Ayşe Şasa’nın Mektupları

Ayşe Şasa, Engin Deniz Akarlı’ya 1991 yılının ilk yarısında “Sevgili Enginciğim” hitabıyla bir dizi mektup yazar. Bu mektuplar, bir yandan onun varoluş mücadelesini diğer yandan da o yıllardaki okuma serencamını, entelektüel ilgilerini ve dostluklarını ortaya koyar. Mektupların belirgin yönlerinden biri fikirlerden yola çıkmaları. Anlatacak o kadar şey birikmiştir ki, sözler cömert mektuplara sığmaz; hasbi telefonlara da uzanır.

Engin Deniz Akarlı, bu mektuplardan bir kısmını yayımlanması için vefatının ardından Ayşe Şasa için hazırlanan Hayret Perdesini Temâşâ (Haz. Serdar Arslan, İnsan Yayınları, 2015) adlı kitaba verdi. Ne var ki bu mektuplar düşünce dünyasında bir karşılık bulmadı, bu yüzden çoğu birtakım yavan çiziktiricilerce kotarılan eski metinlerden oluşan kitabın sayfaları arasında kaybolup gitti. Oysa belirli çevrelerde karşımıza çıkan “Şasa hayaleti” etrafındaki araçsallaştırma çabaları mektuplar sayesinde bir nebze de olsa ıskartaya çıkarılabilirdi. Kitaptaki mektupların hemen önünde Akarlı imzalı “Ayşe Şasa’yı Anarken” başlıklı bir yazı var. Akarlı, açılar kurarak bir hayatın hakikatini gözler önüne serdiği yazısında, 1963’ten beri tanıdığı Şasa’yı, düşünce çerçevesi ve bakış açısı arayışını anlatır. Yıllar sonra anılarını dile getirmeye çalışırken ister istemez kendisinde iz bırakan olayları ve kişileri merkeze alan bir tutumla hareket eder. Dolayısıyla 1960’lardan itibaren kendinde yaşayanları öne çıkarır. Bu çerçevede Şasa ile, Robert Kolej’den Türkiye İşçi Partisi üyeliklerine, Kemal Tahir’le yollarının kesişmesinden Şerif Mardin’in dinin toplum ve kültür hayatı içindeki yerine odaklanan çalışmaları üzerine konuşmalarına, Dergâh dergisi muhitinden Bilim ve Sanat Vakfı’na, tarihî ve kültürel meselelerden sinemaya uzanan arkadaşlığının kendisinde bıraktığı izler gerçekçi bir bütünsellik içinde okurlara sunulur. Şurası çok açık: Akarlı’nın duyarlı dünyası, kalemi, okurları Şasa’ya daha da yaklaştırır, yakınlaştırır. Akarlı, Şasa’nın senaristliğine sonradan dahil olduğu Dinle Neyden (2008) filmi üzerine çok önemli tespitlere de yer verir. Okurları Şasa’nın senaristliğinin başkalığına dahası Osmanlı tasavvurunun farklılığına yaklaştırabilecek can alıcı hususlar bunlar:

Dinle Neyden’in ilk tasarımlarında Doğu- Batı karşıtlığı ve Doğu/İslâm değerlerinin dışlayıcı üstünlüğü çok öne çıkıyordu. Oysa film III. Selim döneminde (1789-1807) geçiyordu. Tarihî olarak bu dönem, Batı Avrupa ve Osmanlı seçkinlerinin birbirlerine oldukça açık oldukları, karşılıklı saygı ve merak duydukları bir dönem. O döneme ilişkilerin daha sonra aldığı mahiyet ve ortaya çıkan kızgınlıklar, ırkçılıklar, oryantalizmler, ters-oryantalizmler ve benzer durumlar ılığında bakılırsa dönemin sözü edilen özelliğini takdir etmek mümkün olmaz. Ama Dinle Neyden’in son hali bu tür saplantıları aşarak tarihî bilebildiğimiz kadarıyla, aslına daha yakın, daha makul bir çerçeve içinde yansıtabiliyor. Aynı zamanda İslâmiyet’i hem insanın içini ışıtan ve ısıtan, güzellikleri ve aydınlığı ile hem de insanların gerçekten yaşadığı halleriyle anlatıyor. İslâmiyet’i salt farzları ve akaidinden ibaret görmüyor; insanların hayatlarında yaşadıkları gibi nefes ile nefsin diyalektiği halinde bize sunuyor. Biçimci duruşların ufuk daraltıcı baskılarına mahkûm olmayı kabul etmiyor. Mesela sinemamızda yasak veya yasak sayılan aşkların cezasını hep kadınlara çektirmek adettir. Dinle Neyden ise, birbirlerini seven doktor ile saray cariyesini kavuşabilecekleri bir noktada bırakıyor. Böylece sevgileri daha yüce sevgilere erişmek için bir merhale oluyor.”

İnce eleyip sık dokuyan Ayşe Şasa’yı yakından tanıyan, ona ve dünyasına gönül veren Engin Deniz Akarlı imzalı yazının şaşırtıcı derinliği ve genişliği göz ardı edilemez. Hiç şüphesiz Akarlı’nın Dinle Neyden’den yola çıkarak 18. yüzyıl Osmanlı ve Batı ilişkilerine yeni bir yorum getiren satırları kolay kolay aşılamayacaktır. Âdeta bir kültür tarihi çözümlemesiyle karşı karşıyayız. Elbette bu, 1960’lara uzanan dostlukları sayesindedir. Gelgelelim Ayşe Şasa ile yapılan nehir söyleşide; Bir Ruh Macerası’nda bu dostluktan hiç söz edilmez. Bunun sebebi, muhtemelen nehir söyleşinin “peşinde olduğu şeyle ortaya çıkan arasındaki büyük mesafe”dir.

Mektuplar, baştan sona Ayşe Şasa’nın arayışlarına ama aynı zamanda 1990’ların başlarında İslâmcı çevrelerdeki belli başlı isimlere ve tartışmalara ışık tutacak temalara sahip. Çünkü mektuplarda kesinlikle heyecan arasında bir tür kaynaşma var. Mektupların özelliklerine genel bir bakış için şu pasajın okunması gerektiği düşünülebilir pekâlâ:

“Türkiye’de malum, tam bir kültür ve değer bunalımı var. Sanatın hiçbir dalında verim kalmadı. Seküler intelijansiya tam bir iflas halinde. Sahici değerler arayan ve kendine tutunacak dal arayanlar için İslâmî değerlerin hakiki bir alternatif olarak kavranması süreci umuyorum hızlanır. Dünya durumunun tüm negatif eğilimlerine karşın, ben, Türk toplumundaki pek çok durumdan düne nazaran çok daha umutluyum. Tamamen bir sezgi bu...”

Kolaylıkla başkalarının husumetini çekebilecek bu genellemeleri andıran pasajlar hayli yekûn tutuyor mektuplarda. Ayşe Şasa’nın kendini, Türkiye’yi ve dünyayı nasıl değerlendirdiğini gösteren hükümler aynı zamanda Şasa’nın nasıl okunması gerektiğini de ortaya koyar. Mektuplar belli isimler ve meseleler etrafında şekillenir. Bunun sebebi Şasa’nın yeniden 1960’ların sonlarında Yön’deki iki yazısında olduğu gibi kamuoyuna bir şeyler söyleme arzusudur. 1990’larda Türkiye Diyanet Vakfı’nın Sultanahmet Camii’nde düzenlediği “Dinî Yayınlar Fuarı” günümüze nazaran hayli etkiliydi. Gurbetteki dostuna hasreti yoğunlaşan Şasa, 22 Mart 1991 tarihli mektubunda bu fuar vesilesiyle aynı zamanda bilincin en yüksek biçimlerini; “hayat cildindeki dipnotları” ve kendindeki muazzam dönüşümü de anlatır aslında:

“Bugünlerde yine Sultanahmet Camii’nin avlusunda dinî kitaplar fuarı kuruldu… Sevimli bir panayır oluyor… Biraz taşra, biraz Ortaçağ… Gidip Çıdam Yayınları’nın (İsmet Özel’in yayınevi) standında oturuyorum zaman zaman. Gelenleri gidenleri seyrediyorum. İçinde alışılmış kozmopolit güruhun bulunmadığı bir değişik kalabalık. Erkek, kadın, çoluk çocuk.. Bazen hoparlörle vaaz da yapıyorlar. Bu vaazlarda ilahiyat fakültesinden kişiler dünya olaylarını yorumluyor. Eskiden olsaydı  ‘Yahu ben nereye düştüm? Burada işim ne?’ derdim. Şimdi 1000 yıllık mekânımmış gibi geliyor bu dünya… Başörtüm ve ben!.. Ruhumuzun çekirdeği, özü ne kadar yerli kalmış… Onca gâvur terbiyesine, onca uğraşmaya, özümüz hiç değişmemiş… Sultanahmet Camii avlusunda başörtülü bir Ayşe Şasa… Hayat ne garip, ne inanılmaz şaşırtmalarla dolu bir yolculuk… Öteleri, ahireti düşünecek olursak bu sadece bir başlangıç… Öyle değil mi?”

Ayşe Şasa’nın hayatının büyük bölümünün bir dram, hatta kendisi uygun bulmasa da trajedi oluşturan niteliği göz ardı edilmediği takdirde bu pasajdaki “iç görme hattı” hakkıyla kavranabilir. 1990’lardan itibaren İslâmcı çevrelerde kendisine yönelik yoğun ilginin teşekkülünde buna benzer anlatımların etkisi büyüktür. Tedrici birikimin giderek özele inmesini yansıtan benzer pasajlar doğrultusunda Şasa’nın Yeşilçam Günlüğü’nden Şebek romanına uzanan her bir eseri katman katman açılarak, ardışık anlam tabakaları belli ölçüde açığa çıkarılabilir.

Tasavvuf ve Dostluklar

Körfez Savaşı’nın devam ettiği aylarda kaleme alınan mektuplar aynı zamanda bitmez tükenmez bir muhasebenin yansıması. Anlaşıldığı kadarıyla savaş sebebiyle insanın iyiliği ve kötülüğü noktasında yaşanan şüpheler gerek Akarlı’nın gerekse Şasa’nın mektuplarına doğrudan yansımakta. Beri yanda ise Şasa, kendisinin “çok derin fiziki ve ruhi işkencelerden geçip mutlak bir arınmaya” ulaşmasını sağlayan şizofreni nöbetlerinden kalanlara değiniyor. Bu “var olmanın farkında olmanın farkında olmanın farkında olmaktır” bir yanıyla. Gerisi kendiliğinden gelmiştir. Zihin takatinin beden takatinden hep ileride olduğunu belirten Şasa, insana, iyiliğe, kötülüğe ve haksızlıklara daima tasavvuf zaviyesinden bakıyor. Aşina olduğu sufi metinlerdeki insana dair mesellerden yola çıkarak bunu detaylandırır. Zaten tasavvuf düşüncesine, İbn Arabî’nin dünyasına ne zaman yaklaşsa maddi çevreden ve gündelik olaylardan uzaklaştığını da saklamaz. Ardından kötülük ve iyilik faslındaki kanaatini gönlün ele avuca gelmezliğini kritik bakışın keskinliğiyle ifade ediyor:

“Tasavvuf, anladığım kadarıyla, bu tip ikilikleri, zıtlıkları dilemma olmaktan çıkarıyor. Tevhid ilkesini bilen ve yaşayan biri, her türlü ikilik gibi, insanların iyilik ve kötülüklerini de sezgisel olarak birlik içinde kavrayabiliyor, eritebiliyor. Ama bu entelektüel analizlerle açıklanabilir bir şey değil. Gönülle ilgili…”  

Öteden beri türlü zorluklara göğüs geren Ayşe Şasa, insanın yalnız kötülükten değil, sevinçten de hasta olabildiğini düşünür. Akarlı’ya, içinde bulunduğu dostluk ortamını ve yeni entelektüel yönelimleri heyecanla anlatır. Mektupların gönderildiği zaman aralığı, Şasa’nın tüm benliğini sarsan amansız bir fırtınanın, şizofreninin “yıllık haracının on beş yirmi güne” düştüğü yıllardır. Mektuplar, Şaşa’nın tasavvufa yönelişini, bu konudaki okumalarını ve İbn Arabî’nin kendisi üzerindeki derin etkisini anlamamızı da sağlar. Haliyle dönemin İslâmcı entelektüelleriyle kurduğu dostluklar ve arkadaşlıklar her mektuba yansır. “Kıyıda köşede adlarını yeni yeni duyduğumuz çok müstesna değerlerin bulunması ne kadar da sevindirici,” der. Bir taraftan boz bulanık 1990’ların en çok okunan ve kendisinin de düzenli olarak yazdığı Dergâh dergisi öte taraftan Bilim ve Sanat Vakfı çevresi şeklinde anabileceğimiz ikili bir muhitin birleşiminden söz edemesek bile kesişmesinden rahatlıkla bahsedebiliriz. Dergâh onun için nasıl bir yazı çevresi ise, BSV’de düşünce meselelerinin konuşulduğu bambaşka bir muhittir. Belki böylelikle onun dünyasında iki farklı temayül birbiriyle kaynaşır. Dolayısıyla 1980’lerin sonundan itibaren Şasa’yı anlamanın yolu bu arkadaşlıkları ve dostlukları algılamaktan geçer. Öyle ki yeni tanıdığı isimleri hayranlıkla anan Şasa çevresindeki insanların “fevkalade kalitesinden” ötürü zaman zaman “cennette” olduğunu düşünmeden edemez.  Hiçbir dönemde bu kadar çok ve değerli arkadaşı olmadığını da yazar. Bu çerçevede Mustafa Kutlu, İsmail Kara, İsmet Özel, Mustafa Özel, Ahmet Davutoğlu isimlerini anmak yeterli olabilir. Anlaşılan, Şasa’nın meselelerini, önceliklerini ve dertlerini paylaşacak ideal “aristokratlardır” bu isimler. Mektupların ilkinde “aristokratik cevheri güçlendirmek için çalışmaktan” da söz eden Şasa, bir yerde bu bağlamda: “Yeryüzünde aristokratlar hiçbir zaman çok olmadı. Onlar bir avuç insandı,”  der ve şöyle devam eder:

“Batı’da belli bir sınıfın inhisarında olan aristokrasi bizde hiçbir sınıfın, hiçbir zümrenin tekelinde değil… Tüm batık görünümüne rağmen, bu toplumun içlerine uzanan aristokratik bir birikim, bir cevher var… Damar damar her zümreyi kapsıyor. Düşünüyorum, bizim toplumdaki aristokratik cevherin asıl kökeni belki de ‘gaza’ fikri… Gaza prensibi… İç gaza-dış gaza… Bugün artık fiziksel anlamını tamamen kaybetmiş olan bir kutsal savaş fikri tamamen sembolik (entelektüel, kritik) düzeyde sürüyor, sürmeli. Batı karşısında farklılığını kavramış unsurların fikrî çabaları, dirençleri…”

Ayşe Şasa, Engin Deniz Akarlı’nın kendisine gönderdiği bazı mektupları tekrar tekrar okur.  Kimi zaman zihni dağınık olduğu için tam manasıyla kavrayamadığı için birer kopyasını İsmet Özel ile İsmail Kara’ya da iletme gereği duyar. Bugünden 1960’ların ortalarına uzanır:

“Ah gelsen de sevdiklerimi, arkadaşlarımı tanıştırsam sana… Onlar da seni dört gözle bekliyorlar… Yeniden seni burada görmek düşüncesi ne güzel… Bir bakıma yıllar hiç geçmedi. Robert Kolej kantini dün gibi geliyor.

Dostluklar, arkadaşlarım bana her zaman her şeyden önemli geldi… Dualarımda her zaman en sık tekrarladığım dilek, ahiret mekânında sevdiklerimle birlikte olmak, hasret çekmemek arzusu.”

Ayşe Şasa’nın sinema başta olmak üzere pek çok alandaki gelişmeleri ümit verici bulduğu 1990’lar, aynı zamanda İslâmcı çevrelerin televizyon ve sinema ilgisinin belli ölçüde farklılaştığı yıllardır. Onun ümitli oluşu yeni kuşakların arayışlarıyla da bağlantılı olsa gerek. Şöyle diyor bir mektubunda: “Türk toplumu müthiş olgunlaştı. Bunun göstergelerini mesela sinema piyasasında görüyorum. Halk kötüyü istemiyor. Kötüyü yutmuyor artık.” Elbette sinemanın, etik ve estetik bakımdan İslâmın tevhid ilkesiyle ne ölçüde bağdaştığı sorusunu da sormaya devam eder.  Aslında İbn Arabî etkisi tam da burada devreye girer:

“Bu arada Oxford’daki Arabi Society’nin son yayınları geçti elime. Bir grup çok seçkin Batılı aydın oturmuşlar Arabi’nin başına… Metinleri didik didik edip hikmet sağıyorlar. Çok heyecanlandım… Aklım başımdan gitti… Sinemayı minemayı bütünüyle terk edip -hiç değilse senaryo yazmayı bırakıp- bütün hayatımı şu Arabî konusuna adayayım dedim. Arapça öğreneyim vs…

Bu ara TRT ile imzalamış bulunduğum bir senaryo kontratını şimdi bu yüzden iptal etmeye çalışıyorum. Hayatımda ilk kez, sinema yazmakla ilgili motivasyonum sıfıra indi.  Heyecanım bambaşka bir noktada odaklanıyor. Varsa Arabî… yoksa Arabî… Başka bir şey düşünemiyorum.”

Bu dönemde Ayşe Şasa’nın başlıca fikrî meşgalesi sinemanın ve televizyonun işlevleri yanında mahiyetlerinin ve sınırlarının tevhid çerçevesinden sürekli araştırılmasıdır.  Zihnindeki “olağanüstü bir duruluğun müjdecisi ve ürünü” gördüğü Yeşilçam Günlüğü’nde de bu aygıtların ince elenip sık dokunarak kritiğe tabi tutulması çabasının yansımaları bulunur. Aslında şöyle demek daha doğru olurdu: Onun bu meseledeki kanaatleri sonraki mektuplarda belli bir kıvama erişmiş fakat arayışların neticesinde bundan “ricat” etmiştir.

Televizyon ve Sinemayı Sorgulamak

Ayşe Şasa, Körfez krizinden dolayı sınırda cereyan eden trajedilerin görüntülerine karşı sinirlerini korumak için televizyon seyretmediğini itiraf eder. Altını çizmek gerekirse, onun bu yıllardaki televizyon sorgulamaları da doğrudan doğruya Türkiye’nin ve dünyanın savaşı CNN aracılığı ile izlemesiyle bağlantılıdır. Teknolojinin ürkütücü marifeti ve televizyonun yabancılaştırma aygıtı vasfı onun nezdinde bu olayın yol açtığı gelişmelerle netlik kazanır.

“Körfez krizi sırasında CNN televizyonunun yayınları, beni sinema/televizyon teknolojisi hakkında bir kez daha baştan sona düşünmeye teşvik etti. Yüzbinlerce insanın öldüğü o savaşı eğlenceli bir Atari oyunu gibi yayınladılar. Bu da beni araçların -media’nın- potansiyel kahpeliği konusunda tefekküre zorladı. Acaba görüntü teknolojisi hepten sonsuz bir teknoloji mi?

Bilmiyorum. Henüz bu soruyu cevaplayamıyorum. Kafam çok karışık.”

Buna karşın bir yandan teknoloji ve enformasyona dönük eleştirellik ama diğer yandan tüm dünya Müslümanlarına hitap edecek nitelikte hem mahalli hem de evrensel boyutlu bir televizyon arayışı söz konusudur. 26 Nisan 1991 tarihli mektubunda bu mesele çeşitli veçheleriyle ele alınır:

“Sinemayı bırakmaya karar vermemden bir hafta sonra bazı arkadaşlar kapıma dayandılar. ‘Müslümanlar özel bir televizyon istasyonu kuruyorlar. Bize akıl ver, ne yapalım, nasıl şeyler yapalım?’ dediler. Böylece, dünya Müslümanlarına yayın yapan çok iddialı[?] muhayyel bir TV’nin danışmanı oluverdim.

Başının sonunun nerede olduğu belirsiz bu tip organizasyonların kaderi hiçbir zaman kestirilemez. Yine de içimdeki amatör ve içimdeki profesyonel uyandı…

‘Sinema ve televizyon ideolojik aygıtlar… Batı ideolojisinin taşıyıcıları… Müslümanlar bu aygıtları kullanırken Batı boyunduruğuna girmek istemiyorlarsa bütün bu aygıtları, sıfırdan başlamak şartıyla, kendi niyetlerine, kendi nihai amaçlarına göre yeniden tarif etmeli, onlara yeni işlevler kazandırmalı…’ dedim. Bu konuda söylemek istediğim epey şey var. Yazınca inşallah Dergâh’taki güncede yayınlarım.”

Ayşe Şasa, vaat ettiği üzere meseleyi önce Dergâh dergisinde ele alacaktır ve bu yazı ardından meseleleri can evinden kavrama iddiasındaki Yeşilçam Günlüğü kitabına da dahil olacaktır. Dergâh demişken, şunu da kaydetmek gerekir: Bugün de emekler veriliyor, birçok dergi çıkarılıyor ama kuşaklar ötesi bir etki halesi oluşturması bakımından 1990’ların Dergâh’ı son büyük dergilerdendi. Bu yüzden dergi, sadece Ayşe Şasa için değil, pek çok isim için merkezî önemdeydi. Dolayısıyla Şasa’yı ve düşüncelerini ama aynı zamanda en geniş anlamıyla Dergâh’ın işlevini kavramak isteyen okurlar mektuplara daha yakından bakmalı.

Metinler, Kitaplar ve Muhayyel Kitaplar

Mektuplar 1990’ların arayışlarını ve öne çıkan tartışma konularını ağırbaşlılıkla yansıtır. Nitekim Engin Deniz Akarlı’ya birtakım yayınları ileten Ayşe Şasa, ondan bazı kitaplar da ister.  Ona Ahmet Davutoğlu’nun Kanada’da sunduğu Fukuyama’yı eleştiren tebliği gönderir. Metnin, Ahmet Karamustafa’nın dikkatini çekebileceğini kaydeder. Mustafa Kutlu’nun Sır kitabını da postalar. Buna karşın ondan, İsmet Özel için modernite, akıl ve Heidegger konulu akademik bir kitabı ister. Zira o dönemde “beynelmilel intelijansiya ile irtibatın” eksikliğinden söz eden İsmet Özel, büyük bir beklenti oluşturan Aydınlanma adlı kitabının hazırlığıyla meşguldür. Ne ki vaat edilen bu kitap tasarısı bir türlü gerçekleşmez.

Fark edileceği üzere mektuplarda adı en çok anılan ismin İsmet Özel olduğu hemen dikkat çekiyor. Ayşe Şasa neredeyse tüm mektuplarında her zamanki duyarlılığıyla çok sevdiği İsmet Özel’i anmadan geçmez. Bu dönemde Şasa tabir caizse İsmet Özel hayranıdır. Onun bu döneminde sanki İsmet Özel’den başka düşünür yok gibidir. Zaten Şasa, sinema ve düşünce konusundaki değerlerini, zevklerini ve başka meselelere dair görüşlerini derli toplu yansıtan Yeşilçam Günlüğü kitabından itibaren birçok metninde İsmet Özel’i değerli bulduğunu ifade etmekten çekinmedi. Peki, İsmet Özel’e yönelik bu yoğun ilgi nereden kaynaklanıyor? Bu, Şasa’nın 1990’ların başında Waldo Sen Neden Burada Değilsin’i okumasının ardından telefonla aradığı İsmet Özel’in gösterdiği samimi ilgiden kaynaklanır.

Ayrıntıların genel olana, daha canlı olan parçanın bütüne üstünlüğünü doğrulayan mektupların ayırt edici bir özelliği okunan kitaplara ve metinlere dikkat çekilmesidir. Altı aya yayılan mektuplarda gündemler pek değişiklik göstermez.  Kitaplar ve isimler faslında kısaca, şunları sayabiliriz: Şasa bir mektubunda sözü Marshall G.S. Hodgson’ın Batı’da İslâm tarihi yazımını derinden etkileyen İslâm’ın Serüveni (1974)  kitabına getirir. İsmet Özel’in keyifle, çok büyük keyifle okuduğunu söylediği üç ciltlik kitabı Şasa’nın kendisi de aynı duygularla okur. Muhtemelen bu haberdarlık, kitabın okuma ve yayın teamüllerinin yenilendiği 1990’ların ikinci yarısında Türkçeye tercüme edilmesine giden yolu da açacaktır. Edward Said, Ali Mazrui gibi isimlerin anıldığı mektuplar baştan sona fikrî ve siyasi meselelerin ele alındığı notlar gibidir. Abdülvahap El Efendi’nin bir makalesini okuyan ve beğenen Özel’in dedikleri dikkate değerdir: “Benim Üç Mesele’de söylediklerim ile büyük paralellikler var. Ancak biz Türkçe yazdığımız için dünyada okunmak, Batı dünyasında bilinmek gibi bir şansı hiç taşımıyoruz. Efendi gibiler hiç değilse, karşı geldikleri Batı karşısındaki fikirleri Batı’da duyurabiliyorlar.”  Şasa ise hem dünyadaki hem Türkiye’deki isimleri nazarı itibara alarak şu kanaatini paylaşır: “Dünyanın dört bir yanında, adlarını yeni yeni duyduğumuz çok iyi yetişmiş insanlar var. Geleceğe doğru değerli bir elitin yetişmekte olduğu fikri insana çok moral veriyor.” Bu açıdan mektupların en önemli tarafı Şasa’nın dünyasındaki metinlerarası bağlantıları, hem hayatı ve kitapları hem de düşünce dünyasındaki irtibatları yakalama imkânı sunması.

Başlıca meşgalesi sorgulamak olan Ayşe Şasa o yıllarda yazmaya başladığı metinlerden ve kitap tasarılarından da söz eder. Son derece üretkendir aslında bu dönemde. Bu metinlerin önemli bir kısmı günümüzde kendisinin adı anıldığında ilk akla gelen metinlerdir. Yazma macerasını anlatırken şöyle diyor 25 Mayıs 1991 tarihli mektubunun bir yerinde:

“İç içe üç metin üzerinde çalışıyorum. Biri delilik (cezbe) olayıyla ilgili deneyimlerimi kapsıyor. İkincisi Dergâh’ta çıkan yazıları da kapsayan bir sinema günlüğü. Üçüncüsü ve (hatta) dördüncüsünden şimdilik bahsetmeyeyim.”

Mektupta bahsedilen ve her şeyi “iyice hazır” olan ilk kitap önce Bir Meczubun Notları başlıklı otobiyografik bir deneme şeklinde düşünülmüş, daha sonra Delilik Ülkesinden Notlar adıyla yayımlanmıştır. Hemen söylemeliyiz ki, bu notları öyle okuyup bitirerek kapağını kapamak, sonra da genel fikirleri ve tecrübeleri tartışmaya geçmek çok kolay değildir. Nitekim böylesi bir tartışma kitabın yayımlanmasının ardından yapılmaya çalışılmış ama bir netice alınamamıştı. Üzerinde pek çok tartışmanın da yapıldığı kitap Şasa’nın macerasının anlaşılması bakımından son derece önemli ipuçları sunar. Adı anılan ikinci kitap ise 1990 yılının Mart ayında yayın hayatına başlayan Dergâh dergisinde yayımlanan metinlerden oluşan Yeşilçam Günlüğü’dür. Ne var ki okuması meşakkatli bir roman denemesinde bulunan Şasa, bir 68’li olarak duygularını ve düşüncelerini romana dökmeyi de istemiştir ama bildiğim kadarıyla bu gerçekleşmemiştir. Herhalde böylesi bir roman kaleme alsaydı kendisi ile dünya arasındaki gerçek çatışmayı başarılı bir şekilde yansıtırdı.

Ayşe Şasa, İslâma bağlandıktan sonra başta zaman ve mekân kavramı olmak üzere hayata bakışını temelden değiştirir. Metinlerinin aynı zamanda kendi üzerine düşünen bir boyuta sahip olması da bundandır. Onun için esas önemli olan, düşünmeyen, “düşünemeyen seküler adına da düşünmek sorumluluğu”dur aynı zamanda. Bir yerde şöyle der:

“Bulunduğumuz âlemden kirli dünyaya, kirlenmiş dünyaya ışık tutmalıyız. Bunun mümkün olduğuna inanıyorum… Ben kendi payıma, bu güzel noktaya varabilmek için ne kadar cehennemi geçitlerden geçtim… Buraya varmak ne güzel… Bizim kadar bahtlı olmayan pek çok insana pek çok şey verebiliriz… Vermeyi umut etmeliyiz.”

Sanırım şuraya bağlamak doğru olur: Aslında Ayşe Şasa’nın mektupları tekrar eden temalarıyla kendi hayatıyla alakalı malumat verirken esas olarak uzak hatıra olmayan bir dönemin tercihlerini ya da fikir hayatındaki etkin unsurları ve kişileri anlamamıza imkân tanır. Okur, bu mektupların ana hatlarını, iç açılımlarını teşhis edip anlamak için, mektuplardaki meseleleri, isimleri ve eserleri farklı cepheleri üzerinden keşfetmeli ve daima akılda tutmalıdır. Kimbilir, okuyamadığımız mektuplarda daha neler söyleniyordur. Bu yüzden Engin Deniz Akarlı’nın yayımlananlarla birlikte kalan mektupları cem ederek bir an evvel kisve-i taba büründürmesinin önemi azımsanamaz. Böylesi bir toplamla Şasa’nın temel eserleri arasında yeni görme hatları kurulabilecektir. Ancak bu sayede genelde aşinalıktan ibaret kalan Şasa algısı değişebilir, başlıca özel ayrıntılara ihtimam gösterilebilir.