Direnişi Hatırlamak (II): Çıplak Hayatların En Çıplağı

Evvel zamanda, Yüksel Karakolu ve daha birçok şey henüz ortada yokken, Yüksel Caddesi’nde tek başına durma alışkanlığı olan bir başka kadın vardı. Bu kadın banklardan birinde oturur, şaşırtıcı bir derinliğe sahip tunçtan gözleriyle dinler gibi sağında oturan insana bakardı. Onun baktığı tarafa oturan insan o yokmuş gibi davranamazdı. Bakışlarına cevap vermek zorunda hissederdiniz. Bir şeyler duymak için başını eğmiş, sanki sizden gelecek bir sözü bekleyen bu yaşlı kadına bir karşılık vermez, mesela en azından ona gülümsemez ya da kolunuzu onun omzuna atmazsanız o bankta uzun süre oturmanız mümkün olmazdı. Yaşlı teyzenin sessiz, eylemsiz, durağan varlığına kayıtsız kalınamazdı.

Bu yaşlı kadın heykeli, Ankara Gökçekgrad olmazdan evvel Yüksel Caddesi’ne yerleştirilen çok sayıda heykelden biriydi. Şimdi bu heykellerden geriye yalnızca ayakta duran bir sarhoş, bir de şimdi gözaltında olan İnsan Hakları Anıtı kalmış vaziyette. Yukarıda sözü geçen yaşlı teyze bir gece ansızın, sessiz sedasız ve kimse görmeden alınıp götürüldü. Herkes tarafından tanındığı halde birden ortadan kayboluşuna kimsenin ses çıkaramadığı, yokluğuna zamanla alışılan birçok bedenden ne ilki, ne de sonuncusuydu.

Şimdi bu teyzeyi hatırlamak istediğimizde onun oturduğu bankın hangisi olduğunu, tuncun rengini, hatta gözlerindeki bakışı hatırlamanın yeterli gelmediğini fark ederiz. Bu heykelin hatırası ancak onun karşısındaki kendi varlığımızın hatırasıyla kurulabilir. Geçmişin içinde biz de varızdır. Yaşlı teyze heykelinin hatırası bir gece vakti sarhoş halde ona sarılan insanların hatırasıdır, alışverişten dönerken dinlenmek için boş bulduğu banka oturuveren bir insanın hissettiği tuhaf rahatsızlığının hatırasıdır. Oradan her geçişimizde ona selam verme isteği duyduğumuzun, bazı geceler onu sokakta tek başına bıraktığımız için üzüldüğümüzün hatırasıdır. Bir gün Yüksel Caddesi’nden geçerken onu arayan gözlerin onu orada bulamayışının hatırasıdır. Heykelin hatırası aynı zamanda onun yokluğunun hatırasıdır: bu yokluğun hissettirdiği belli belirsiz tedirginliğin, bir gün hepimizin ait olduğumuz bu hikâyeden öylece silinip atılabileceğimize dair hiç de temelsiz olmayan o korkunun hatırası.

Yüksel Caddesi’nde tek başına ve diğerleriyle beraber duran diğer kadının, Nuriye Gülmen’in eylemi de bu şekilde hatırlanmalıdır: bu eylemin karşısında bizim ne yaptığımızı, ne hissettiğimizi, ne düşündüğümüzü, bir başkasının varlığını bizim nasıl yaşadığımızı hatırlayarak.

Bu eylemi nasıl anlamlandırdığımızı hatırlayalım. Bu bir onur direnişiydi. Açlığa mahkûm edilen insanlar açlığı siyasallaştırıyorlardı. Bunu hepimiz adına yapıyorlardı, bizim yapmamız gereken ise onların yanında olmak, “açlığa ses vermek” idi. Açlık grevi birbirine dokunan üç kavram üzerinden anlamlandırıldı: onur, temsil ve çıplak hayat.

Yaygın değerlendirmelerden ilki şuydu: Kimsenin diren(e)mediği bir ortamda birileri hepimiz için direniyordu. Onursuz bir yaşamı kabul etmeyenler, direnecek başka bir yol kalmadığı için ellerinde ne varsa onu –kendi bedenlerini– ortaya koyuyor, tam teçhizatlı devlet aygıtının karşısına bedenlerinden başka hiçbir şeye tutunmadan çıkıyorlardı. OHAL KHK’larıyla ihraç edilmeleri zaten onları sivil ölü konumuna sokmuş, normal insanlara verilen hakları ve güvenceleri onlardan çekip alarak onları birer “kutsal insan” haline getirmişti. Agamben tarafından çağdaş siyasal düşüncenin tasarrufuna sunulan homo sacer kavramına atıf yapan bu iddiaya göre OHAL KHK’ları insanları siyasal-hukuki varlıktan, bir insanı insan yapan tüm medeni hak ve özelliklerden sıyırıyor ve onları “çıplak hayata”, yani biyolojik süreçlerden ibaret birer bedene indirgiyordu.[1] Bu şekilde davranan iktidarın amacı yalnızca belli kişileri cezalandırmak değil, tüm yurttaşlara gözdağı vermekti.

Eyleme destek veren ve Agamben fikriyatına aşina olan pek çok kişiye göre, Nuriye ve Semih’in yaptıkları şey tam da bu gözdağını reddetmek idi: kendi bedenlerinde, hepimiz adına. Çıplak hayat konumuna itilmiş birçok insanın arasında yalnızca onlar iktidarın onlara sunduğu hayatı –Semih Özakça’nın ifadesiyle, “ağaç kökü yiyerek” hayatta kalma hakkını[2]– reddediyor, içine atıldıkları konumu bir direniş sahası haline getiriyorlardı. Tutukluluğu sona erdikten hemen sonra, açlık grevi henüz devam ederken verdiği 10 Aralık 2017 tarihli röportajda Nuriye Gülmen şöyle diyordu: “Benliğime, kendime olan saygıma çok değer verdiğim için, AKP’ye bana bunu yapamayacağını söylüyorum. ... Onur meselesi buradan kuruluyor aslında.”[3]

Aslında burada Nuriye Gülmen’in anlatmak istediği şey, kendisinin özellikle değerli biri olduğu değildir. Kendisinin de herkes gibi olduğunu, direnmek için insanın özel bir yetiye sahip olması gerekmediğini anlatmak ister. Oysa tam da buradan ortaya çıkan bambaşka bir iddia olmuştur. Buna göre Nuriye ve Semih bizden farklıdırlar, çünkü onurlarını kurtarmak için en uzağa gidebilen onlardır. Benzer güçte bir direniş gösteremeyen bizlerden farklı olarak onlar, onurlu bir yaşam uğruna yaşam olarak bilinen her şeyi riske atabilmişlerdir. Fakat Nuriye ve Semih yalnızca kendi onurları için değil, hepimizin onuru için direnmektedir. İnsan hayatlarını çıplak hayata indirgeyen iktidar bu eylemiyle aslında bütün toplumu hedef aldığı için, iktidarın eylemine karşı direnen bu insanlar hepimiz adına direnmektedirler.

Burada ilginç bir şey olur: Onur utanca dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Nuriye ve Semih’in onuru kurtulmaktadır ama bizim onurumuzun da onlarınkiyle beraber kurtulup kurtulamayacağı net değildir. Bir yazara göre bizler (yazar burada muhtemelen Agamben kavramlarını cümle içinde kullanabilen ancak kendi onuru için mücadele etmeyi bilmeyen “bizler”i kast etmektedir) düşünüp taşınır ve ne yapacağımıza karar veremezken, onlar bizim “aydın sorumsuzluğumuzu yüzümüze vurmakta” ve utanmamızı sağlamaktadırlar.[4] Bu onurun bizim utanç kaynağımız haline gelmemesi için yapmamız gereken şey üzerimize düşen sorumluluğu almak, korunaklı odalarımızda sinmeyi bırakmak, direnişçilerle beraber olmaktır. Kendi onurumuzu kurtarmak için harekete geçmemiz gereklidir.

Onur, utanç ve seferberlik arasında bir bağlantı vardır. Bu bağlantıyı aynı netlikte ortaya koymamakla beraber Nuriye Gülmen de birçok açıklamasında benzer şeyler ifade eder. Açlık grevi sona erdikten sonra Express’e verdiği röportajda şu sözleri kullanır örneğin: “Açlığın gücü buradaydı. İnsanları harekete geçirmesinde.”[5]

Ama insanları harekete geçiren gerçekten de açlığın gücü müdür? Yalnızca 15 Temmuz sonrası dönemde gerçekleştirilen açlık grevlerine baktığımızda dahi, bu eylemlere verilen tepkilerin birbirinden çok farklı olduğunu görürüz. İzmir’de işini geri istediği için altı ay boyunca açlık grevi yapmış ve sonunda işine iade edilmiş olan işçi Mahir Kılıç’ın eylemi örneğin, Nuriye ve Semih’in eyleminin aksine kitleleri alanlara toplamamış, ünlülerden destek görmemiştir. 2018 yılı başlarında cezaevinde ölüm orucuna başlayan ve bu eylemi yaklaşık bir ay sürdüren trans mahkûm Diren Coşkun’un açlığı ise kamuoyunda hemen hemen hiç karşılık bulmamıştır. Açlık grevi bir onur direnişiyse eğer, bazı onur direnişleri “halkı” seferber ederken bazı onur direnişlerinin kimsenin umurunda olmaması nasıl açıklanabilir?

Semih Özakça’nın bir eğitimci olarak nasıl yetiştirildiğini ve ne zorluklardan geçtiğini uzun uzun anlattığı, yukarıda referans verdiğimiz açlık grevi açıklamasında ya da Nuriye Gülmen’in yine yukarıda değindiğimiz röportajında bu sorunun cevabı belki de mevcuttur. Kendileri ve başkaları tarafından yapılan pek çok açıklamada Nuriye ve Semih iki okumuş insan, iki eğitimci olarak çerçevelenir. Bu insanların bugünkü konumlarının nasıl bir haksızlık olduğunu önceki konumlarıyla karşılaştırmalı olarak hissetmemiz beklenir. KHK’yla haksız bir biçimde işten çıkarılmış olmaları büyük bir haksızlıktır, çünkü onlar o işler için büyük emekler harcamıştır. Onlar bu konumda olmayı hak etmezler.

Hepimiz biliriz ki halkımız her açlığa ses vermez. “Halkımız”ın desteği kalifiyedir, herhangi bir özelliği ya da toplumsal statüsü olmayan insanların açlığına aynı tepki verilmeyecektir. Bir belediye işçisinin açlık grevi çok ses getirmez. Travestilerin açlıkları ise hiç ama hiç umurumuzda değildir. Halkımız –ya da biz, zira burada kendimizden bahsediyor olabiliriz– başka tür açlıklara da çok ses çıkarmayız. KHK’ya uğramaksızın benzer konumda olan insanları pek görmeyiz. Birkaç kuruş için bize çiçek ya da mendil satmaya çalışan ve yine de kendileriyle pazarlık ettiğimiz, yol kenarlarında dilenen ya da bedenini satan, en pis ve en yıpratıcı işlerde çalışmak zorunda olan, KHK’larla işten çıkarılıp haklarını kaybetmemiş çünkü o haklara hiçbir zaman sahip olmamış olan insanların durumu pek ilgimizi çekmez. Bizim tepkimizi doğuran şey zaten dövülmeye alışkın olan ve hayatı boyunca ezilmiş bir kişinin açlığı değildir. Eğitimli, saygın, haklara sahip olmuş; ancak sahip oldukları elinden alınmış bir insanın açlığına tepki veririz.

Açlığa ses vererek bir utançtan kurtulmaya çalışırken bir başka utanca savrulmuşuzdur belki ama farkında olmayız. Ne de olsa şimdi oturup düşünme zamanı değil, harekete geçme zamanıdır.

***

Gösteri toplumunda çıplak hayatlar bile eşit değildir. Esmer bir travestinin ya da bir temizlik işçisinin hayatı, topluma fayda sağlaması beklenen bir akademisyenin hayatıyla yalnızca idealde aynı değere sahiptir. Semih Özakça ve “9 Kasım 2016 tarihinde direnişi başlatan”[6] Nuriye Gülmen’in çeşitli açıklamalarında eğitimleri için edilen emeği vurgulamaları bu açıdan isabetli görünüyor. Ancak bu durum bile Yüksel Direnişi’nin diğer açlık grevlerine göre daha büyük bir tepki yaratmış olmasını açıklamıyor. Zira Yüksel Direnişi çerçevesinde yapılan açlık grevinin başından beri aynı tepkiyi doğurmadığını, açlık grevinin bir noktasında ortaya çıkan toplumsal tepkinin grev boyunca devam etmediğini biliyoruz. Öyleyse tekrar sormak gerekiyor: İnsanları harekete geçiren neydi?

9 Mart 2017’de Nuriye ve Semih’in eylemlerini süresiz açlık grevine çevirmeleri Yüksel Direnişi’nin gidişatını hemen değiştirmemiş, kamuoyunun ilgisini ilk anda çekmemişti. Açlık grevinin ilk haftaları boyunca bu haberin Ankara içerisinde yayılması bile zaman aldı. Eylemin doğrudan temsil ettiği –söylenen– eğitimcilerin ve akademisyenlerin eylemi çok sıkı sahiplenmediği bilinen bir durum. Açlık grevine verilen toplumsal tepki özellikle açlık grevinde kritik eşik olduğu söylenen dönemde zirveye ulaştıysa da daha sonraları, özellikle de Nuriye ve Semih gözaltına alındıktan sonra giderek azaldı. Eylemin ilerleyen dönemleri için ise hafif bir tabirle şu söylenebilir: Açlığa verilen tepki, eylemin süresi ve uzayan sürenin direnişçiler için yarattığı tehlikeyle doğru orantılı olmamıştır.[7]

2018 baharında Yüksel Direnişi neredeyse tamamen unutulmuş vaziyetteyken onu kamuoyuna yeniden hatırlatanın ne olduğunu hatırlamak, insanları harekete geçiren şeyin ne olduğunu tespit etmemize belki yardımcı olabilir. Perihan Pulat’ı hatırlayalım: 70’lerinde bir kadının ve bir “Yüksel Direnişçisi’nin” 1 Mayıs eylemleri sırasında polis tarafından dövülmesi, Yüksel’i gözümüzün önüne yeniden getirdi.

Yaşlı kadınların dövülmesi canımızı yakar. Veli Saçılık’ın annesinin dövülmesi de benzer bir can yakıcı momenttir. Tepkiyi yaratan şeyin şiddetin ya da acının kendisi değil, görüntüsü olduğunu not etmek gerekir. Tıpkı Nuriye’nin kritik eşik döneminde dikkatlerin Yüksel’e çevrilmesine sebep olduğunu düşündüğü şu video gibi.[8]

Yine de her şiddet ya da acı görüntüsünün infial yarattığını söyleyemeyiz. Bir şiddet imgesinde şiddet gören tarafla özdeşleşebileceğimiz gibi şiddeti uygulayan tarafla özdeşleşmek de, uygulanan şiddeti haklı çıkarmak da mümkündür. Ancak Yüksel Direnişi’nden gelen görüntüler savaş görüntüleri gibidir –tam teçhizatlı robocop’lara karşı tepeden tırnağa silahsız insanlar. Onlardan şiddet gören ya da şiddeti kendilerine yönelten ve hepimiz adına acı çeken insanlar. Onlarla özdeşleşiriz, çünkü biz de devlet karşısında kendimizi o güçsüzlükte hissetmekteyizdir. Devlet karşısındaki güçsüzlüğümüz Yüksel Caddesi üzerinde tekrar tekrar, farklı şekillerde ortaya konur.

Polis saldırısına tek koluyla karşı koymaya çalışan bir adam, onun yerlerde sürüklenen annesi, açlıktan erimiş ve kimseye saldıramaz hale gelmiş eylemciler, polis tarafından dövülen bir başka yaşlı kadın. İktidar karşısında hissettiğimiz güçsüzlük, savunmasızlık bu imgelerde kristalleşir. Kendilerine saldıran iktidara karşı saldırıda bulunmak şöyle dursun, kendini saldırıya açan ve bu saldırıya açık konumlarını bir eylem sahası haline getiren insanlar bize kendi güçsüzlüğümüzü hatırlatır. Her yeni imge yeni bir haberdir: “Bize bunu da yaptılar, bunu da yapabiliyorlar.”

Çıplak hayat –bu kavramın bu bağlamda herhangi bir anlamı varsa eğer– Yüksel direnişçilerinin direnişe girerken sahip oldukları bir hal olmaktan ziyade direniş içerisinde ortaya çıkan bir haldir. Sözlerle ve imgelerle, Yüksel Direnişi kendini bir masumlar direnişi olarak inşa eder. Direnişçiler çıplak hayat konumundan hareket etmekle kalmaz. Hareket ettikçe çıplaklaşır, çıplak hayatların en çıplağına dönüşürler. Biyolojik varlığa indirgenmiş bir hayattan beklenebilecek kendini savunma refleksini bile göstermezler. Masum, silahsız ve yalnızdırlar. Ayrıca, kesinlikle örgütsüzdürler.

Yüksel Direnişi’nin bir örgüt yapısına yaslanıyor olup olmadığı sıkça tartışılmıştır. Bu soru kendi başına önemsiz bir soru olmamakla beraber, bu çalışmada yürütülen tartışma açısından önemli değildir. Önemli olan şudur: Yüksel Direnişi’ni destekleyen söylemler örgütlülüğün meşru bir siyasal davranış olduğunu ifade etmekten her zaman kaçınmıştır. Örgütlülüğün suç kabul edildiği, polise kimlik sormanın hadsizlik olarak görüldüğü bir dönemde sokakta var olabilmek için ihtiyaç duyulan meşruiyet; sokakta direnen insanların mükemmelen masum, örgütsüz ve kendilerinden başka herkes için zararsız oldukları fikrine dayanarak sağlanabilmiştir. Ancak bunun bedeli, örgütlü insanın suçlu insan olduğu yönündeki yaygın kabulün Yüksel Direnişi tarafından yeniden üretilmesi olmuştur.

Bu durum Yüksel Direnişi’nde gözlemlenen birçok gariplikten sadece biridir. Çıplak hayat konumuna itilmeye direnen insanlar, iktidarın bu eylemini boşa düşürmek için direnirken iyice çıplaklaşırlar. Açlıktan ve saldırılardan kollarını kaldıramayacak kadar yorgun düşmüşlerdir. Silahsız, örgütsüz, bağlantısız, işsiz, hırssızdırlar. Sahip oldukları tek şey onurlarıdır. Bizim onurumuz ise utanca dönüşür. Kaybedecek çok şeyimiz vardır, sahip olduğumuz tek şey onurumuz değildir. Yüksel Caddesi’nden gelen haber ise bize şunu söylemektedir: Direnmek, insanın onuru dışında her şeyden vazgeçmesini gerektirir.



[1] Bu fikri Yüksel Direnişi ile ilgili olarak dile getiren iki yazı için bakınız: Emrah Serbes, “’Ben buradayım sevgili halkım, sen neredesin acaba”, BirGün, 11 Haziran 2017, erişim tarihi: 4 Haziran 2018. URL: https://www.birgun.net/haber-detay/ben-buradayim-sevgili-halkim-sen-neredesin-acaba-163994.html ve Emek Yıldırım, “Egemen, Şiddet ve Ölüm”, Birikim Güncel, 15 Mayıs 2017, erişim tarihi: 1 Haziran 2018. URL: http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/8326/egemen-siddet-ve-olum#.WxByBGaB3eQ

[3] Gazete Duvar, 12 Aralık 2017, “Nuriye Gülmen: 10 yıl sonra nerede olacağımı çok merak ediyorum”, erişim tarihi: 1 Haziran 2018. URL: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/12/10/nuriye-gulmen-10-yil-sonra-nerede-olacagimi-cok-merak-ediyorum/

[4] Engin Sustam, “Açlık Grevleri ve direnen neşe!”, Artıgerçek, 12 Mayıs 2017, erişim tarihi: 1 Haziran 2018. URL:  https://www.artigercek.com/aclik-grevleri-ve-direnen-nese

[5] İrfan Aktan, “Nuriye Gülmen: Mücadeleye Devam”, Express, sayı 161, Mart 2018.

[6] Yüksel Direnişi’nin auteur’ü olarak Nuriye Gülmen’e ayrıcalıklı bir konum atfeden ve birçok kez birçok yerde tekrar edilen bu ifade, Yüksel Direnişi’nin en görünür isimlerinden biri olan Veli Saçılık’ın Yüksel Direnişi’nden “ayrılmış” olduğunu beyan eden 13 Mayıs 2018 tarihli açıklamadan alıntıdır.

[7] Yüksel Direnişi’nin kamuoyunda ne zaman ve ne kadar tepki uyandırdığı çeşitli yöntemlerle ölçülebilir. Bu çalışma için yapılan araştırma çerçevesinde sosyal medyada yapılan paylaşımların hacmine bakmak uygun görülmüştür. 2016 yılının Kasım ayından 2017 yılının Aralık ayına kadar Yüksel Direnişi’ne referans veren hashtag’leri takip ederek yaptığımız sosyal medya taramasında, bazı dönemlerde sosyal medyadaki paylaşım hacminin özellikle arttığını, buna karşılık ciddi bir paylaşım hacminin olmadığı uzun süreler olduğunu gözlemledik. Bu taramada, sosyal medyada Yüksel Direnişi ile ilgili paylaşımların hacminin açlık grevinin ikinci ayı içerisinde dahi düşük seyrettiği; ancak özellikle 8 Mayıs 2017’den itibaren paylaşımlarda bir artış yaşandığı ve bu yüksek paylaşım hacminin 25 Mayıs 2017’ye kadar sürdüğü görülüyor. Mayıs 2017 sonundan itibaren paylaşım hacminde düşüş olsa da belirli bazı tarihlerde –örneğin Nuriye Gülmen’in tutuklandıktan sonra cezaevinden yazdığı mektubun sosyal medyada paylaşıldığı 16 Haziran 2017 tarihinde veya tutuklanmalarına sebep olan davanın ilk duruşmasının yapıldığı 14 Eylül 2017 tarihinde– paylaşım hacminde belirgin bir artış gözlemleniyor. Buna karşılık, özellikle Kasım 2017 sonlarından itibaren sosyal medyada Yüksel Direnişi’nden daha az bahsedildiği söylenebilir. Bu tarama öznel gözlemlerin nesnel veriyle sınanması amacıyla sınırlı bir ölçekte yapılmıştır ve daha kapsamlı bir araştırma ile teyit edilmesi faydalı olacaktır. Bu konuda bana yardımcı olan Onur Mat’a ve Genel İzleyici’ye teşekkür ederim.

[8] Gazete Duvar, 12 Aralık 2017, “Nuriye Gülmen: 10 yıl sonra nerede olacağımı çok merak ediyorum”, erişim tarihi: 1 Haziran 2018. URL: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/12/10/nuriye-gulmen-10-yil-sonra-nerede-olacagimi-cok-merak-ediyorum/