Şeytanlaşmadan...

1920 senesinde, işgal döneminde, Burdur mebusu İsmail Subhi Bey’in Meclis kürsüsünde direniş için gerekli azim ve kararlılığı göstereceklerinden bahsederken sarf ettiği “bunun için biz Bolşevik olacağız, şeytan olacağız, icap ederse Çinli olacağız ve illa yaşayacağız;” cümlesi dönem vekilleri tarafından coşkuyla karşılanır. Buradaki kötülük varsayımlarının güzergâhı, döneminin zihin yapısı hakkında bizi bilgilendirir; üstelik bunu gerçekleştirirken tebessüm ettirmeyi de ihmal etmez(!)

Ne var ki, şu noktada bahsetmek istediğim, bu ifadede ilginç olanın ilgili kişinin kendince aykırı olan kimlik ve tutumları sahiplenerek de olsa “yaşama” iradesini mutlak suretle gösterme arzusudur. Burada sadece yoğun siyasi bir pragmatizmden değil, aynı zamanda yaşamı, yani varoluşu; onun ne’liği değiştirilse bile esas kabul eden retorik bir yankıdan bahsedebiliriz; muhtemelen Meclis sıralarındaki alkış da bu sebepledir. Dahası bu değişimin, zorla değil, kişisel irade ile, tercihle gerçekleştirilebileceği vurgusu anlamı kuvvetlendirir. Nihayetinde işgalciler de yerel unsurların şu ya da bu şekilde değişimini talep ederler; oysa bunu baskı ve zorla değil, hür iradeyle (ve elbette yoğun faydacı ihtiyaçlarla) gerçekleştirmek ve nihayet zor aygıtını alt etmek daha önemlidir artık. Böylesi koşullarda toplumsal geçirgenlikler artar, biçim değiştirmeler, savrulmalar ve yeniden tanımlanmalar olağanlaşır: Subhi Bey’in bu noktadan sonra Bursa’nın işgalinde dönemin İstanbul hükumetini suçlamaya geçmesi son derece normaldir; zira ona göre “asıl fecaat”, İstanbul hükumetinin desteği ile “Osmanlı bayrağı önde olarak Bursa'ya giriliyor" olmasıdır. Konuşma işgal sırasında yaşananları betimlerken Türklüğü de yeniden, kuşkusuz tarihselleştirerek inşa eder ve son bulur. 

Bugün cumhurbaşkanlığı makamı ve AKP iktidarının topyekûn baskısı karşısında muhalefetlerin kendi kimliklerini silikleştirme yoluyla ortaklaşmaya çalıştıkları zemin, yukarıdaki ruh haliyle benzeşiyor. Yaşama imkânının tanınmaması karşısında nefes alma talebi, onları kendi benzemezleriyle yan yana getirmenin ötesinde, en azından bir süre için bu farklıları da paranteze alabiliyor; herkes “Çinli olmaya” razı gibi. Sonuçta AKP’nin yatay eksende toplumsal kutuplaşmayı kuvvetlendirerek izlediği çıkarcı yolu tıkayan bir direnç bu, önemsemek ve dikkatle takip etmek gerek. Dahası da var: İktisadi tıkanma, siyasi iradeye endeksli olan sermayenin müstakil endişelerini kuvvetlendiriyor; o irade ki elinden gelse sermayenin serbest dolaşımına sanki izin vermeyecek! Sermayedarların, AKP politikalarına merbut hale getirilmesiyle ipotek altına alınmış artan kâr oranları düştü düşecek gibi gözüküyor; küresel ölçekte ise borç çevriminin idaresinde zorluk çekileceğine dair emareler var.

Bu noktada bir dizi sorun açığa çıkmakta, ama öncelikle çok kısa bir retrospektife ihtiyacımız var: 9 Haziran 2015'te Birikim için yazdığım yazıda Erdoğan "Hükümet krizini, politik karşı-devrim için kullanmaya çalışacak," demiştim. Politik karşı-devrimi ise “HDP’nin meşru yasal siyaset zemininin daraltılması ve marjinalize edilerek ‘kabul edilebilir’ siyasetin dışına atılması ile başlayacak bir süreç” olarak tanımlamıştım. Bunun için kendisinin, “(çok ister görünmesine rağmen) iktidardan kaçması ve ülkeyi erken seçime götürerek komplocu siyasete zemin hazırlaması” gerekiyordu. Nitekim 20 Ocak 2016’da yine Birikim’e ne yazık ki şu satırları yazmak durumunda kaldım:

“Kürtlere ve demokratik toplumsal muhalefete yönelik reaksiyonun gerek tabandan gerekse idari ve bürokratik birimler üzerinden inşa edilen kökten-milliyetçi/muhafazakâr bir ittifak ile örgütlenmesi ‘kesintisiz ve sürekli rejim krizi’ni yıkıcı yolla aşmanın da bir aracı haline gelmiş durumda. ‘Hamasi bir söylem ile bütünleşmiş hukuksuz bir keyfiyet, çağdışı bir iltizam ve günlük yaşamda sansür ve baskı’ demek olan yeni düzenin sürdürülebilir olmadığı gerçeği karşısında tertip edilmek istenen şey ise aslında ertelenmiş bir çöküşten ibaret.”

O yazıda ulaştığım sonuç, “mevcut iktidar kliğinin kendini toplumsal olarak muktedir kılabilmesi için politik-karşıdevrimi sürdürmesi” gerektiği idi: “Bunun için ‘kendini ve kendi-değilini’ her daim yeniden ve yeniden örgütlemek durumunda[ydı]. İki taraf için de berdevam bir konsolidasyonun sağlanması bu örgütlenme sürecinin ilk adımı[ydı]. Konsolidasyonun ise üç ayağı var[dı]: Liderlik/Öndelik, Program/Süreç, Örgüt/Kurum.”

Yazı bu üç ayağı açımlayarak ilerliyordu. O zamandan bugüne değin, bu konsolidasyonun iki cephesinde de, yani kendini üretme noktasında da, kendi-değilini seçme, üretme, şekillendirme noktasında da iktidarın tıkandığını gördük. Bu tıkanıklıkta kendi beceriksizliği kadar muhalefetin taktik manevraları (ödünç on beş vekil örneği son dönemin ilk akla geleni) da etkili oldu. Ama daha önce -ve öncelikle- iktidarın 15 Temmuz darbe girişimi akabinde tercih ettiği toptancı metot, zaten Gezi Direnişi’nin sönümlenmesi ile başlamış olan (ve aslında tarihin hızlanışından duyulan korkuyla beslenen) parti devleti inşasının ayyuka çıkmasını sağladığı için, oligarşik bir iktidar inşası tahayyülü ve onun yarattığı toplumsal tahribat; kitlelerin devlete, daha doğru bir ifade ile onun kurumlarına olan aidiyet hissinin asimetrik olarak aşınmasına yol açtı. (Devletin çekirdek kurumlarındaki huzursuzluğun da buna eklemlendiğini söyleyebiliriz.) Çok büyük birer askerî başarı olarak görülen/gösterilen (ve de gösterilebilecek olan) gelişmelerin dahi toplumda beklenen heyecanı yaratamadığını ama Adalet Yürüyüşü gibi bir eylemlilik sürecinin de, yerel fabrika direnişlerinin de, liselerdeki hoşnutsuzluğun da, üniversitelerdeki tepkinin de, HDP temsilcilerinden gelen açıklamaların da çok daha büyük bir heyecan uyandırdığına tanık olduk, oluyoruz. (Burada heyecanın herkes için olumlu olduğunu değil, daha çok olumlu/olumsuz bir reaksiyon halinin mevcudiyetini kastediyorum.)

Sözgelimi toplumun yarısı, belki de daha fazlası 2017 referandumuna hile karıştığını düşünüyor. Benzer şekilde Abdullah Gül’ün adaylığının aba altından değnek göstererek engellendiğine dair yaygın bir görüş var. Buna karşın Selahattin Demirtaş'ın tutukluluğu, onun kitleler üzerindeki etkisini çok da azaltmışa benzemiyor. Meral Akşener ve İyi Parti’nin adaylığının engellenmeye çalışılmasına dönük kızgınlık, kişisel adalet talebi ile örtüşüyor. AKP’nin içinde de bir huzursuzluk gözlemlenmekte, en azından bunu çeper basından sezebiliyoruz. Ama tüm bunların ötesinde, ilginç bir şekilde toplumda iklime uymayan bir sükûnet hakim... Ne var ki Erdoğan ve onun kontrolündeki devlet aygıtının toplumsal dinamikleri öngörebileceklerine, kontrol edip yönlendirebileceklerine, bu dinamiklerin hız ve ritmini ayarlayabileceklerine dair anlamsız bir özgüvenleri var. Oysa MHP ile aralarındaki af tartışmasının kendisi dahi büyük bir risk taşıyor. Bu risk seçimle ilgili değil üstelik; çünkü tüm bu gelişmeler muhalefetin seçimi kazanmasına doğrusu yetmeyebilir; önemli de değil açıkçası: Eğer öyle ise iktidar, “Pirus Zaferi”ne sürükleniyor.

İşte muhalefet açısından sorun tam da bu noktada: Sadece sermayeyi ürkütmeyen dengeli bir restorasyonu öngören heterojen muhalefet blokunun (Millet İttifakı) ne bu zaferi, ne de mengenenin dişlerini kıracak toplumsal dinamikleri göğüsleyebilmesi şu haliyle mümkün gözüküyor. Beri yandan küresel ölçekte olduğu gibi Türkiye’de de neoliberal iktisadın tıkanışına ve bununla beraber yeni tipte bir Bonapartizm’in yükselişine yanıt verilebilmiş değil. Üstelik Türkiye, bu dönemin biriken tüm sorunlarıyla erkenden yüzleşmesi gereken öncül ülkelerden biri... Şu noktada burjuvazi bile muhalefetten daha cesur olabilir! Bu haliyle muhalefetin, iç barış, demokrasi ve huzur için değinilen minvalde bir restorasyonu öngören sınırlı vizyonu iktidara gelse de, gelmese de bir işe yaramayacaktır. Mevcut ekonomik ve politik kriz koşullarında istikrardan yoksun zayıf bir hükümet bu vizyonla kendi sonunu çabucak getirir, o kadar. Bunun yerine, tüm ama tüm toplumsal muhalefet, kitlelerde biriken enerjiyi kurumların demokratik olarak yeniden inşasına yönlendirecek bir katalizör olarak arkasına almalı, birikmiş tüm sorunları (eğitim-ekonomi, dış politika, basın özgürlüğü, işçi hakları, vb.) çöze çöze ilerleyen -tabandan ivmelenen- bir yeniden inşa hareketini örgütlemedir. Bu inşaya, partiler arası siyasi (tekil) bir hedef odaklı mevcut temasların yurttaşların bütününe yayılması ile başlanabilir, demokrasi ve elbette barış için herkese eşitlik, herkese adalet acil bir talep olarak dillendirilebilir. Meclisin kendini anayasal bir meclis olarak örgütleyeceği, birikmiş tüm sorunları sivil toplumun desteği ile ortak bir şekilde çözeceği güçlü bir şekilde vurgulanabilir.

Tüm bunlarla birlikte, öncelikle ve mutlak suretle kitlelere peşinden gidecekleri acil somut talepler ve bu taleplerin sloganlarını vermek gerekir. Zenginleştirilip çeşitlendirilmesi gerekirken anlamsızca vazgeçilen “Hak, Hukuk, Adalet!” sloganı yerine, tüm muhalefetin kendiliğinden bir talep olarak, aslında tekil bir hedefe odaklanmış, çözüm üretmeyen, bir nevi boş gösteren olan “tamam”a sarılmasındaki, onu sloganlaştırmasındaki politik hatayı şu noktada vurgulamalıyım. “Tamam” bir sonu imlerken kendi gücünü ve işlevini güçlü bir şekilde yerine getirmesine karşın, kitlelerin aradığı politik yanıtların taşıyıcısı değil. Bu yanıtları kitlelere kimse, her ne hikmetse, hâlâ sunmuyor!

Devleti ve ekonomiyi idare edemeyen, yönetme kabiliyetini büyük ölçüde yitirmiş iktidar kadar, muhalefet için de geçerli olan son bir hatırlatma ise, kimsenin toplumu mevcut koşullar içinde bu denli zapturapt altına alıp kontrol edemeyeceği. Aması var: Troçki bir seferinde, “Çileden çıkmış her küçük-burjuva Hitler olamaz ama Hitler’in bir parçası çileden çıkmış her küçük-burjuvada vardır,” demişti. Daha açık bir şekilde dile getirmek gerekirse, önümüzdeki dönemde çeşitli biçimler altında kitlesel seferberliklere tanık olabiliriz. Bu seferberliklerin olumlu bir sonuç doğurabilmesi, Türkiye’nin demokratik bir rejime evrilmesi, birikmiş sorunlarına çözüm üretebilmesine katkı sağlayabilmesi için çileden çıkmak üzere olan milyonlara, özellikle gençlere, yoksul halk kitlelerine, sıkışmış kentli orta sınıflara yol gösterilmeli, bir çıkış sunulmalı, sahici umutlar kazandırılmalıdır. Yoksa ne bu kitlelerin umutsuzca çileden çıkmaları, ne de çeşitli biçimler altında bastırılmaları ihtimali ortak geleceğimiz için hiç de iyi olmayacak.

Son olarak: “Şeytan”laşmaya razı olmamız gerekmiyor, kendi kimliklerimizle bir arada yaşamaya, yatay eksenli toplumsal bölünmeyi ise dikey eksenli bir mücadele haline getirmeye ihtiyacımız var; bu mücadelenin kendisinin, E.P. Thompson’ı da anımsayarak, kimliklerimizi inşa edebileceğini anımsamamız gerekiyor. Kuru kuruya değil, yeni bir mücadele için yan yana gelmeye, barışmaya ihtiyacımız var.