Kuş Gribi Terörü

Tomis Kapitan, terörist kelimesinin kullanımındaki siyasî saiklere işaret ederken şöyle diyor: “[Terör retoriği] kişi ya da gruplara karşı şiddet kullanılmasının önünü açar ve insanların korkularını istismar ettiği için, devlete tam bir hareket serbestîsiyle davranma ve yöntemlerine yönelik itirazları geçiştirme olanağı sağlar” (aktaranlar, Steven Best ve Anthony J. Nocella, Defining Terrorism).

Medyanın, devletin, ulusal ya da uluslararası sağlık kuruluşlarının kuş gribiyle ilgili tavrı, insanları tek kelimeyle “terörize” etmiş durumda. Bu terörün adı salgın, faili ise kuşlar. Kuş gribi vakalarının rastlandığı bölgelerde, geçim kaynağı olan hayvanını saklamaya çalışan ya da aceleyle yiyen insanlar hariç, herkes Hitchkock’un Kuşlar filmindekine benzer bir halet-i ruhiye içinde. Ülke çapında yüz binlerce tavuk, hindi, ördek, kaz, güvercin katlediliyor. Sinop’ta belediye kuşlarla “savaşmak” için sürekli havai fişek patlatıyor, ağaç dallarına konmasınlar diye. Sokak röportajlarına bakarsanız, yetkililerin uyguladığı itlaf yöntemlerinden herkes rahatsız. Ama “terör” olgusu ve failleri yok etme gereği, tek tük birkaç ses dışında, tartışılmıyor; diri diri yakmak yerine gazla boğmak salık veriliyor – üstelik bazı hayvan hakları dernekleri tarafından da. Devletin “önlem” alması kaçınılmaz; halkın istismar edilen korkuları, nihayetinde alınan önlemlerin faydasını da, uygulanma yöntemlerini de sorgulanmaz hale getiriyor. İnsanların içinde, duydukları rahatsızlığa rağmen yapılacak çok da bir şey olmadığı inancı kök salıyor. Diri diri yakılan, gömülen, çığlık çığlığa torbalara doldurulan hayvanların görüntülerini kanıksamaya başlıyoruz; kanıksamak zorunda bırakıldığımız binlerce görüntüden biri olarak, birkaç gün sonra unutmak üzere…

“Terör” benzetmesinin kullanıldığı pek çok yerde, gerçek faillerin gizlenmesini sağlayan bir mekanizma söz konusudur: Her yıl binlerce insanın canını alan, “trafik terörü”dür, devletin ulaşım konusundaki politikaları ve otomotiv sektörünün lobiciliği değil. “Kapkaç terörü”, ülkedeki işsizlik ve yoksulluk düzeyinin üzerini bir güzel örter. Son derece olağan bir meteoroloji olayı, belediyelerin aczini örtmek üzere, “kar terörü” olarak adlandırılır. Türkiye’de 4 kişinin, dünya çapında 1997’den beri 82 kişinin ölümüne yol açan H5N1 virüsü, ulusal ve uluslararası kuruluşların ağız birliği ettiği bir mutasyon “olasılığı” çerçevesinde kuş gribi terörüne, her an üzerimize pislemesi muhtemel güvercinlerse yakalandıkları yerde imha edilmesi gereken teröristlere dönüşür. Ölen çocukların hesabı kuşlardan sorulurken, daha birkaç ay önce gündeme damgasını vuran ishal salgınının müsebbibi “belediye terörü” unutulur, devlet halk sağlığı alanındaki ihmallerini büyük bir katliam perdesinin arkasına gizler.

Devlet terörünün şahikası ABD’de, yıllardır yoğun bir “güvenlik” ve paranoya kuşatması altında ve biyoterörizm saldırısı beklentisiyle yaşayan halk, medyanın ve hükümetin kışkırtmasıyla bu terör dalgasının etkisi altına girmiş durumda. İnternetteki tartışma gruplarında, olası bir salgının ardından meydana gelecek yağma olaylarına karşı “silahlanma” gereğinden söz ediliyor. Oysa Ralph Nader’in de aralarında bulunduğu pek çok kişi, kurum ve bilim insanı, olası bir salgına karşı halk sağlığı altyapısının geliştirilmesi ve önlemlerin arttırılması konusunda hükümeti uyarıyordu (Katrina tayfununun çok öncesinde yapılan uyarılar gibi). ABD’de yılda ortalama 36 bin kişi normal grip yüzünden hayatını kaybediyor. Bush yönetiminin halk sağlığında uyguladığı bütçe kesintilerinin insani maliyetini görmek için, kuş gribi salgını senaryolarını beklemek gerekmiyordu.

Bush’un olası bir salgınla mücadele programıysa kabaca şöyle: Federal hükümet, aşı üretimi ve salgına karşı alınacak önlemler için 3.8 milyar dolarlık bütçe ayırıyor. Ayrıca Aralık ayında, ilaç şirketlerini, halk sağlığını tehdit eden hastalıkları tedavi amacıyla üretilen ilaçların yan etkileriyle ilgili davalardan muaf tutacak ve belli miktarda aşı siparişini güvence altına alacak bir yasayı geçirme hazırlığındaydı. Meral Tamer, 22 Ocak tarihli Milliyet gazetesindeki yazısında 2005 yılının dev ilaç şirketleri için kâbus yılı olduğundan söz ediyordu. İlaç sektörü, araştırma ve geliştirme harcamalarının semeresini alamıyordu, çünkü bazı ilaçların son dönemde peş peşe çıkan yan etkileri nedeniyle açılan davalar ve yoğunlaşan eleştiriler üzerine, yeni bir ilacın lisans alıp dağıtılabilmesi için onay vermesi gereken ABD Gıda ve İlaç İdaresi [FDA] kılı kırk yarmaya başlamıştı. Bu yasanın geçmesi halinde sektörün derin bir nefes alacağına kuşku yok. ABD Vergi Mükellefleri ve Tüketici Haklarını Koruma Derneği’nden bir yetkilinin açıklamasına göre, tasarıda kullanılan ifade öylesine muğlak ki, pek çok ilaç, bu muafiyetin kapsamı altına girebilir. Pentagon Haziran ayında 58 milyon dolarlık Tamiflu siparişinde bulundu. Tamiflu’nun fikrî mülkiyet haklarına sahip olan, Kaliforniya’daki Gilead adlı şirketin eski yönetim kurulu başkanının ve en büyük hissedarlarından birinin Savunma Bakanı Donald Rumsfeld olduğunu belirtelim. Yıllardır raflarda zar zor bulunan Tamiflu’nun son aylardaki siparişlerle karaborsaya düşmesi sayesinde, Gilead’in hisselerinde muazzam bir artış oldu. Bush’un, ilaç sektörünü ihya edecek önlem programının en çarpıcı unsuruysa, iç savaş ya da ayaklanma koşulları dışında ülke içinde ordu gücünün kullanılmasını yasaklayan 1878 tarihli yasayı değiştirme çabası. Ekim ayındaki bir basın toplantısında, salgın halinde “karantina uygulamak” ve bazı kentleri “tamamen bloke etmek” için orduya ihtiyaç olacağını söyledi: “ABD’nin herhangi bir yerinde salgın başgösterse, ülkenin o bölümünü karantina altına almaz mıyız? Peki karantinayı en iyi nasıl uygularsınız? Orduyu kullanmak, seçeneklerden biridir. Bu nedenle bu konuyu gündeme getirdim. Kongre’nin bunu tartışması gerekiyor.” Pek çok kişi ve kurum bu tasarının bir halk sağlığı tedbirinden ziyade savaş tedbiri olduğu konusunda Bush’u eleştiriyor, ama Irak işgali öncesindeki tek tük birkaç eleştiri gibi bunların da dikkate alınmaması muhtemeldir.

GÜNEŞ YÜZÜ GÖRMEYEN TAVUKLAR

Türkiye’de de ziyadesiyle etkili olan bu terör söylemine ve aylardır süren katliamlara, entegre tesislerin lehine süren yoğun bir kampanya eşlik ediyor. Banvit, Şeker Piliç, Ömür Tavukçuluk gibi büyük şirketlerin oluşturduğu Sağlıklı Tavuk Platformu, veterinerlik fakültelerinden uzmanlar, tarım ve sağlık bakanlıkları, halkı markalı ürünleri almaya teşvik ediyorlar. Binlerce hayvanın güneş yüzü görmeden, kendi dışkıları içinde yaşadıkları, hastalıkların kolayca yayılması riskine karşı yoğun bir antibiyotik pompalamasına maruz kaldıkları tesislerin, “sağlıklı et” üretiminin tek yolu olduğu ilan ediliyor. Daha kısa bir süre önce gündeme damgasını vuran ve “beyaz et” satışlarının düşmesine (hemen akabinde de Sağlıklı Tavuk Platformu’nun kurulmasına) neden olan hormonlu tavuk tartışmaları çoktan unutuldu.

Yumurta tavukları sınaî çiftliklerde yetiştirilen hayvanlar arasında en kötü muameleye maruz kalan hayvanlar. Her tavuk, başka beş tavukla birlikte bir çekmece genişliğinde bir kafeste yaşıyor. Kafesler birkaç kat oluşturacak şekilde üst üste diziliyor ve üstteki tavukların pisliği alt kafeslerdekilerin üzerinde düşüyor. Bazı tavukların tırnakları tele takılıyor, zamanla tırnaktaki et telin etrafını kaplıyor ve kafesin kenarındaki yem kabına ulaşamayan bu kuşlar açlıktan ölüyor. Daha iki yaşındaki tavuklar “bitmiş” sayılıyor ve kesimhaneye yollanıyor. Yumurta çiftliklerinde erkek civcivler hiçbir işe yaramadıkları için kafaları koparılarak öldürülüyor, eziliyor ya da canlı canlı kıyma makinesine gönderiliyorlar.

Kuş gribiyle birlikte satışların düşmesinden ötürü uğranan kayıplar yüzünden tavukçuluk sektörünün “geçici olarak” küçüleceği ifade ediliyor. Bazı sektör temsilcileri, satamadıkları ve beslemek istemedikleri tavukları dışarıya salma tehdidinde bulundu. Banvit genel müdürü Ömer Görener, daralmanın yüzde elliyi bulacağını, “kârlılığın korunması için” sektör firmalarında “işten çıkarmalara gidileceğini” söyledi. Nihayet devlet, darboğaza giren tavukçuluk sektörü için hazırlanan destek paketini açıkladı. Sektördeki şirketlerin gelir, kurumlar vergisi, SSK primleri, enerji borçları ile Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatifleri'ne olan kredi ödemeleri ertelenecek. Söz konusu önlemlerin toplam finansman maliyeti ise 53.2 milyon YTL. Satılmadıkları için beslenmeleri de gereksiz bir maliyet haline gelen 30 milyon tavuk itlaf edilecek. Bu arada, sadece Takvim (19 Ocak) ve Zaman (18 Ocak) gazetelerinde yer alan bir habere göre, sektör temsilcilerinin dile getirdiği, stoklarda kalan tavukların fakirlere dağıtılması önerisi Ekonomik Sorunları Değerlendirme Kurulu’nun toplantısında kabul edildi. Habere göre tavukların maliyeti ve dağıtımı Sosyal Yardımlaşma Genel Müdürlüğü tarafından üstlenilecek. Takvim gazetesinin yorumuysa şöyle: “Böylece hem stoklar eriyecek, hem de tavukçular bir nebze olsun malî destek görmüş olacak.” Böyle bir uygulamanın hayata geçirilip geçirilmediği hakkında basında herhangi bir açıklamaya rastlanmıyor. Ama eğitimli, kentli orta sınıfın geçici bir süreliğine tüketmekten kaçındığı tavukları, nasıl olsa karınları aç olduğu için ‘her şeyi yemeye hazır’ yoksullara dağıtma ve böylece sektörü destekleme önerisinin, kabul edilmemiş bile olsa, başlı başına skandal olduğuna şüphe yok.

Bütün bu destek paketleri ve kampanyalar arasında, açıkta yaşayan sağlıklı hayvanların itlaf edilmesinin ülkedeki yerli tavuk ırkının ve gen kaynaklarının yok olmasına yol açacağını, açıkta hayvan beslemenin yasaklanması yerine modern ekolojik çiftliklerin teşvik edilmesi gerektiğini söyleyen uzmanların görüşleri medyada yer almıyor. Sınaî hayvancılığın çevre ve insan sağlığı açısından oluşturduğu tehditlere dikkat çeken araştırmalardan söz edilmiyor. Sınaî hayvancılık tesisleri, çevreye verdikleri zarar bir yana, bölgedeki diğer hayvanlara ve insanlara hastalıkların bulaşması açısından büyük bir tehlike oluşturuyor. Atıkların su kaynaklarına ve toprağa karışması, gübre olarak kullanılması hastalıkların hızla yayılmasına neden oluyor. Bu su kaynaklarını kullanan yabani hayvanların hastalık kapma olasılığı çok yüksek. Binlerce hayvanın kapalı bir alanda tutulduğu tesislerde hastalığın hızla yayılmasını önlemek için hayvanlara sürekli antibiyotik veriliyor. Bu yoğun antibiyotik pompalamasıysa, pek çok virüsün antibiyotiğe direnç kazanmasına neden oluyor. Amerikan Gıda ve İlaç İdaresi’nin verilerine göre, kümes hayvanlarından elde edilen ürünlerin yaklaşık yüzde 60’ı hastalıklara neden olan bakteriler taşıyor. Bu tesislerin çevreye yaydığı amonyak gazı ise, insanlarda ölümle sonuçlanabilen solunum rahatsızlıklarına neden oluyor.

SORUMLU KİM?

Komplo teorilerinin tipik bir formülü vardır: “Bir işin arkasında hangi güçlerin olduğunu bulmak istiyorsan, o işten kimin kazançlı çıktığına bak.” Çok basit bir formüldür bu, düşmanı hemen tespit edersiniz; çok cazip bir formüldür, nasıl olsa her taşın altından çıkıveren bazı güçler olduğu inancıyla, bireysel sorumluluk yükünü insanın omuzlarından alır. Komplo teorileri tam da bu yüzden tehlikelidir: İnsanın omuzlarından aldığı bireysel sorumluluk yüküyle birlikte, mücadele gücünü ve iradesini de törpüler. Ayrıca, karmaşık olayları basit formüllere indirgemekten haklı olarak kaçınan insanların, olayların arkasındaki birtakım çıkar odaklarına işaret edilen her yerde bu indirgemenin ipuçlarını bulmalarına yol açar. İlaç sektörünün ve Donald Rumsfeld gibi “olağan şüpheliler”in, kuş gribi paniği vesilesiyle elde ettikleri kazançlara dikkat çektiğinizde, bütün dünyayı tehdit edecek bir virüsün yaratıldığı meşum laboratuvar sahneleri kurguladığınız düşünülebilir. Türkiye’de devletin ve büyük sermayenin el ele vererek köy tavukçuluğunu sona erdirmek üzere bir salgın başlattığını düşündüğünüz sanılabilir. Bir sokak röportajında bir vatandaşımızın dediği gibi kuş gribinin arkasında “Türkiye’yi yıpratmak isteyen güçler”in, ya da Türkiye’de kümes hayvancılığını bitirmek isteyen AB’nin bulunduğunu düşündüğünüze hükmedilebilir ve söyledikleriniz ciddiye alınmayabilir.

Bu nedenle, o büyük, heyula misali her taşın altından beliriveren şekilsiz güçlere işaret ettiğiniz her yerde, komplo teorileriyle aradaki ince sınıra karşı tetikte olmanız gerekir. Ve ortada büyük bir oyun varsa, herkesin, talep ettikleri ya da etmedikleriyle, hesabını sordukları ya da sormadıklarıyla, kendi hayatında değiştirdikleri ya da değiştirmedikleriyle, bu oyunun bir parçası ve aktörü olduğunu hatırlatmanız gerekir.

George Monbiot, 3 Aralık 2005’te Londra’da İklim Yürüyüşü’nde yaptığı konuşmada şöyle diyor: “İklim değişikliğine karşı mücadele, artık dönüşmüş olduğumuz şeyin büyük çoğunluğuna karşı mücadele etmek demek. Bu, en temel dürtülerimizden bazılarına karşı da mücadele demek. Biz hâlâ uçağa binmeye devam ediyorsak, başkalarına ‘uçağa binmeyin’ diyemeyiz. Kendimiz değişmeye hazır değilsek, hükümetimize ‘bizi değişmeye zorlamalısın’ diyemeyiz. Hayatımızın en büyük kavgası yalnız orada değil, aynı zamanda burada da olacak.”

İlaç ve kozmetik sanayiinden deri ve kürk sektörüne, gıdadan eğlence sektörüne kadar, hayvanları tüketme biçimlerimizin sanayileşme ve kapitalizm koşulları altında büründüğü vahşet ve adaletsizlik, onları tüketmeme seçeneğini salt bir yaşam tarzı, kişisel bir tercih ya da inanç meselesi olmaktan çıkarıyor. Yemek tercihi de, artık damak zevkine bağlı kişisel bir seçim değil; toplumsal adaletle, kaynakların adil dağıtımıyla, daha yaşanılası -hatta kaynakların amansızca tüketilmesi sonucu sadece “yaşanılabilir”- bir dünya kurma ihtiyacıyla dolaysız bağı olan, politik bir seçim. Bugün kuş gribi vesilesiyle tanık olduğumuz ve isyan etmekten kendimizi alamadığımız şiddet görüntüleri, entegre tesislerden marketlere uzanan yolun bizden sakladığı şiddetin yalnızca bir kısmını görünür kılıyor. Hayvan hakları konusunda duyarlılık taşımak, bugün bütün dünyaya hâkim olan, şiddete dayalı bir politik ekonomik düzeni tüm boyutlarıyla sorgulamak anlamına geliyor. Bir siyasî hareket olarak hayvan hakları hareketi, olağanlaştırılmış ve olağanüstü biçimleriyle şiddetin hiçbir türüne kayıtsız kalmama ilkesine dayanıyor. Dünyada neler olup bittiğini, şiddetin nasıl sistemli bir şekilde normalleştirildiğini, çaresizlik duygusunun nasıl dayatıldığını, bireysel tercihlerimizle şiddetin suç ortakları olduğumuzu göz ardı etmememiz gerektiğini bize hatırlatan bir hareket bu. Kendimizi ne ölçüde değiştirmemiz gerektiğine ve ne ölçüde değiştirebileceğimize, ancak oyunun aktörleri olduğumuz gerçeğini kabul ederek karar verebiliriz.

Post-Express, Şubat 2006