Haffner’in Gözünden… Politika, Sorumluluk ve Suç Ortaklığı

“Halkların krizleri gibi, insanların krizleri de her şey olup bitene kadar tam anlamıyla anlaşılamaz,” diyordu Doris Lessing, Mary’i anlatırken.[1] Toplumların çile çubuğunun dolmasının, her şeyin olup bitmesiyle zaman-dışı bağı, sanıldığından daha güçlüydü bu durumda. Çünkü ne travma, ne de kriz sadece yaşandıkları ânı sabit kılan bir tarihsel özneydi, taşarak, sarmal halinde ilerleyerek, kimi zaman yılankavi dönüşlerle, ama muhakkak ki fazlalığını ortada bırakarak yaşanıyordu. Fazlalık…

Bu, 7 yaşından itibaren savaşla ne yapılması gerektiğini anlamaya, fakirlik ve kafa karışıklığı, kargaşa ve tehlike, hayat ve ölüm, oyunlar ve oyunbozanlık arasında, savaşın onlara ne yaptığını idrak etmeye çalışan bir bürokrat çocuğunun, adım adım iktidara gelen Nazizm karşısındaki yolculuğu ile başlayan bir düello. Nazi iktidarı tam olarak geldiğindeyse hâkimlik stajını yapan genç bir hukukçu olarak mahkemeler ve sokak arasında geçen hayatında, Nazizm’in nereye tekabül ettiğini anlamaya çalışmasının fikrî hikâyesi.

“Yaralanabilecek olmamız, başkalarının yaralanabilecek olması, bir başkasının kör kaprisiyle ölüme maruz kalabilecek olmamız, hem korku hem de keder sebepleri,” diyor Judith Butler.[2] Bu halde ne kendi yaramız, ne de toplumsal açık yaralarımız bir tür tıbbi acının meskeni. Kör kaprisin siyasallığından, yaralamanın ve yaralanmanın kamusallığına kadar her şey, korku ve kederi politik duygular olarak tekrar üreten bedensel uzuvlar, çünkü ancak bu şekilde var oluyor ve taşınıyorlar. Tüm bu kamusallık, bir uzuv ve fazlalık olarak, bedenin istiap haddinden doğuyor. Haffner, tam da bu istiap haddinden taşanları yazıyor, kendi hikâyesini büyük tarih anlatısının tam ortasına, tarihin sağlamasını yapmak için değil, bir ahlâkın unutulmaması için koyuyor. Almanya, yaralıyor ve yaralanıyor; Haffner, hem alçak politikacılığın hem de bu türden bir yaranın bir topluma nasıl zerk edildiğini dışarıdan ve uzaktan değil, içinden ama kıyısından bir yerden yazıyor.

Butler, devam ediyor: “Eğer şiddet döngülerini durdurarak daha az şiddet içeren sonuçlar üretmek istiyorsak, keder siyasi olarak savaş çığlığından başka neye dönüştürülebilir sorusunu sormamız gerek,” diyor. Çünkü kederin, muhakkak ki bir taşıma kabı içine alınması gerekiyor. Haffner, duyguların nasıl tarihselleştiğini, bir arada ve biz olma, başkasının hayatına bağlı olma ve karşılıklı bağlılık arzusunun, bir toplumu neresinden yakaladığını, bunun eksikliğinin bir halkı neresinden çözdüğünü ve yıktığını merak ediyordu. Butler, devam ediyordu: “Hayatım başından itibaren ötekinin hayatına bağlı olursa, bu, toplumsal ilişkileri sağlar.”[3]

Toplumsal yas tutulabilir bir şey mi?

Duyguların politikliği, yasın ve kederin, travmanın ve alt edilmişliğin ne türden bir hayat bilgisine tekabül edeceğinin, bu duyguların ikmalinin ne türden bir idraki sorumlu kıldığının cevabı aynı zamanda. Haffner’in hatırladıkları kadar hissettikleri, tanık oldukları kadar yaşadıkları arasında anlattığı tarih; tarihi, ele gelir, göze görünür bir şey kılıyor. Haffner, sorumluluğu kimseye atmadan, ülkesiyle veda etmenin ne menem bir zorluk içerdiği bilgisini de paylaşıyor buradan. Bu keder, onun ağır, zahmetli ve ağrılı vedasının duygusu olarak da duruyor. Aynı zamanda yapmacık bir toplumun mirasını reddetme iradesinin kederi ve yasını da yaşıyor.[4] Aksu Bora, oradan devam ediyor: “Türümüze ait bir ölümlülük bilincinin kederi mi bu, yoksa başka bir şey mi? Varoluşumuzla mı ilgili, yapıp ettiklerimizle mi?”[5] Toplumun geri kalanının bu kederi tutmaması, Haffner’in varoluşu ile mi ilgiliydi, yapıp ettikleriyle mi?

İşte Sebastian Haffner’in hikâyesi bu yüzden, hikâye edilebilir bir yas ve kederin, alt edilmişliğin ve travmanın, kişisel olmaktan çıkan anlatısı olarak okunuyor: Adı, Bir Alman’ın Hikâyesi (İletişim Yayınları, 2018). Haffner’in hatırladıkları, büyük kahramanlıkların ve devasa yenilgilerin arasına sıkıştırılmış küçük hikâyenin, büyük resmi biricik ve yegâne kılan tek gerçek olduğunun zorunlu ihtimali. 1914’te düello ile başlayıp 1933’te bir otobüs ile son bulan bir anlatının, hafızadan çıkan kederin, sorumluluğun, yasın, toplumsal idrakin, kamusal vicdanın resmî olmayan tarihi. Haffner, hikâyeyi en sağlam yerinden ve kişisel olandan alıp, parça pinçik dağılmanın nasıl da kuvvetle muhtemel olduğunu anlatıyor. En imtiyazlı olanların bile, taş kesmiş bir rejim karşısındaki sönüklüğünü, kırılganlığını ve dağınıklığını gösteriyor. Hem de imtiyaz kaybetmenin soğuk üsttenliği ile değil, insan onuru denen şeyin kendisiyle hesaplaşarak.

Yas tutulabilir bir şey midir yoksa ele avuca sığmaz uçarı bir his olarak değdiği yerde ancak izi kalan uçucu bir keder olarak mı ifade edilir? Aktüel olana, dönemin ve zamanın ruhunun cari diliyle cevap vermek makbul olduğunda, toplumsal duygu geçişleri kişisel duygu yitimlerine dönüşür mü? Haffner’in hikâyesi, ısrarla söylediği münferit bir Alman’ın hikâyesi ile başlar, onu aşar, oradan taşar, duyguların politik erdemler olarak yeniden tanımlandığı düzleme doğru kayar. Toplumsalın yasını tutar Haffner, kederini savaş çığırtkanlığı olmanın ötesinde bir yere taşır. “Yaralanmanın kazandırdığı bir şey, hayatımın bağımlı olduğu ötekilerin, tanımadığım ve belki de hiç tanımayacağım insanların bulunduğu sezgisidir.”[6] Haffner, orada, o anda, suç işlenirken, senden olmayan alt edilirken, ona zulmedilirken, hiçbir şey yapmadan da olsa sadece fiziken orada olmanın, yani mevcudiyetin suç ortaklığını, bir tür sezginin de elvermesiyle, itirafın ötesindeki bir hafıza tanıklığına dönüştürür. Bu muhakkak ki savaş çığırtkanlığından öte bir şey. Hiç tanımadığım insanların sezgisi, hiç tanımadığım insanlara ne yapıldığının sezgisi ve ağrısı…

“İki birbirine denk olmayan rakibin karşı karşıya geldiği bir düello”[7] olduğuna göre bu kitap, taraflardan biri muktedir bir devlet ve diğer tarafta kim olduğunu tam olarak bilmediğimiz sıradan münferit bir şahıs. Denklemin iki ucu birbirine eşit olmadığına göre, tarihin bir tür denklenemeyenler arasındaki mücadele olduğunun ikrarı biraz da. Haffner, hafızadan taşanların, her zaman bilerek isteyerek değil, bazen de sızarak ve sezdirerek de anlatılabileceğini gösteriyor. Çünkü salt tarihi hadiselere gömülmeyi değil, o sırada sahiden gündelik hayatta ne oldu sorusunun cevabını veriyor. Bu gündelik hayatı o da merak ettiği için değil, bizzat yaşadığı ve cevabı onda saklı olduğu için, belki de elinde olsa onu yaşamak istemediğinden…

Nazizm peyderpey geliyor, adım atarak, gündelik dilin cari kullanımlarını kendi lehine zapturapta alarak, küçük boşlukların üzerine tüm fırsatçılığı ile çullanarak, sokağın üzerine abanarak ve toplumsal çelişkilerin hepsini büyük bir kurnazlık ile kullanarak. Haffner, işte o anda orada olmanın neye benzediğini, buradan ne tür bir hayat sızdığını, sızan bu hayatın ne türden ölümleri sızdırdığını, insanın nasıl ezildiğini anlatıyor.

“Devlet, bu münferit kişiden, arkadaşlarından kopmasını, sevgilisini terk etmesini, kendi fikirlerinden vazgeçip önüne konan fikirleri benimsemesini, insanları alıştığından farklı bir şekilde selamlamasını, hoşlandığından farklı şeyler yemesini ve içmesini, boş zamanını nefret ettiği birtakım faaliyetler için heba etmesini, bütünüyle reddettiği maceralar için kendisini emre amade kılmasını, geçmişini ve benliğini reddetmesini, hepsinden önemlisi bütün bunları yaparken her an en yoğun şekilde coşku ve minnettarlık göstermesini, korkunç tehditler savurarak talep eder.”

Coşku ve minnettarlık, siyasi bir mobilizasyonun politikasını çizer; Haffner araya gider: “Münferit bir şahsın kendi benliğini ve onurunu son derece güçlü ve düşman bir devlete karşı savunmaya çalıştığı bu tür düellolar, altı senedir Almanya’da binlerce, yüzbinlerce kez yaşandı, yaşanıyor.” İnsan onuru denen soyut ve içi doldurulamaz duygunun, bir tür boş gösteren olarak hem her şeye dair hem de her şeye nüfuz ettiğini anlatıyor Haffner.[8]

Bir tarafa tarihin kendi önemini, manşet olabilme becerisine hapsettiği magazinelliği koyuyor Haffner, öte tarafa “1933: Hindenburg, Hitler’i görevlendirdi” haberini. Bu manşetin altmetnini kendisi yazıyor: “66 milyon insanın hayatında bir deprem başlıyor!” Bunu anlamak için, Almanya tarihini değil, kendi kişisel hayatının tarihinin bir parçası olarak Almanya’nın tarihini anlatıyor. Haffner’in bahsettiği, savaşla ne yapmak gerektiğini bilmenin, bir yokluk bilgisine vâkıf olmakla ilgili olması; bunun da peşi sıra tutulacak ya da uçacak bir yas ile beraber gelmesiydi. Çünkü yedi yaşında bir erkek çocuk olarak, hem savaşın hem de Nazizm’in kendi dilini nasıl dönüştürdüğünü, ültimatom, süvari, seferberlik kelimeleriyle örülü bir siyasi dile nasıl hapsettiğini anlattığı kadar, başka bir şeyden daha da bahsediyordu: “Cephede olanlar vardı, ölüm haberleri geliyordu ve yokluklarına hızla alışıyorduk. Bu yokluğun günün birinde ebediyete kadar sürecek bir ayrılığa dönüşmesi pek fark etmiyordu.”

Bu yüzden bu anlatı, fizikî bir mevcudiyetin yüklediğinden taşan kaybın, toplumsal keder dışında neye imkân açabileceğinin peşinden gidiyor. “Dünyada olmanın, insanlar arasında olmak demek olduğunun bilgisiyle bir arada durmak”[9] için, sadece bir hesaplaşma ya da suç ortaklığının rahatlatıcı itirafı yetmiyor, yanı sıra duyguların ifşaatı da gerekiyor. Çünkü faşizmin seli, kendisine kapılmaya teşne herkese görülmemiş, duyulmamış hisler bahşederken, dışarda kalanları bir sıkıntı ve yalnızlık vakumunda neredeyse boğuyor.

Çocuk Haffner’e göre savaşın, barışın sunduğu her şeyden daha derin bir eğlence sunması, daha neşeli duygular bahşetmesiyle ilgiliydi. “Birbirini takip eden on senede doğmuş bir neslin kafalarında oluşturulmuş ve dört sene boyunca bu beyinlere iyice mıhlanmış çocukça bir sanrı, yirmi sene sonra pekâlâ ölümcül ciddiyette bir dünya görüşü olarak büyük siyaset sahnesine geri dönebilir.” Kitlelerin ruhunu anlamaya çalışmıyordu Haffner, bir fikrin, kitleleri harekete geçirecek tarihsel güce dönüşebilmesinin nasıl mümkün olduğunu yaşadıklarından çıkarak anlamlandırmaya, bunun adını koymaya çalışıyordu.

Nazizm’in kökünü aramak diye bir şey, ne onun toplumsal olanın hangi siyasal seferberlikle ikame edildiği ile ilgiliydi, ne de savaş hissiyatı denen duygular seliyle. Haffner’e göre, Nazizm’in kökü hep Alman okul çocuklarının savaşta yaşadıklarında olmuştu, zannedildiği gibi cephede yaşananlarda değil. Siyaset mühendisliğini, tarih dokuması ile tekrar yürürlüğe sokmak, Haffner’den sonra artık sadece bir uzak ihtimal olarak kalmıştı bu durumda.

Kötü bir hayatta iyi bir hayat sürmek mümkün mü?

Judith Butler, “Kötü Bir Hayatta İyi Bir Hayat Sürmek Mümkün Müdür?” sorusunu deşmişti[10]:

“Elbette, Adorno, Minima Moralia’da bize ‘Es gibt kein richtiges Leben im falschen’ (‘Yanlış yaşam, doğru yaşanmaz’) der, yine de bu onu ahlâk imkânından medet ummamaya sürüklemez. Nitekim şu soruyla baş başa kalıyoruz: kötü bir hayatta nasıl iyi bir hayat sürülür? Ya da, içinde yaşadığımız tarihsel zaman sorunun biçiminin kendisine nasıl nüfuz eder?”  

Haffner, insanları dünyadan silip atmaya meyyal bir çağın en kötü zamanlarından birine denk gelmiş, olmaması gereken yer ve zamanda, olmaması gereken bir yerde var olan biri olarak, bu kötü hayattan, iyi ne çıkarılabilir’in ağırlığıyla anlatıyor. Ve tabii kötü bir hayattan, iyi ve onurlu bir hayat çıkarmaya çalışıyor.

İnsanların iz bırakmadan yok olduğu ve ülkesinin ruhsal durumunun giderek mahşerî bir hal aldığı zamanlarda, bununla nasıl baş edilmesi gerektiğinin de, en az devletin ne yaptığı kadar önemli olduğunu gösteriyor. Adliye kütüphanesinde, kendisine “Ari misiniz?” diye soran Nazi subayına, gayri ihtiyari “Evet,” cevabını vermiş olmanın ağırlığını, hiçbir kelime ya da bahaneyle örtmeye çalışmadan yapıyor bunu. Ülkesinin, bu mahşerî ruh halinin nasıl bu raddeye geldiğini, yükselen neslin nasıl çürüdüğünü, 1914’ten 1933’e yaşanan vahşi dönemde yaşanan tufanın, insanların tüm dayanak noktalarını nasıl yıktığını anlatırken duyduğu kokuyu da yazıyordu Haffner: “Küf kokusu.”

Romanda şöyle diyordu Doris Lessing: “Tabii, kötü bir insana dönüşebilmek zordu. Ama çok geçmeden kendilerini kötü olarak düşünemeyecek bir noktaya gelirlerdi.”[11] Tam da o noktanın üzerinden Almanya’ya bakıyordu Haffner, o noktada ne olup bittiğini, insanlar arasındaki dayanışmanın Naziler eliyle nasıl devredışı bırakıldığını, koca bir halka sistematik olarak nasıl bir mikrobun aşılandığını soruyordu. Yani nasıl oluyordu da, insanlar yaptıklarının kötü olarak düşünülmeyeceği bir noktaya ulaşıyordu? Haffner’e göre gerçekten kıymetli olan tarihî hadiseler, isimsizler arasında vuku buluyordu. 5 Mart 1933 bile Hitler’e karşı oy kullanan bu isimsiz Almanların çoğunun nerede olduğunu soruyordu Haffner?[12] Ona göre, bu sürecin açıklanmasının tek yolu, her münferit Alman’ın düşüncesini ve hissiyatını takip etmekle mümkündü. Kendini de hiçbir sorumluluktan azade kılmadan, bu fikrî takibi yapıyor, giden Yahudi arkadaşlarını düşünerek geleceğin tarihini yazıyordu. Çünkü tarih, tam da orada ve o anda vuku buluyordu.

Yani Haffner, biraz da çözülen ve su sızdıran kendi dünyasının içinden, insanlık onuru ve ahlâkı denen şeyin pek müphem bir şey olmadığını, bir arada yaşama imkânının ancak hikâyesi her yönüyle anlatılabilir bir yurt olduğunda ihtimal dahilinde olduğunu anlatıyor. Yakın ihtimaller, yaşanıp kaydı tutulmuş ihtimaller olarak; uzak ihtimaller ise kendi payını çoktan yitirmiş, umudu kesilmiş, kalemi kırılmış, artık hiçbir şeyin hesaba kitaba gelmediği uyuşturucu çaresizlikler (nasılsa daha kötüsü olamaz!) olarak vardı. “Her yabancı ülke, her gurbetin Adolf Hitler’in imparatorluğundan daha fazla vatan hissi uyandırabileceği, giderek daha kaçınılmaz bir şekilde hissediliyordu.”[13]

Haffner’in 1914’ten 1933’e kadar götürdüğü şey, suç ve kefaretin ötesinde[14] o yerde duruyor bu yüzden. Jean Amery, hıncını politik bir duygu olarak yeniden kurarken, “Küçük bir tren istasyonunda tehcir trenimizin hayvan vagonlarından indirilmiş ve üstüste yığılmış cesetlere bakarken, bir tekinde bile tiksinti ifadesi dışında bir şey okuyamadığım Almanların taşlaşmış yüzleri hiç aklımdan çıkmıyordu[15]” demişti. Ona göre, kolektif suç ve kolektif ceza bir teraziye konulmalı ve dünya ahlâkının dengesi sağlanmalıydı. Amery, tüm bu olanlardan sonra “İnsan yurda ne kadar ihtiyaç duyar?” diye sormuştu. Aksu Bora yurtsuzlaşma ile şiddeti deşerken söylüyordu, “bazı şeylerin hikâye edilemezliği, zaten yurtsuzlaşmanın temel bileşenlerinden biriydi”.[16] Haffner’in suç ve kefaretin ortasında oluşu, yurtsuzlaşmasının arzusu ile dünya ahlâkını dert edinmesinde görülüyordu: “Ben bu kitapta bir şeyler anlatmak istiyorum, ahlaki bir vaaz vermek niyetinde değilim. Kitabı okuduktan sonra anlattığım bütün maceraları ve bütün inişli çıkışlı hadiseleri unutmanıza hiçbir itirazım yok. Ama hiç anlatmadığım ahlakın unutulmaması beni ciddi şekilde tatmin edecektir.”



[1] Doris Lessing, Türkü Söylüyor Otlar, çev. Seçkin Selvi, Can Yayınları, 1. Basım, 2004, s. 164.

[2] Judith Butler, “Önsöz”, Kırılgan Hayat, Metis Yayınları, 1. Basım, Eylül 2005.

[3] “Judith Butler ile Söyleşi”, söyleşen: Zeynep Direk, Cogito, sayı 87, “Yaralanabilirlik”, Yaz 2017, s. 149.

[4] Haffner, s. 194-195.

[5] Aksu Bora, “Yas Ne Zaman Birleştirir? Açık Yaralarla Yaşamak”, Toplum ve Bilim, sayı: 118, s. 221-234.

[6] Butler, “Önsöz”.

[7] Haffner, a.g.e., s. 11.

[8] Haffner, a.g.e., s. 13.

[9] Aksu Bora, a.g.m., s. 234.

[10] Judith Butler, “Adorno Ödülü Konuşması, Kötü Bir Hayatta İyi Bir Hayat Sürmek Mümkün Mü?”

[11] Doris Lessing, Türkü Söylüyor Otlar, s. 26.

[12] Haffner, a.g.e., s. 165.

[13] Haffner, a.g.e., s. 200.

[14] Jean Amery, Suç ve Kefaretin Ötesinde: Alt Edilmişliğin Üstesinden Gelme Denemeleri, Metis Yayınları

[15] Amery, a.g.e., s. 90.

[16] Aksu Bora, a.g.m., s. 229.