyi savaş mantığı etrafında bir bekâ/hayatta kalma meselesi olarak sunuyor ve iktidar partisi bizzat OHAL’den faydalanarak muhaliflerin siyasal faaliyet imkânlarını ve başvuracağı siyasal eylem biçimlerini, yasal ve yasal olmayan yollardan sürekli sınırlandırıyor. Bir anlamda iktidar partisi, karşıt partilerin iktidarı yasal yoldan elde etmesi olasılığına karşı, elindeki “yasal iktidarı, kendini iktidar sahipliğinde sağlamlaştırmak ve kapıyı arkadan kilitlemek, yani yasal yoldan kanunilik prensibini ortadan kaldırmak için” kullanıyor.[5] Tıpkı son anayasa referandumunda yapıldığı gibi, seçim sistemine ve iktidarı elde etmeye yönelik eşit şans prensibine yapılan bu tür müdahaleler, aslında beraberinde adım adım Türkiye’de parlamenter sisteminin meşruluğunun çöküşünü de getiriyor. 7 Haziran seçimleri sonrası cumhurbaşkanının kaideleri terk ederek yeniden seçim startını vermesi ve sonrasında ülkenin, yürütücü aktörlerine ve motivasyonlarına bir türlü tam olarak vâkıf olamadığımız bir şiddet sarmalına sürüklenmesi, anayasa referandumu sonrası mükerrer oyların sayılması, bizlere Haziran seçimlerinde de partinin kaybetme ihtimalinin belirginleşmesi karşısında olası hangi senaryoları takip edeceğine dair bir fikir veriyor aslında. Bu anlamda sadece seçim sonuçlarına yönelik sınırlı müdahalelerin değil de tüm sistemin meşruluğunun kökten sarsılması olasılığı ile de baş başa kalmamız kuvvetle muhtemel. Peki böyle bir durum karşısında muhalefet ne kadar hazırlıklı? Buna uygun uzun erimli bir muhalefet stratejisi nasıl geliştirilebiliriz? Bu sorulara hazırlanmak ve devletin topyekûn meşruiyet krizi haline dönüşecek olan bu süreçten demokrasi doğrultusunda çıkabilmek için, uzun vadeli hedefleri ve kapsamlı bir demokrasi ve cumhuriyet projesine sahip bir muhalefeti örgütlemenin koşulları üzerine, daha fazla vakit kaybetmeden düşünmeye başlamalıyız.



[1] Bkz. Claude Lefort, “The Logic of Totalitarianism”, The Political Forms of Modern Society içinde, John B. Thompson (çev.), Massachusetts: MIT Press, 1986, s. 279.

[2] A.g.m., 280.

[3] Carl Schmitt, Kanunilik ve Meşruiyet, M. Cemil Ozansü (çev.), İthaki, İstanbul, 2016, s. 33.

[4] A.g.e., s. 37.

[5] A.g.e., s. 40