Ne “Cumhur” Ne “Millet”: Kürtlerin Seçimi, Seçim Sathı Maili

Hamit Bozarslan 9 Mart 2018 tarihinde İrfan Aktan’a verdiği mülakatta, Türkiye’nin bir toplum olma vasfını yitirmeye başladığından bahseder. Bunun temel nedeninin de kolektif bir belleğin oluşturulmasının artık neredeyse namümkün bir hale gelmesi olarak belirler. Çok kısa bir zaman dilimi içinde birden fazla önemli “olayın” yaşanması “zamanın hızlanması ve aynı anda çökmesi anlamına geliyor”.[1] Türkiye’nin içinden geçtiği dönemi 1930 ve 40’ların Almanya’sına benzeten Bozarslan, Üçüncü İmparatorluğun dilini yazan Victor Klemperer’in Almanya’nın tarihinin ortadan kalktığı tespitine gönderme yaparak Türkiye’de mütemadi olaylar dizisi ile Almanya’nın mezkur dönemi arasında bir analoji kurar. Mamafih, birçok siyaset bilimcinin yaptığı tespite paralel biçimde Hamit Bozarlan da “Erdoğan rejiminin uzun zamandan beri legal-rasyonel bir devlet olma vasfını yitirdiği” tespitine halihazırda Erdoğan rejiminin uluslararası siyaset literatüründe “haydut devlet” kategorinde değerlendirilebileceğini ekler.[2] Erdoğan rejiminin 2013’ten itibaren belirgin bir biçimde otoriterleştiğinden ve hem kendi iç entegrasyonunu hem de kendi tabanının konsolidasyonu sağlamak üzere yeni bir siyasal diskur[3] ve saldırgan bir iç-dış politik pratik sergilediği rahatlıkla ifade edilebilir. 2013 ile 2018 aralığındaki olaylar silsilesi ortalama bir Avrupa ülkesinde belki yarım yüzyılda bile gerçekleşmeyecek sıklıkta ve şiddettedir.

Herhangi biri yukarıda zikredilen dönem aralığı ile ilgili “olaylar” silsilesi içinden kuvvetle muhtemel, “belli başlı” olanlarını -buradaki “belli başlı” çok önemli, zira belli başlı mana olarak diğerlerinden daha bilinen, açıkça ortada olan, muayyen manasına geliyor; bir de “belli başlı” olmayan olaylar var, mesela Kürt vilayetlerinde zırhlı araçların altında ezilen çocuklar, mezarlarından çıkarılan ölüler ve benzeri, bu dehşetengiz olayları “belli başlı” saymaz- hatırlıyordur. Bazı olayların “belli başlı” olmaması, sayılmaması yazının başında Bozarslan’ın işaret ettiği toplum olma vasfının yitirilmesine doğrudan gönderme yapmıyor mu? Toplum vasfını yitirmek, belleksizleşmek bilhassa müşahhas vakaları ve istatiksel değeri olan “olay”ları hatırlamak, başka bir ifade ile dönemin pek sevilen moda tabiri ile “büyük resmi” sadece görmek, “küçük resimde” ise nelerin olup bittiğinden haberdar bile olmamak ironik bir biçimde hâlâ toplum görüntüsünde bir arada yaşamanın garip bir illüzyonu değil mi? Hülasa zaman(lar) ve mekân(lar) içindeki belleğimizi yitirdik, bu yüzden yeniden seçime hazırlanabilir, gelecek olan erken seçimlerle ilgili konuşup analizler yapabiliyoruz. Biraz sonra benim de yapacağım gibi.

“Seçim Sathı Maili”

Seçim sathı maili son yıllarda pek sevilen ifadelerden biri, seçimle ilgili belirsiz dönemin yaklaştığına gönderme yapar, öyledir de. 13 Mayıs 2018 tarihinde Artı Gerçek gazetesinde Çetin Gürer’in yazı başlığı şuydu: “Ya Erdoğan İktidarı Bırakmıyorum Derse?”. Gürer yazısında Türkiye’nin son dört yılda altı seçim yaşadığını ve özellikle 7 Haziran ve 16 Nisan seçimlerinde Erdoğan’ın kaybetmesine rağmen seçim sonuçlarını tanımadığını gerekçe göstererek yazı başlığına taşıdığı soruyu soruyor.[4] Gürer’in vurguladığı bir diğer husus, benzer bir durumun yaşanması halinde muhalefetin bu durum karşısında bir planının olup olmadığıdır. Bilhassa mühim bir soru bu, nitekim bazı AKP li siyasetçiler, “beklenilen neticeleri alamamaları, meclis çoğunluğunu sağlayamamaları” durumunda seçimlerin yenilenebileceğini söylediler. Güvenilir birkaç kamuoyu şirketinin yoklamalarına göre en azından ilk turda “beklenilen neticenin” ortaya çıkması mümkün değil gibi, ne var ki bu durumda ikinci turda seçimi kazansa bile Erdoğan’ın istediği meclis aritmetiği ortaya çıkmadığı için seçimlerin yenilenmesi bir kez daha ana gündem haline gelebilir. Birçok kişinin buna benzer bir senaryoyu tahmin ettiği şüphesiz ve fakat kanaatimce kimse dillendirip “moral bozmak” istemiyor. Şüphesiz bahsedilen iki durumun ortaya çıkmasının tek yolu “millet ya da cumhur” ittifakına dahil edilmeyen, başka bir ifade ile ikisinde de sayılmayan HDP’nin seçim barajının altında kalmasıdır. HDP, özellikle ittifaklardan millete dahil edilmeyerek (ki tepki göstermişti HDP) milletin “gazabından” korundu adı anılan ittifaktaki partileri. Ancak görünen o ki ittifaklardan “millet”, HDP’ye ve seçmenine çok da mesafeli değil, münhasıran Muharrem İnce sevgi ve dostluk mesajları vermekten imtina etmiyor. Bunu ilk ve ikinci tur arasında bir zimmi ittifaka ve “millet” ittifakı ile HDP arasındaki bir tür teatiye yormak kolaycı da olsa usa uygun görünüyor ve anlaşılabilir popülist bir hamle ilaveten. Mamafih herhangi bir siyasi partinin seçim dönemlerinde Kürt yurttaşlara, “Kürt kökenlilere, Kürt kardeşlerine, bölge insanına” ve nihayet “Kürt sosyolojine”[5] dönmesi Türkiye siyasetinin 1945 sonrası ananelerindendir. Bu vesileyle çok partili rejimden bu yana Kürtler oy rezervi olmuş, yatırım yapılacak bölge insanı olmuş, geri kalmış vatandaşlarımız olmuş, “teröre” maruz kalan kardeşlerimiz olmuş ama Kürt olamamış, sayılmamış, oyuna talip olunmuş ama kendisi hiç hesaba katılmamış bir istatistiki veri olagelmiştir.[6] Hülasa burada abesle iştigal bir husus yoktur, Kürt olsa olsa “millet” ya da “cumhur”un yedek gücü olabilir. Yedek derken pejoratif bir manada yedeklikten bahsetmiyorum aslında, sistematik ve anayasal olarak yedektir Kürt, yedekliği istiklal harbine yedek güç olarak katılması ile başlar, devamında gelen yıllarda yurttaşlığı da yedek kalır, kural ve kaidelere bağlanır, yani her an yurttaşlığa kabul edilip her an o mevkiden atılabilir olma halinden bahsediyorum. Seçme ve seçilme işlemlerinin usulen de olsa demokratik esaslara göre yapıldığı dönemden sonra da Kürdün yedeklik konumu verdiği reyle tahvil edilmiş, edilegelmiştir.

Çözüm sürecine müteakip yaşan çatışmalı dönemle ilgili verdiği bir mülakatında HDP milletvekili Hişyar Özsoy, HDP’nin “barış sürecinin dinamikleri içinden çıkan bir parti” olduğunu söyler ve çatışmalı dönemde yeterince “eylem ve söylem” geliştiremediğini ekler. Özsoy’nun vurguladığı ve kanaatimce daha da önemli bir husus -ki bu gün de cariliğini hâlâ koruyor- HDP’nin meclise girmesi ile barış meselesi arasında çok doğrudan bir ilişkinin kurulduğu, dolayısıyla rolün biraz abartıldığı tespiti, öz eleştirisidir.[7] Kanaatimce bir hayli tartışmalı bir kavram olan “Türkiyelileşme” ve onun etrafında oluşturulmaya çalışılan hem siyasal diskur hem de özellikle Türkiye’nin batı vilayetlerindeki kütle mobilizasyonu Kürt meselesinin çözümü konusunda (yani en yalın haliyle siyasal statü) konusunda ya ikircikli bir hali beraberinde getirdi ya da “hele bir meclise girelim, her şey sırayla” gibi ileri tarihli bir ultra optimistik hale büründü. Çözüm sürecini takip eden savaş ve yıkım ve nihayet yeniden seçim dönemi boyunca partinin “kudretli” devletin tüm zoruyla karşı karşıya kalmasına rağmen yine de barajı geçtiğinin de altını çizmek lazım. Ancak Kürt meselesinin çözümü ile baraj arasında kurulan zımni ilişkisellik 1 Kasım’dan sonra barajı geçmenin, Türk parlamentosunda olmanın kendi başına bir mana ifade etmediğini gösterdi.

1 Kasım’dan sonra 16 Nisan referandumuna giden dönemde neler yaşandı, nasıl bir iklimde referandum yapıldı bunlara kısmen yazının başında değindim. Yerle bir edilmiş şehirlerde, binlerce insanın öldürüldüğü bir yıllık zaman dilimine iki seçim sığdırmak ve HDP böyle bir dönemde yapacaklarının, yapabileceklerinin yetersiz olduğunu kabaca serdetmek gibi bir gayem yok. Aksine referandumdan sonra Kürtlere ve HDP’ye dönük yapılan eleştirilerin (Kürt seçmenin EVET oyu verdiği yönünde) yersiz olduğunu başka bir yazıda teferruatlı ele almıştım.[8] Çok tafsilatlı bir anlatım olmasa da 24 Haziran seçimlerine hazırlanan HDP’nin nasıl bir yılın ardından seçimlere hazırladığını kısaca hatırlamak gerek. HDP’nin pek de özenerek hazırlamadığı Kayyım raporuna göre, partinin 2017 Aralığı verilerine göre toplam 67 belediye eşbaşkanı cezaevindedir ve 11 eşbaşkanı ceza almıştır. 102 HDP’li belediyeden 94’üne kayyım atanmıştır.[9] HDP’nin hazırladığı rapora göre partinin 10 milletvekili tutuklu, bunların içinde eşbaşkanlar da var. 6 milletvekili tutuklanıp devamında serbest bırakıldı. 11 HDP’linin milletvekilliği düşürüldü. Partinin bilgi işlem merkezinin verilerine göre Temmuz 2015’ten bu yana 11 bin 631 HDP’li gözaltına alındı, 3 bin 382 HDP’li tutuklandı. Linç girişimleri, parti binası kundaklama gibi vakalar ise vaka-i adiyeden sayıldığından yazmaya lüzum yok sanırım.

Üç yıl içinde zamanda ve mekânda yok edilmeye çalışılan, ölüm ve cenaze topografyasına dönem bir toplumdan/coğrafyadan hangi parti olursa olsun oy istemenin alametifarikası sanırım yazının girişinde Bozarslan’nın belirttiği “belleksizleşme” ile açıklanabilir. Müellifin de bu “belleksizleşmenin” bir parçası olduğunu düşündüğümüzde yazıyı yazmak imkânsız olmaktan çıkıyor. 24 Haziran yaklaşırken, millet ittifakına dahil edilmeyen HDP, 1990’ların başında HEP’le başlayan Türk solu ve Türkiye’deki demokrasi yanlısı çevrelerle ittifak kurma yoluna gitti ve kurdu. Sayısal olarak çokluk arz eden ittifak bileşenlerinin siyasal etkilerinin ve kütle tabanlarının varlığından ne yazık ki bahsetmek bu bahiste namümkün. Diğer bir ittifak arayışı, dedikodu düzeyinde ve gerçekleşmeyen, Türkiye’deki diğer Kurdî legal partilerle oldu, nedenlerine vâkıf olamadığımız bir biçimde bu ittifak gerçekleşmedi, nitekim buna rağmen bazı partiler HDP’yi ve adayı Selahattin Demirtaş’ı destekleme kararı alırken bazıları da bağımsız adaylarla Kürt vilayetlerinde seçime gireceklerini beyan ettiler. HDP’nin diğer Kurdî partilerle sembolik de olsa bir ittifak yapmayışı ya da yapamayışı, HÜDA-PAR örneği dışında ideolojik sebeplerle açıklanmaya pek müsait görünmüyor. Bir zanda bulunacaksam “Türkiyelileşme”, görünme ya da kalma meselesi daha baskın bir sebep olabilir. Hülasa HDP tutuklu eski eşbaşkan olan Demirtaş’ı aday olarak gösterip seçim yarışına dahil oldu. Demirtaş, kişisel karizmasının yanı sıra bir önceki cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki başarısı ve partinin iki defa seçim barajını aşmasındaki hatırı sayılır etki düşünüldüğünde tartışmasız bir aday. Cezaevinde oluşu hukuki ve politik bir rezalet olmakla birlikte seçim çalışmalarının yürütülmesi açısından da bir engel, ancak buna rağmen hâlâ partinin seçim çalışmalarındaki merkezî konumu siyaseten başarı (öte yandan HDP’nin başarısızlığı) ve fakat riskler de barındıran bir durum. Şöyle ki Demirtaş cumhurbaşkanı seçilme ihtimali pek mümkün olmayan bir aday olmasına rağmen kimin cumhurbaşkanı seçileceğini doğrudan belirleyecek bir isim. Öte yandan HDP’nin alacağı oyla Demirtaş’ın ilk turda alacağı oy kuvvetle muhtemel çok yakın olacağından, aynı zamanda partinin barajı aşıp aşmayacağını da doğrudan belirleyecek. Dolayısıyla Demirtaş’ın ikinci turda cumhurbaşkanı seçilme ihtimali üzerinden siyaset yapmayacak kadar iyimser değilseniz esas meselenin HDP’nin barajı geçip geçmeyeceği olduğunu bilmek zor değil. Bura rağmen kısa bir süre öncesine kadar HDP’nin “neredeyse” barajı aşmama riskinin olmadığı gibi ultra iyimser bir hava hakimdi. HDP’nin barajı aşması da partinin, çalınmasına rağmen, hiç edilmesine rağmen %10’un üzerinde bir oyunun kalması zorunluluğu demek ki bu da aslında partinin %10’dan daha fazla oy alması gerektiği anlamına gelir.

Son on yılda seçmen davranışlarını ölçme, seçmen nabzını tutma, seçmen yoklama gibi iddialı ve aynı zamanda “bilimsel” söylem ve verilerle hayatımızda daha çok yer edinen anket şirketlerinin seçim tahminleri patronaj ve angajman ilişkilerine göre değişiyor. Anketlerin bihakkın gerçek veriler sunmanın ötesinde ekseriyetinin manipülatif olduğunu not edelim. Güvenilir bazı anketler de HDP’nin seçim barajı ile ilgili bir riskinin olduğunu söylüyor. Kürt vilayetlerinde çalışma yapan Rawest’in kurucularından biri olan Reha Ruhavioğlu’na göre HDP 1 Kasım’da aldığı oy oranının altıda ki bu ciddi bir risk demek.[10] Demirtaş da cezaevinde verdiği bir mülakatta HDP’nin baraj riskinin olduğunu ifade etmişti. Öte yandan HDP’nin özellikle Demirtaş özelinde sosyal medyayı oldukça iyi kullanan bir parti olduğu ancak buna karşın HDP seçmenin %35’inin ne sosyal medya kullandığı ne de internete girdiği bilgisini KONDA’nın araştırmasından biliyoruz. Hülasa sosyal medyanın HDP’ye medya blokajı uygulanan bir dönemde alternatif bir mecra olmakla birlikte yanıltıcı olma potansiyeli de yüksektir. Konvansiyonel tüm medya mecralarının dışında bırakılan HDP’nin hem kendi seçmenine hem de potansiyel seçmenlerine kendini anlatabilme olanağı ilave bir zorlukla karşılaşmaktadır. Mamafih, 2015 Haziran seçimlerinde HDP’nin “hegemonik” bir güç olmadığı ancak “kültürel” olarak Kürt olan ya da HDP’nin “muhalefet” gücü olarak var olduğu bölgelerden[11] -ki bunlar Kürt vilayetleridir- önemli oranda oy aldığı fakat aynı zamanda 1 Kasım ve 16 Nisan’da bahsedilen bölgelerdeki oyu önemli ölçüde kaybettiğini biliyoruz. Kent merkezlerinde yaşanan çatışma, yıkım ve ölümlerden sonra 16 Nisan referandumunda HAYIR oyunun belirgin bir değişiklik göstermediği doğru ancak öte yandan bahsedilen vilayetler HDP’nin siyasal olarak “kale” diye nitelendirilebilecek güçte olduğu yerleşim yerleri idi. Dahası, savaşın getirdiği yıkım ve hâlâ bununla mücadele etmek zorunda kalan aynı gölgelerde yaşan Kürtler için -hamasi söylemleri bir yana bırakırsak- seçimin gerçekten bir değişim vaat edip etmediğini bilmiyoruz. HDP’nin barajı aşması için baraj gereğinden daha fazla oy alamsı gerektiği aşikâr iken 19 ilde (ekseriyeti HDP seçmenlerinin olduğu iller) 144 bin seçmeni doğrudan etkileyen sandık taşıma kararı aynı zamanda şu anda ne kadar yerde kaza ve köyde olduğunu bilmediğimiz ve OHAL dahilinde her an arttırılabilecek güvenlik bölgesi ya da sokağa çıkma yasağı gibi uygulamalar baraj riskini arttırmaktadır. Ezcümle umut kırıcı olmak adına değil ama pek dillendirilmese de HDP’nin ciddi bir baraj sorunu var ve muhtemel bir Kandil operasyonu ile ya da benzer askerî teşebbüslerle bu risk daha da yukarı çekilebilir.

HDP Seçmeni “Ceketimi Assam” Oy Verir mi?

Siyasal programında radikal demokrasi olmasına rağmen paradoksal bir biçimde HDP’nin özellikle seçim süreçlerinde mezkûr kavrama riayet ettiği pek de söylenemez. Aday seçimi, adayların nereden aday olacakları gibi tartışmalar partinin çok sevdiği “yerel dinamikler” hassasiyetinin bir hayli uzağında görünüyor. Bu konuyu teferruatlı tartışmayacağım fakat yarım yüzyıla yakın bir zamandır Kürt siyasal hareketinin yarattığı devasa kütle, verili, homojen bir kütle değil artık. Bülent Küçük’ün[12] çok verimli bir biçimde tartışmaya açtığı Kürt hareketinin kütlesinde özellikle son on beş yılda beliren sınıfsal değişim dinamikleri ve buna bağlı olarak taleplerin tümüyle farklılaşmasa da değişmesi ya da önceliğin değişmesi çok konuşulmayan/konuşulmak istemeyen ve fakat gerçek, bir o kadar mühim bir konu. Kürt seçmen için adayın kim olduğu oy verme davranışını çok fazla etkilemez tespiti kahredici bir biçimde önemli ölçüde doğruluk payına sahip olsa da bir bütün olarak sabit değildir. Yaygın kanaatin aksine HDP’nin 7 Haziran’daki başarısının “Türkiyelileşme” hamlesinden daha ziyade, çatışmasızlık ortamından kaynakladığı ve çatışmasızlığın ortadan kalması ile birlikte de (detaylı sebeplerine vâkıf olmadığımız) ağır bir çatışma dönemine geçildiği, Küçük’ün de belirttiği gibi savaşa dahil olanların talep ve motivasyonları ile sosyal, kültürel ve sivil toplum alanında başka bir yerde konumlanan HDP seçmeninin belirgin farklılıklar taşıdığı açıktır. Başka bir ifade ile Kürt meselesinin nasıl çözüleceğini çok fazla zikretmeden evrensel ve çoğu zaman soyut kavramlarla icra edilen siyasetin kırk yıldır düzenli olarak “bedel” ödeyen Kürt kütlesini, kent yoksullarını, köylülerini ne kadar tatmin ettiği tartışmaya açıktır. Olağanüstü ağır yıkımlarla dolu üç yıldan sonra harap edilmiş bir Kürt vilayetinde birinin mikrofonuyla kalabalığa kendinize oy verin, Türkiye’yi demokratikleştireceğiz ve aynı anda Kürt meselesini de çözeceğiz demesinin ne anlama geldiğine bir yanıt vermek için o topluluk içinde hâlâ cenazesini bulup defnedememiş bir Kürde sormak lazım elbette. Sonuç olarak HDP ve seçmeni ne cumhur ne de millet kategorisinde görülse de ironik bir biçimde ikisinin de kaderini tayine edecek bir potansiyel olmaktan çıkmıyor. Öte yandan Küçük’ün işaret ettiği inşa edilen devasa sivil demokratik yapılar bu kadar kolay ortadan kaldırılabiliyorsa devlet tarafından, yarın seçim sonuçlarıyla meclise daha güçlü girmenin, Kürtler açısından meselenin hal yoluna girmesinin nasıl garantisi olacak?

HDP’nin barajı geçmemesi karanlık bir senaryo hiç kuşku yok ki fakat geçmesi halinde, yani AKP’nin meclis aritmetiğinde çoğunluğu kaybetmesinin bir zafer müjdeleyeceği de kuşkuya az yer bırakacak cinsten bir netice olur. Gürer’in sorduğu soruya dönecek olursak, “Gitmiyorum,” derse, Kürtler için daha ne kaybedilebilir bilemiyorum ama sembolik düzeyde de olsa kurulan sandıklar, sandığa girdiği gibi çıkmasa da kullanılan oyların atılacağı bir sandığın kalmayacağı açık.



[2] “Efrin Başarılı Bir Savunma Yapıyor, Kürtlerin Birliği Ortak Diplomasi ile Mümkün”, http://demokrasi70.com/2018/03/05/prof-dr-bozarslan-efrin-basarili-bir-savunma-yapiyor-kurtlerin-birligi-ortak-diplomasiyle-mumkun/

[3] Dönemin Siyasal Diskuru için Bkz, Tanıl Bora (2018), Zamanın Kelimeleri: Yeni Türkiye’nin Siyasi Dili, İstanbul: İletişim Yayınları.

[4] “Çetin Gürer: ‘Ya Erdoğan İktidarı Bırakmıyorum Derse’”,  https://www.artigercek.com/ya-erdogan-iktidari-birakmiyorum-derse

[7] Hişyar Özsoy, “Kürtlerle Türkiye Cumhuriyeti Arasında Yeni Bir Toplum Sözleşmesine İhtiyaç Var”, http://ayrintidergi.com.tr/kurtlerle-turkiye-cumhuriyeti-arasinda-yeni-bir-toplum-sozlesmesine-ihtiyac-var-hisyar-ozsoy-ile-soylesi/

[9] “Demokratik Ekolojik Katılımcı Kadın Özgürlükçü Yerel Yönetim Modeli ve Bir Gasp Aracı olarak Kayyım Uygulamaları”, http://www.hdp.org.tr/images/UserFiles/Documents/Editor/DBP%20Kayyum%20Raporu.pdf