Demokrasi Tecelli Etti, Çoğunluğun Tiranlığı Kazandı!

24 Haziran’da 59 milyon seçmen oy kullanmak için sandığa gitti. OHAL ortamında kurulan sandıklar her an patlayacak bir volkanın üzerine bırakılmış gibiydi. Otoriter siyasal yönetim uygulamasının ülkedeki muhalif kesimlerin bam teline şiddetle dokunduğu, siyasal kamplaşmanın ve sosyoekonomik buhranın gözlere perde çektiği bir ortamda demokrasinin pekiştirilmesi hiç de kolay bir iş değil. Çünkü siyasetin normalleşmesi adına sistemin otoriter baskılardan kurtularak çok-partili hayatın gereğince yerine getirilebilinmesi ve demokratik değerlerin halklaşması için gerekli olan demokratik konsolidasyonun namevcut olduğu bir tabloda Türkiye’de gerçekleşen seçimler ne demokrasinin pekiştirilmesini sağladı ne de kaynayan volkanın üzerinde oy kullanan kitlelerin, kanıksadıkları “demokrasiyi sadece seçim sandıklarından ibaret görme” önkabulüyle en azından yüzleşebilmelerine bir imkân sunabildi. Amaçta ve araçta siyah ve beyaz şeklinde ikiye bölünen Türkiye toplumunun demokrasi künyesine yazdırdığı tanım/anlamlar birbirinden o kadar apayrıyken, demokrasinin evrensel tanımında buluşmak, künyeyi herkesi kuşatacak bir duygunun, fikrin, tanımın kelimeleriyle doldurmak toplumun geldiği son nokta itibarıyla galiba biraz zor. Ancak biraz geriye dönüp bakıldığında kıymet bilirliği dünyanın anlamış olduğu görünüyor halbuki!

Dünya yirminci yüzyıldan yirmi birinci yüzyıla geçişte yaşanılan acı deneyimlerin neticesinde demokrasi yörüngesine girmek zorunda kaldı. Dünya kamuoyunun barışçıl faaliyetleri elbette ki bu geçişte çok önemliydi çünkü iki büyük dünya savaşıyla milyonlara varan insan ölümleri; faşist yönetimlerin cenderesinden sağ kurtulamayanların sayıları katlanınca bu duruma bir dur denilmesi illaki gerekiyordu. 1970’li yılların ortalarında, İspanya ve Portekiz gibi Güney Avrupa ülkelerinde faşist totaliter rejimler yıkıldı, 1980’li yıllarda ise Latin Amerika’daki askerî diktatörlükler, yerlerini sivil yönetimlere bıraktı. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından da Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’ndeki komünist sistemlerin de başarısızlıkla sonuçlanmasıyla demokrasiye geçiş süreci başlamış oldu. Francis Fukuyama’nın “tarihin sonu” diyerek formülleştirdiği bu süreç, “demokrasinin başı” şeklinde dünyanın içerisine doludizgin girdiği bir süreç olarak şimdiye değin sürdü. Demokrasiye geçiş sürecini “üçüncü demokrasi dalgası ve medeniyetler çatışması” tezleriyle yorumlayan Amerikalı siyaset bilimci Samuel Huntington açısından ise bu süreç Doğu/Asya ülkeleri için fırsat dönemi olarak görülür. Çalı ardında saklanarak etraflarını izleyen tavşanlar misali dünyaya bölgelerinden korkakça izleyen Ortadoğu/Müslüman coğrafyasının da küresel rekabete dahil olduğunu, bu rekabetin bir parçasını “demokrasiye geçiş/demokrasi yarışı” oluşturacağına dair tezini ileri sürerek görece iyimser bir tablo çizmişti. Ancak hayaller Huntington, gerçekler ise Hitler olmakta/kalmakta ısrar şeklinde seyir etti maalesef.

1945’teki çok-partili hayata geçişle demokrasi inşasına ilk tuğlayı koymasının ardından “inşaatı durduran” Türkiye’nin demokrasi ile imtihanı bağlamındaki küresel rekabetteki pozisyonu, ihmalkâr talebenin başarısızlıklarla sonuçlanan imtihan notlarından sınıfta kalması şeklinde sürüp gidiyor halen de. Türkiye açısından bakıldığında bu durumun aksi nasıl mümkün olsun ki? Gerçek yarışmanın ve savaşın sınıflar arasında değil de uluslar arasında olduğuna, bu savaştan galip çıkabilmenin ise “ulusal çıkar” ortak paydasında birleşmek olarak düşündürten bir mantalite siyasi ahlâkı belirleyen olgu olarak varlığını sürdürüyorken, demokrasi sınavında yüksek not beklentisi nasıl mümkün olsun ki? İktidarı kaybetmemek uğruna yönetimin milliyetçi ve hatta daha ileri giderek ırkçı bir boyut kazanması elbette ki bu siyasi ahlâkın bir sonucudur. Ulusa sadakat ezberi ile ötekileştirilen halklara karşı apansız bir savaş yürütülmektedir. Akıldan çok agresif duygularla hareket eden büyük güçlü bir güruh ile karşı karşıyayız. 24 Haziran’da ortaya çıkan sayısal sonuçla iktidarları sağlamlaşan bu güruh, referans noktasına kendi kliklerini aldıkları bir organik toplum teorisiyle ülke sosyolojik bir felaketin eşiğine getirildi. Artık ülke homojen bir yapıdır ve toplumun çatışan/tartışan sınıflardan değil de uyum içindeki bir organizmadan ibaret olduğu gibi bir simülasyon benimsettirilecektir. İnsan eşitliği ilkesi bitmiş, eşitsizliğin siyasal düzlemdeki yansıması ise toplumu doğuştan özellikleri olanların yönetmesi biçimindedir. Artık! Egemenlik halka değil, en üst olana, yani Reis’e aittir. Kendileri gibi düşünmeyen, ampule mührü vurmayan herkes devletin sıkıyönetimi ve yönlendirmesi altında tutulmalıdır. Fertlerin siyasal katılımı ile diğer siyasi partilerin seçim faaliyetleri böylesi bir istibdat ortamında gerçekleşmiştir. HDP’nin, görece de CHP’nin gladyatör faaliyetleri özgürce gerçekleşememiştir. OHAL ve baskı rejimi içerisinde sandıklara toplumun “ötekileştirilen” kesimince bir yabancılaşma hissiyatı içerisinde gidildi. Adalet ve fırsat eşitliği sağlayan bir siyasal sistem olan demokrasi bu sefer, temsilî biçimde yürürlükte olduğu toplumlara özgürlük getirmeyebileceğini ve kamuoyunun egemenliği çerçevesinde eşitlik idealinin özgürlüğü nasıl ortadan kaldırabileceğini 24 Haziran seçimleriyle göstermiş oldu. Bu durum, demokrasinin baskıcı toplumlarda manipülasyona maruz kalıcı bir yanının olduğunu gösteren örneğin teşkiliydi.  Özgürlük ve insan hakları noktasında sınıfta kalmış toplumların demokrasi algılarının ve bilinç düzeylerinin salt temsilî düzeyde kalması neticesinde “halk/millet”  yahut aktüel durumdaki karşılığıyla “cumhur” kavram ya da kavramları fazlasıyla sorunludur. Siyaset literatürünün bu en sorunlu kavramlarıyla demokrasi arasındaki ilişkinin de depresif, kaotik ve şiddetli geçimsizlik hali barındırdığını görüyor olmak “çoğun yönetimi”ni güzellemeler dizmek yerine daha eleştirel ya da temkinli yaklaşmanın faydasına inanmayı gerekli kılmıştır. Amerikalı siyaset bilimci Robert Dahl’ın demokrasi kavramı yerine ikame ettiği poliarşi kavramı “tek kişinin yönetimi” anlamında kullanılan monarşinin tersine “çoğun yönetimi” anlamına gelecek şekilde terminolojiye vakfedilmişti. Dahl’a göre aşağıdaki sekiz özelliği barındırdığı müddetçe demokrasi manipülasyondan uzak kalır.

-Örgüt kurma ve katılma özgürlüğü

-İfade özgürlüğü

-Oy verme hakkı

-Kamu görevlerine getirilebilme hakkı

-Siyasal liderlerin yarışabilme hakkı

-Serbest ve adil seçimler

-Halkın tercihlerini yansıtabilecek kurumların varlığı

Bunların bir arada bulunduğu bir çerçevede hayatın kolaylaştığı görülür ve demokrasi toplum yaşamına mütemadiyen olumluluklar pompalar. Zaten Dahl açısından bakıldığında “mümkün olduğunca fazla sayıda vatandaşın uzun bir zaman boyunca arzularına cevap verebilen bir sistem” şeklinde tanımlanabilecek “çoğun(uk) yönetimi”, bu sekiz sarkaçtan bir teki dahi koptuğunda tehlikelere kapı aralatacak bir aygıta dönüşür. Bu tehlikenin adı çoğunluğun tiranlığına yol açan bir demokrasidir. Unutmayalım ki Hitler “Çoğun Yönetimi”nin bir ürünüydü. Hitler örneği çoğunluk yönetiminin çoğunluğun tiranlığına yol açan bir tehlikeyi barındırdığını gösteren emsal durumların birörnekliğini oluşturur. Tehlikeyi bertaraf edecek anahtar fırsat belki de şöyle olursa şayet çoğunluğun tiranlığı risk olmaktan çıkar: Ancak demokratik değer ve ilkelerin meşruluğuna ve gerekliliğine inanan siyasal liderlerin varlığı ile demokratik bir sistem başarılı ve istikrarlı bir şekilde sürdürülebilir. Fakat iktidar olgusunun tüm siyasal liderlerin hayallerini süslediği, yokluğunun rüyalarını bölüp uykularını kaçırdığı Ortadoğu’da kaynağını iktidar korkusundan alan kişiliklerce demokrasiyi eşitlikçi bir bağlamda düşünmek ve oturtmak tecrübeler ışığında neredeyse imkânsızdır. Bu imkânsızlık, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin hayata geçmesiyle Türkiye için “tarihin sonu”na gelinmiş olunduğunu gösterdi ne yazık ki!


Metnin görseli şuradan alınmıştır.