Yakupyan Apartmanı: Ortadoğu’nun Çocuklarına Zulmü

Yakupyan Apartmanı, Kahire'de, kentin sosyal yaşantısının çeşitliliğinin merkezinde, Barok üslup ile tasarlanmış büyük bir apartmandır. Apartman sakinleri, her şehirde olduğu gibi burada da, şehrin karmaşık ilişkiler ağının bir yansımasını kendi içlerinde ve günlük ilişkilerinde taşımaktadır. Mısır’ın ülke ölçeğinde sahip olduğu sistemik özelliklerin apartman ölçeğinde de kendini göstermesi ilk bakışta şaşılacak şeydir. Evrensel yasaların ölçek değişiminden etkilenmeyecek kadar güçlü olan karakteri, bu durumu daha az şaşılası kılmaktadır. Gerçekten de yasaların ölçekler arası taşınabilir olması, var olan ontolojik birliğin bir dışavurumu olup sosyal bilimcinin işini kolaylaştırmaktadır.

Mısır’ın demokratikleşme konusunda yasadığı problemleri bir siyaset bilimci ancak sistemik değişkenler üzerinden inceleyebilir. Ortadoğu’ya has bazı yapısal sorunlar, demokratikleşmeye zarar vermekte ve otoriteyi beslemektedir. Yapısal (sistemik) olarak belli kısıtlamalar ile yaşayan Mısır halkı, Mısır kentlisi ve Yakupyan Apartmanı sakinleri ise, bu kısıtlamanın yarattığı şiddetin objesi olmaktan sıkılmıştır[1]. Apartmanın çatı katında konaklayan Bosaina, sistemin şiddetini kendince şu şekilde ifade eder: “Mısır, çocuklarına karşı çok zalim.” Mısır, gerçekten de çocuklarına karşı çok zalimdir. Bosaina, ticaret diplomasına sahip olup mağazalarda karın tokluğuna çalışmak zorunda kalan ancak haklarını ve onurunu tek başına korumaya çalışırken işinden olan ve devamlı olarak sistemin açtığı yaralarını iyileştirmeye çalışan sıradan bir Mısırlıdır. Bosaina, büyük ihtimalle, Mısır’ın daha güzel olan bir gününü de göremeyecektir çünkü her yapısal değişimde olduğu gibi demokrasinin yerleşmesi de uzun yıllar alacaktır.

Ortadoğu’da yapısal şiddet, devlet yapısının modern anlamda inşa edilmemiş olmasından ve yönetici ile yöneten arasında yapılmış bir toplumsal sözleşmenin eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Ortadoğu toplumları, yöneticinin Tanrı ile yaptığı anlaşmanın şartlarından duyduğu memnuniyetsizlik sonucu kontrolü ele alıp yönetici ile kendi anlaşmasını yapma ihtiyacı duymamıştır. Devleti, insanı, toplumu, toplum içindeki ilişkileri ve devlet-toplum ilişkilerini var eden gerçekler, Allah’ın “irade”si ve “kudret”i olduğundan; bu ilişkilerin düzenlemesinde de onun “ilmi”ne güvenmeyi tercih etmiştir. Bu, İslâm’ı kabul edenler için rasyonel bir tercihtir ve kendi içinde tutarlıdır. Ancak şu noktayı gözden kaçırmışlardır. Tanrı, yönetici ile anlaşma yaptığı gibi yönetilen ile de yapmıştır. Ortadoğu toplumları; anlaşma metninin, yönetilenin hareketlerini sınırladığı gibi yöneticinin hareketlerini de sınırladığı gerçeğini fark etmeden, yöneticinin keyfî hareketlerine izin vermişler ve vermeye devam etmektedirler. Bu ikinci sözleşme denkleme katıldığında, üçüncü bir sözleşmenin gerekliliği ortaya çıkar. Allah’ın yönetici ve yöneten ile yaptığı sözleşmenin sınırları içinde, yönetici-yöneten arasında yapılan üçünü bir sözleşme. Bu düşünce zinciri, Ortadoğu toplumlarının inanç sistemleri ve kültürleri ile çatışmadan ve bugün karşılaştığımız karmaşıklığı üretmeden modern devletin ihtiyaç duyduğu sözleşme modelini üretebilir.

Toplumsal sözleşmenin eksikliğinden üreyen yapısal şiddet; görünmez, köklü ve yerleşik hale gelmiştir. Varlığının farkına varmak bir yana, etkileri bile kendini hissettirmeyecek kadar meşrudur. Sistemin içinde yerini edinmiş olanlar, hiç gitmeyecek gibi yerleşirler. Rejimin otoriter ya da demokratik; hükümetin sivil ya da askerî olması fark etmez. Toplumsal sözleşmenin eksikliğinden fayda sağlayan her aktör sistemin devamı için elinden geleni yapacaktır. Yakupyan Apartmanı’nın sakinlerinden eski ayakkabıcı, yeni parlamento üyesi Haj Bey de bu gayretli insanlardan biridir. Parlamentoda koltuk isteyen Haj Bey, kudreti her şeye yeten yürütmenin bir bakanı tarafından meclise sokulmuş, oyunu kurallarına göre oynamamaya başlayınca aynı bakan tarafından tekrar dibe çekilmiştir. Anlaşılan o ki sistem herkese aynı güzelliği yapmamaktadır. Bahsi geçen bakan “Kimin adaylık koyduğu önemli değil. Kazananı biz belirleriz,” diyecek kadar kendinden emin, yasama ile yürütme ise o denli birleşiktir. Haj Bey ile bakanın ilişkisi, sistem içinde yerleşmiş bürokrasinin ve sistemden faydalananların yerleşik çıkarlarının bir dışavurumudur.

Ayakkabıcı Haj Bey, işe, sokaklarda ayakkabı boyacılığı yaparak başlamıştır. Bir yerlere gelebilmek için çok çalışmış, emeklerinin karşılığını da almıştır. Paradan daha fazlasını isteyen Haj Bey, siyasi katılım hakkını kullanabilmek için yollar aramaktadır. Bu yollardan birinin liyakat olmadığı açıktır. Meclise girmenin yolu, bir bakana rüşvet vermekte yatmaktadır. Bir mağazada işe girmenin yolu, kadınlığını kullanmakta ya da polis akademisine girmenin yolu, iyi işi olan bir babaya sahip olmakta yatmaktadır. İşvereniniz, Hassouna Bey’in yaşadığı gibi sizi hiçbir neden belirtmeden işten atabilir. İşe alımlarda yaşanan bu keyfiliğin nedeni, var olmayan toplumsal sözleşmenin var olmayan kurumsal karşılığıdır. Belli kurallara göre işleyen ve denetlenen kurumlarda, sadakat değil liyakat, verimlilik ve üretkenlik ölçüt tutulur. Halihazırda devletten beslenen özel işletmelerde ise işletmenin derdi kâr yapmak olmadığı için kâr üretecek işçi almanın da bir anlamı yoktur. Ortadoğu, bilhassa devlet kurumlarında, liyakat ile değil sadakat ile var olunan, devlete yakın olan ve sözünden çıkmayanların yükselebileceği bir yer olarak karşımıza çıkmaktadır. Kişiyi besleyen devletken, kişinin devletin sözünden çıkması gibi bir durum söz konusu olamaz. Haj Bey, bu gerçeğin farkında olmasa gerektir. Onu meclise sokarak besleyen devlet, sözünden çıktığında elinden her şeyini almaktan çekinmemiştir. Ne yaptığı usulsüzlükler için onu cezalandıracak bir anayasa vardır ne de üzerine atılan iftiraların hesabını soracak bir anayasa. Yasama ve yürütmeyi denetleyen bağımsız bir yargı olmadığında siyasi sistemdeki her aktör keyfî kararlar verebilir. Kurumlar devlete bağımlı olduğunda ise faydacı ya da rasyonel kararlar alamaz, siyasi kararlar ile işleri yürütürler. Kurumlarda karar almada yaşanan keyfiyet, bu kurumların günlük pratiklerini ve işlevselliklerini de etkilemektedir. Basit bir miras davası, içinden çıkılmaz, insanı bezdiren bir karmaşaya döner. Miras kalan bir evi mülkiyet olarak elde edebilmenin yolu, senelerce davanın bitmesini beklemektir. Böyle koşullarda sistemin aktörleri, hukuksuz ancak pratik olarak işlevsel çözümler üretmek durumunda kalır. Paşa, kız kardeşini evden çıkarabilmek için üzerine haydutlar salmalı, bir kere eve girince de yerinden ayrılmamalıdır. Kız kardeş, onu pek tabii dava edebilir ancak bu dava da yıllar sürecek ve belki de kadın davanın sonunu görecek kadar yaşamayacaktır. Sistemin ünlü avukatlarından birinin yaptığı bu akıllıca plan, hukuk olmadığı zaman ahlâkın fayda olduğunu, yani ahlâklı olanın faydalı olan olduğunu gözler önüne sermektedir.

Her toplumda olduğu gibi Ortadoğu toplumunda da var olabilmenin önkoşulu toplumun meşruiyet kalıpları içine sığmaktır. Kimi toplumlar için bu önkoşul kimsenin işine karışmadan, kimseyi yargılamadan kendi hayatını istediğin gibi yaşamaktır. Bu toplumlarda toplumsal kurallar, bireyi ve haklarını korumak üzerine gelişmiştir. Herkesin kendi işine baktığı toplumlarda, insanların kamusal alanda özel hayatında olduğundan farklı olması, olmadığı biri gibi davranması gerekmez. Çünkü yargılanmayacağını ve aşağılanmayacağını bilir. Para kazanmak için olduğundan farklı biri olması gerekmez, çünkü işe girmesi kimliğine ya da kişiliğine bağlı değildir. Denetleyici bir hukukun olmadığı toplumlarda, denetleme görevini toplum kendi üstlenir. Aksi halde sosyal hayat işlerliğini yitirecek ve ortama kargaşa hakim olacaktır. Hukukun koruyamadığı mülkiyeti, insan onurunu ve insan haklarını toplum kendi içinde korumaya çalışacaktır. Ancak toplumda herkesin onurdan, haktan ve mülkiyetten çıkardıkları anlam farklıdır. Dolayısı ile herkes kendi anladığı şekilde hukuku koruyacaktır. Birinin adil gördüğü başkası için zulüm olacak ve başka bir tür kargaşa ortaya çıkacaktır. Ortadoğu toplumlarında meşruiyetin çerçevesini çizen kavramlar, dinî kurallardan gelmektedir. Bu kuralların siyaset yapımında bir araç olarak kullanılması ile birlikte manipüle edilme süreçleri başlamıştır. İdeolojik olarak yeniden üretilen ve keyfî olarak yorumlanan kurallar, zamanla toplum içinde bir kültür olarak yer edinmiştir. Bu kuralların toplum yaşamına dair çizdiği sınırlar, toplumda çoğunluk tarafından kabul edilmiş ve bir düzenleyici olarak uygulamaya konmuştur. Bu sınırların ihlali söz konusu ise, toplumun tutumu açıktır. Yargılama, aşağılama, toplumdan dışlama. Ancak toplum, üzerine hüküm inşa ettiği kuralları sübjektiviteden aldığı için verdiği hükümler de her zaman tutarlı ya da sağlıklı olamamaktadır. Bu nedenle toplumun genelinde kendini gizleme ve özel hayat ile kamusal hayatı birbirinden ayırma eğilimi görülmektedir. Haj Bey’in haşhaş kullandığını, yaptığı ikinci evliliği, gördüğü rüyaları saklaması, gazeteci Hatem Bey’in eşcinselliğini saklaması ve Bosaina’nın iş yerinde patronu ile yaşadıklarını saklaması gibi insanlar sosyal ve siyasi eğilimlerini ve tercihlerini saklamaktadır. Kimse hükümetten memnun olmasa da bunu kamusal alanda belli etmez. Bu nedenle kimse, hoşnutsuzluğunu ifade etme cesaretini gösteremez. Timur Kuran’ın “preference falsification” olarak kavramsallaştırdığı bu durum, toplumda hiç kimsenin, diğerlerinin tercihleri hakkında doğru bilgiye sahip olmamasını ifade eder.[2] Toplumun diğer üyelerinin fikirlerine dair bir bilgi edinemeyen bireyler arasında sosyal değişimi getirecek sosyal ayaklanmayı oluşturacak hareketlenme meydana gelemez. Ortadoğu’da sivil toplum bu nedenle gelişemez. Ortak amaçlar ve çıkarlar etrafında toplanan grupları ifade eden sivil toplumun oluşabilmesi için insanların ortak çıkarlara sahip olduklarından haberleri olması gerekir. Meşruiyetin merkezi olan cami ve cemaati içinde, Müslüman birey kendini gizlemek zorunda değildir. Çünkü zaten bütün hayatını meşru kalıplar içinde yaşamaktadır. Devletin, camiye dokunamamasının nedeni İslâm’ın meşru zemininin burada çok kuvvetli hissedilmesidir. Devlete karşı tek etkili muhalefetin İslâmcılar içinden çıkması, bu nedenle, tesadüf değildir.

Toplumun içindeki sosyal, siyasal ve ekonomik eşitsizlikler; filmin karakterleri için hayatı yaşanmaz yapmaktadır. Siyasi katılım hakkını elde etmeden önce insanların baş etmesi gereken daha temel problemler vardır. Çalışkan bir öğrenci olan Taha, polis olabilmek için ihtiyaç duyduğu her şeye sahiptir. Notları iyidir, kendi iyi bir vatandaş ve tam bir vatanseverdir. Disiplinli ve itaatkârdır. Ancak bunlar, polis olmak için yeterli olmamıştır. Bu eşitsizliğin hesabını sormak için başvurabileceği bir kişi ya da kurum olmayan Taha, kendini devlete karşı etkili muhalefet üretebilen tek grubun içinde bulmuştur. Bu şekilde, hak ettiği yere gelebileceğini umarken daha şiddetli adaletsizlikleri yaşayabileceğini öğrenmiştir. Yaptığı gösterilerden birinde tutuklanan Taha, insani olmayan zalim bir muamele ile karşılaşınca adaleti sağlamanın bütün yollarının ona kapandığını ve artık yapabileceği tek şeyin kendi bildiği şekilde intikamını almak olduğunu fark etmiştir. Ortadoğu’da insanlar bu şekilde radikalleşmektedir. Taha gözaltında işkence görürken, Paşa avukatını çağırabilme hakkına sahiptir. Sistemin uyguladığı yapısal şiddetle baş edemeyen birey, bireysel şiddete başvurmaktadır. Yakupyan Apartmanı’nın sadece düşük gelirli kişileri değil, kadınları ve gayrimüslimleri de aynı “kadere” mahkûmdur.

Yakupyan Apartmanı sakinlerinin günlük hayatları, Ortadoğu’da devlet-toplum arası modern ilişki biçimlerinin bildiğimiz anlamda gelişmemiş olmasının sonuçlarını yansıtmaktadır. Devlet ve toplumun zayıf ilişkisi Bosaina ve Taha’nın ifade ettiği gibi insanların kendi ülkelerinde birer yabancı haline gelmelerine neden olur. Yaşadıkları ülke onların değildir, hiç olmamıştır. Beraber yaşamak zorunda oldukları devlet, uzaydan iner gibi başlarına çökmüştür. Ortadoğu halklarının devleti, içlerinden çıkma bir şekle dönüştürme çabaları sonucunda bildiğimiz modern devletten çok farklı bir siyasal örgütlenme modeli oluştuabilir.



[1] Johan Galtung (1969). “Violence, peace, and peace research”, Journal of peace research6(3), s. 169. Bu makalenin geneli, yapısal ve bireysel şiddetin tanımlarını ve karşılaştırmasını yapmaktadır. Bu yazıda bahsedilen şiddet, bu makaleden alınmıştır. Ortadoğu’nun çocuklarına olan zalimliğinin romantik anlatımını karşılayacak teorik açıklamayı sunduğunu düşünüyorum.

[2] Timur Kuran (1998). “The vulnerability of the Arab state: reflections on the Ayubi thesis”, The Independent Review3(1), s. 111.