Türkiye’de Sağın Kültür Sanat ve Düşünce Üretimine Genel Bir Bakış

Türkiye’de 7 Haziran 2015 seçimleri görece bir sürprizle sonuçlandı. O döneme kadar, yaklaşık on dört yıldır siyasal iktidarı elinde bulunduran Adalet ve Kalkınma Partisi tek başına hükümeti kuracak milletvekili sayısına ulaşamadı. Bu sonuca dönemin muhalefet bloğunun sevinmesi elbette olağandı. Ancak, iktidar kanadının, muhalefetin duyduğu sevinçten kat be kat fazla bir düş kırıklığı içine düşmüş olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu konunun siyasal boyutu çok tartışıldı…

7 Haziran seçimlerinin hemen arkasından gündeme gelen 1 Kasım 2015 seçimlerinden ise Adalet ve Kalkınma Partisi oldukça güçlü çıktı. Bu dönemin siyasal dinamikleri, iktidar uygulamaları, yaşananlar konusu epeyce tartışıldı. Bu açıdan, yapılan tartışmalara ve hatta pek çok “tartışmalı” pratiğe bu yazımızda yer vermiyoruz. 

Ayrıca belirtmek gerekir ki, “Türkiye’de Sağcılık...” başlığını yazarken, sadece son on beş- yirmi yılın bir kültür sanat ve düşünce üretimine eleştirel bir bakıştan öte, farklı bir yol izlemeyi düşündük. Genel olarak ülkemizde sağcılığın kültür sanat ve düşünce üretimi serencamı konusunu kimi başlıklar altında tartışmaya çalışacağız. Böyle bir tartışma içinde, meselenin tarihsel arka planı ve tarihsel, sosyokültürel arka planı ve dinamikleri bu başlıklarda öncelikle ele alınmalıdır. 

1 Kasım seçimleri sonrasında sağ cenah ( Bu “cenah” sözcüğünü Sırrı Öztürk’ten aldığımı belirtmeliyim) derin bir oh! çekmişti. Yukarıda dile getirdiğimiz iktidar kaybı psikozunun derinliği, kazanılan seçimler sonrasının sevinciyle anlaşılıyordu. İktidara yakın bir televizyon kanalında, gelecek dönem için yapılması gerekenler tartışılırken, gazeteci ve “televizyon yorumcusu” Nevzat Çiçek “Niçin bizim de Hürriyet Gazetesi gibi yüz binler satan gazetelerimiz, dergilerimiz yok, bizim kanallarımız niçin izlenmiyor, niçin bizim kültürel yapımıza örnek oluşturulabilecek diziler yapılmıyor?” diye soruyordu. Böylesi bir dizi soruyla, sağ cenahın temel bir eksikliğini ortaya koyuyordu. Aslında ve bir bakıma çok izlenen diziler, filmler birer popüler kültür öznesi olmakla; gerek işlev olarak, gerekse içerik olarak mevcut iktidara ve dolayısıyla statükoya hizmet eder. Bu genel saptama sadece Türkiye için değil, dünyanın tamamı için geçerlidir. Bunun en ikonik örneği de Hollywood “kültür” makinesidir. Hikmet Çiçek, günlük hayatta görünür bir kültürel hegemonya kurulamamasından şikâyetçiydi aslında.

Nevzat Çiçek’in kendi cenahı için saptadığı sorunsal, özel televizyon kanallarının ilk kurulduğu zamanlarda da çokça yaşanmıştı. Örneğin TGRT televizyon kanalında yaşanan bir iş davasındaki olayda, bir yapım ekibi ücretlerini alamamıştı. Açmayı düşündüğümüz işçi alacağı davasında, çalışma koşulları ile ilgili “içeriden” tanık bulma olanağını sormuştuk. Açıkçası, soruyu sorarken, diğer kanal çalışanlarının “patrona yakın olup” tanışımız olan, dava açmayı düşünen arkadaşlara tanıklık yapma konusunda yardımcı olamayacağı önyargısı içindeydik. Aldığımız yanıt trajikomikti; “İçeride patrondan başka herkes solcu!” Yanıtta biraz abartı olsa da, durum üç aşağı beş yukarı böyleydi.

Nevzat Çiçek birikimli, aklı başında ve donanımlı bir gazeteci olarak elbette popüler kültür üretiminden daha ötesinden söz ediyordu. Toplumsal dönüşümün önünde giden, istenen toplumsal yapımın inşası yolunda kültürel/düşünsel üretim ve yendin üretim sürecini sağlayacak medyadan söz ediyordu. Çünkü farklı biçimlerde, açık ya da örtük dile getirildiği gibi, kültürel alanda, muhafazakâr/sağ, “siyasal İslamcı” iktidar çevreleri kendi iklimlerini, hegemonyalarını kuramamaktan her daim şiddetli bir biçimde şikâyet etmektedirler. Bu bapta, kendilerine “aykırı” gelen sanata ve sanatçıya yapılan ağır sövgüleri yazının dışında tutuyoruz. Yazanın dışında tutsak da, bir gerçeklik olarak hem toplumsal hem de bireysel bellekte yerini çoktan almıştır.

Sağın özeleştirisi

Bu uzun girişten sonra kendimize soralım; Türkiye’de sağın, kültür, sanat ve düşünce üretimi konusundaki görünümü nedir? Sorunun oturduğu temelin çok geniş olduğu ortadadır. Çok geniş ve farklı yorumlara açık bu soru için elimizin altında yeni ve verimli bir kaynak var: “Türk Sağının Düşünce Atlası” adlı bir kitap. Yazarı Tarık Çelenk’tir. Kitapeki.com adlı kitap sitesinde yer alan yazımızda da belirttiğimiz gibi, kitap bir bütün olarak da ve ayrıca sorumuzla ilgili bu alanda da bir “özeleştiri” niteliğine sahip. Böylesi şaşırtıcı bir özeleştiri dışında ise, sağın kültür sanat ve düşünce üretimi konusunda hali ve geleceği için kabaca “vahim” sonucunu yine bu kitaptan çıkarabiliyoruz. Sağ için ortaya koyduğumuz bu yargı için referans aldığımız, “sağcı bir yazar olan” Tarık Çelenk’in kitabı olmasaydı, yaklaşımımızın yanlı ve öznel olduğu düşünüle bilinirdi. Özetle, düşünce ve sanat üretimi konusunda sağ sorunlu! Adil olmak adına hemen ekleyelim; sol da bir “üretim fazlası” görünümünden söz edilebilir! Saf/öz teoricilik başta olmak üzere…

Gelenek ve sağ gelenek ya da sağın kaynaklarına yolculuk

Türkiye’de “sağ” tanımlaması konusunda sağ/muhafazakâr/milliyetçi/İslami kesimin çekinceleri olduğu, birinci elden Tarık Çelenk’in kitabında yer alıyor. Biz “sağ” derken, gümüz Türkiye’sinde ve yakın tarihte, gerek aksiyon olarak gerekse politik söylem olarak görünür olan ve “sol” olmayan bütün bir toplumsal kesimden söz ediyoruz. Temelde de sağ/muhafazakâr kesim üzerinden değerlendirmelerimizi yapacağız. 

Sağ/muhafazakâr cenahın düşünsel atmosferi, Özallı yıllarda çokça söz edilen Türk/İslam sentezi dolayımda yeniden dile getirilir olmuştur. Ki bunun kaynağı da 12 Eylül cuntasıdır. Günümüzde artık “sentez” düşmüş, Türk/İslam ana gövde kalmıştır. Bu ana gövde esasen kaynağını “İslam’dan almakta olup, “Türk” nitelemesi düşünsel bir kıvraklıktan ileri gelmektedir. Sağın iflah olmaz yönelimlerinden ya da yöntemlerinden biri olan fırsatçılık ve yararcılıkla ilgili bir durumdur burada söz konusu olan “Türk” unsuru ilavesi. Yoksa, ana akım İslami düşüncenin pek hazzetmediği laiklik bahsi, İslam öncesi Türk kültürü konu olduğunda ciddi bir dezavantaja neden olacaktır. Çünkü İslam öncesi dönemin Türk kültürü, laikliğin dinsel boyutu dışında kalan gündelik hayat pratikleri bakımında oldukça radikal bir görünüme sahiptir. Arap dünyasında kısmen ve etkili bir biçimde devam eden “Türk hoşnutsuzluğunun” kaynaklarını bu noktaya kadar uzatmak olasıdır. Literatürde bu konuda veriler çoktur.

Düşünce ve sanat üretimi anlamında, meselenin “İslam” bahsi ise tarihsel bir kırılmanın mirasını taşımaktadır. Günümüzde adını anmaktan korkmadığımız Kurtubalı İbn-i Rüşt’ün (D.1126-Ö.1198) çok uzun süre İslam dünyasının zihinsel ve düşünsel belleğinden silinmesi bu tarihsel kırılma ile ilgilidir. Günümüzde çokça konuşulan ve 13. Yüzyıl’a kadar sürdüğü kabul edilen İslam Rönesans’ının düşünsel ana öznelerinden biri İbn-Rüşt’tür. Karşı kutupta ise Gazali ve büyük bir Gazali “ekolü” yer almaktadır. Bu dönem için Farabî, Muhyiddin İbn-i Arabî, İbn-i Sina ve İbn-i Haldun gibi isimleri de anmak gerek. Özetle, burada yer alan akıl-nakil, ezel-ebed/yaratılış konulu kelam/felsefe merkezli tartışmalar çok önemliydi. İslam dünyasında Eş’ari ve Mutezile anlayışı arasındaki tartışmayı anımsayalım burada. 

Bir Batı kaynağı olarak kabul ettiğimiz Bernard Lewis, İslam coğrafyasındaki düşünsel sınırları ve ileri düzeyi için; Abbasi sarayındaki tartışmaları şimdiki zamanda yapmanın ölümcül sonuçları olabileceğini dile getirmiştir. Abbasi halifesi Memun zamanında sekizyüzlü yıllarında başında açılan Beyt-ül Hikme, yani Hikmet Evi, bir “üniversite” olup, çok önemli bir yere sahiptir. Bir bilim akademisi, çeviri merkezi ve çok büyük bir kütüphane olarak döneminin düşünce bilim ve sanatına damgasını vurmuştur. Öyle ki, Avrupa/Helen Roma kültürünün bütün eserlerinin toplanıp çevrilmesi ve korunması ile, bazı kaynaklarda Avrupa Rönesans’ını besleyen ana damarlardan sayılmaktadır. Dünyanın en eski üniversitesi sayılan Bologna Üniversitesi’nin 1088 yılında kurulmuş olduğu dikkate alınırsa, ondan iki yüz elli yıl önce bir üniversiteye sahip olmakla, İslam Rönesans’ı saptamasının doğru olduğu daha iyi anlaşılır. 

Bu merkezdeki açık fikirlilik –ve dönemin diğer merkez ve düşünülerini de kapsar biçimde– ve aklı önde tutan düşünsel çalışma ve tartışmalar, ne yazık ki azalarak devam ederek, 13. yüzyılda ömrünü bitirmiştir. Bir bakıma akli yolu ve dünyayı bütüncül anlamayı amaç edine felsefe bitmiştir. Sonrası egemen olan anlayış olan; en son ve hak din İslam’ın “kâfir Hristiyanlarla” ilgilenmemesi, onlara sırtını dönmesi yaklaşımı çok üzün bir süre devam etmiştir. Ne zaman ki Osmanlı, askeri alanda Avrupa devletlerine karşı 17. yüzyıldan dan başlayarak gerilemeye başlamış, o zaman Hristiyan Avrupa’ya bakılmaya başlanmıştır.

İslam coğrafyasında sözünü ettiğimiz tarihi kırılma, akıl yolunu yöntem olarak benimseyen İbn-i Rüşt ekolunun, nakli olanı temel alan, dogma bağlamında bir yönelime sahip Gazali’nin düşünsel galibiyeti ile gerçekleşmiştir. Aradan geçen yedi yüz yıllık zaman mesafesini kapatmak mümkün değildir. Sağ muhafazakâr cenahın Cumhuriyet modernitesi ile sonu gelmez çatışmalarında dile getirdiği “kopuş” söylemi asıl yedi yüz yıl öncesinde yaşanmıştır. Bu kopukluk, sağ düşüncenin düşünce ve kültür sanat alanındaki üretimi konusunda önemli bir açmazdır.

Şunu da belirtmeli ki, andığımız döneme ve öncesi Türk tarihi ve kültürüne, İslam tarihi ve kültürüne sol cenahın yaklaşımı yetersizdir. Bu alanda yapılan çalışmalar ve oluşturulan eserler de çok yeterli olmaktan uzaktır. Konuyla ve alanla ilgili, emek veren az sayıdaki yazarları tutarak bunu dile getiriyoruz. İşte, her iki cenahın da “eksikliği” günümüzde ülkesel ölçekte, kültürel toplam kalite ve düzey konusunda sorunlu bir sonuç ortaya çıkmasına neden olmaktadır.   

Yedi yüz yıllık mesafenin aşılmasının mümkün olmaması nedeniyle, tarihi süreyi biraz daha bükelim! Avrupa’da Rönesans, Reform ve Sanayi Devrimi üçayağına dayanan dinamikler karşısında, Osmanlı’nın gecikmiş “Tanzimat” adımını ve bu dönemi temel aldığımızda da, sağ için çok parlak bir tablo ortaya çıkmamaktadır. 

Cumhuriyet ve öncesindeki İttihat ve Terakki karşıtlığı, son iki yüz elli yıllık (1683, II. Viyana Kuşatması ve yenilgisi- 1923, Cumhuriyet) tarihsel dönemin arkeolojisinde kendine tam oturan bir yer bulmamaktadır. Böyle olunca da temel söylem gedik vermektedir. Avrupa ve Sanayi Devrimi konuşulduğunda hemen dile getirilen “Bizim ülkede Sanayi Devrimi olmadı… olsaydı başka türlü olurdu” biçimindeki sözler, aslında içerdiği retrospektif tarih yaklaşımıyla yanlıştır. Bu yanlışlık bir yana, ele aldığımız Osmanlı tarihsel panoraması için de pek geçerli değildir. Zira, Osmanlı’nın kültürel/dinsel, tarihsel ve sosyo-ekonomik yapısı, ilahiyata ilişkin kıstaslar, merkezci niteliği, sermaye birikimi ve de sanayi devrimi için hiç uygun değildi. Ki bu da ayrı bir bahistir. Şu kadarını söylemek gerekir ki, İslam Rönesans’ı devam etmiş olsaydı ve de Anadolu’da Osmanlı merkezli iktidar ile birlikte Beylikler iktidarı da sürekli olsaydı, işte o zaman tarihi başka türlü okuyor olabilirdik. Dediğimiz gibi bu ayrı bir bahistir. 

Genelde mutlak bir tarihi gerçeklik gibi ileri sürülen ve sağın yinelemekten çok hoşlandığı “600 yüzyıl süren muhteşem cihan imparatorluğu, kültürü, sanatı...” söylemi sorunludur. Öncelikle, Osmanlı İmparatorluğu için yıkılışa giden sürecin başlaması neredeyse iki yüz elli yıl geriye gidince, altı yüz yıllık “Cihan İmparatorluğu” söylemi çökmektedir. Bu nedenle keyifleri bozmamak için(!) konunun bu kısmı es geçilmek zorundadır. Cumhuriyete giden –sorunlu– modernleşme süreci en hafif deyimiyle Tanzimat ile başladığına göre, Tanzimat ile Cumhuriyet arasının akılcı ve nesnel tarihini, düşünsel atmosferini ortaya koymak ve bundan kaynak olarak yararlanmak da sorunlu hale gelmektedir. Öyle ki, kaba bir genelleme ile, Cumhuriyet’e karşı II. Abdülhamit “coşkuyla tutulmaktadır.” Oysa, II. Abdülhamit, başta Latin alfabesi olmak üzere, Cumhuriyet uygulamalarının çoğuna kendi zamanında olumlu yaklaştığı gibi, eğitim alanındaki reform derecesindeki uygulamaları, kız okulları, öğretmen Okulları gibi uygulamaları/yenilikleri ile, sağ/muhafazakâr cenahın söyleminde başka bir gediğe neden olmaktadır. Bu çerçeve ortaya konduğunda ise, döneme ilişkin derinlikli bakış ve bütüncül kabul mümkün olmamaktadır. Örneğin, yine bu cenahın çok eleştirdiği “Cumhuriyet balolarının” vazgeçilmezi klasik müzik, II. Abdülhamit’in Muzika-yı Hümayun’u ile icra edilmekte, burada Batı usulünde keman çalınmaktaydı!

Osmanlı’nın sönme/yıkılma sürecini durdurmaya yönelik içten çabalar olmuştur elbet. En başta Kâtip Çelebi ile Koçi Bey’i bu bapta anabiliriz. Bu iki –ve benzerlerinin– Osmanlı devlet adamının yazdıkları eserlerde dile getirdikleri görüşler, günümüz ölçülerinde, gerçekten de “sağ” sayılabilecek bir nitelik taşımaktadır. Çünkü her iki devlet adamı, zamanın her türlü bozulmasını, askeri alandaki başarısızlık ve yenilgileri, eskiden izlenen yolun bırakılmasından dolayı meydana geldiğini ileri sürmektedirler. Kâtip Çelebi, gemilerin savaş düzenindeki yerlerine varıncaya değin yaptığı değerlendirmelerinde “Kanun eksiden böyle değildi, eski bozuldu…” biçiminde özetlenecek bir yaklaşımla, ıslahatın yolunu, eskiye dönmekte görmektedir. Aynı biçimde Koçi Bey de ünlü risalesinde, liyakat ve eğitimin bozulmasına dikkat çekmektedir. Koçi Bey, saray teşrifatını çok iyi bilen bir kişi olarak, bozulmayı, teşrifatın eski gibi olmamasına kadar dayandırmaktadır. Kısacası, ele aldığımız her iki yazar, bir “reformu-devrimi” değil, eskinin inşasını çıkar yol olarak görmektedir. Belirtelim ki, her iki yazarın eserleri hala güncel ve değerlidir. Hem içerik olarak hem metinler olarak!

Sorunsal bağlamında, II. Abdülhamit ve ıslahatçı yazarlar örneklerini dikkate aldığımızda, sağ cenahın, bu alandaki düşünsel gediklerini, hikmetlerle, menkıbelerle doldurduğu görülmektedir. Bu biçimde örülen tarihsel arka plan, zamana uygun düşünce ve kültür üretimine uygun gelmemektedir. Zira, yeni olan/olması gereken; doğru ve görece doğrusal bir süreç içinde, doğurgan ve rasyonel bir birikim üzerine yükselmektedir.   

Anılan döneme ilişkin sol cenahımı da ilgi, bilgi ve birikimin de istene düzeyde olmadığını, öznel bir gözlem olarak ayrıca belirtiyoruz.

Günümüzden saptamalar

Tarık Çelenk yukarıda andığımız kitabının başında Türk sağının neden düşünce üretemediği sorusunu sorarak kitaba başlamıştır. Bu baştan kabul edilen bir sonuçtur. Kitabın ilerleyen bölümlerinde Abdullah Gül’le yapılan görüşmede; Abdullah Gül, kendisinin de içinde bulunduğu hareketi anlatırken, başlarda demokrasinin bile terminolojilerinde olmadığını, insan hakları, hukukun üstünlüğü, özgürlükler gibi kavramların terminolojilerine çok geç girdiğini söylemektedir. Bu ayrı bir tarihsel gerçekliktir. Bu düşünceyi yaratan iç dinamik, iktidar olma dinamiğidir. İktidarda olmasa bile genel olarak sağın iktidarda olduğu bir iklimde, sağın başka bir kolu da kendini iktidar olarak görüp, iktidar olarak konumlamaktadır. Bu nedenle de, muhalefet için mutlak bir ihtiyaç olan anılan kavramlara içinde bulunduğu moment itibariyle ihtiyaç duyulmamaktadır. Bu anlamda, düşünce üretimi konusu da bir iktidarda olma olmama meselesi olarak yaşanmaktadır. 

Türkiye’de sağın düşünsel üretimle birlikte, sanat ve kültür alanlarındaki tıkanıklığı için yukarıda anlatmaya çalıştığımız iki tarihsel süreç önemlidir. Bu iki ana etmende, yedi yüz yıllık kopuş sorunu ile, iki yüz elli yılı kavrayış/kavrayamama sorunu oldukça önemlidir. Kopuş sürecinde, İslami anlamda en genel olarak “heretik” olarak kabul edilenler, bunların öncüleri hakkında idam fermanı verilenler, tekfir (dinden çıkarma, kâfir) ilan edilenler elbet birden ortadan kaybolmamıştır. Örneğin deyim yerindeyse “Anadolu Aleviliği” bir çeşit yeraltı sayılabilecek olan, uzak dağlara çekilmiştir. Merkezden uzak durmuştur. Benzer biçimde Bektaşilik gibi görece kabul gören akımlar ya da Melamilik gibi anlayışlar da yine merkezden uzağa, Balkanlara gitmiştir. Bugün Balkanlarda hala güçlü bir Bektaşi geleneği ve açık tekkeleri vardır. İslami kültürün geri kalan canlı damarları bâtıni ve sapkın ilan edildikten sonra ortaya çıkan tablo budur. Diğer taraftan, iki yüz elli yıllık dönem konusunda yaşanan; bu dönemi kavrayış sorunu, sağın önemli dezavantajlarından biridir. Geçmişle ilgili bu iki derin sorunsalın sayısız yansıması vardır. Temel görünümlerden birisi şudur ki; sorunlu bir tarihsel arka plan üzerinden bir gelecek inşası zordur. 

Türkiye’de sağa özgü olarak dile getirdiğimiz bu süreçler, genel anlamda sağ cenahın düşünce ve sanat ikliminin kuraklığı için tek neden değildir elbet. Sağın, pragmatizmi, popülist fırsatçılık, kanırta kanırta kullanılan hamaset... ortamında düşünce ve sanatın yeşermesi zordur. Bunlara bir de ülkesel veya tarihi yalanları da eklediğimizde, olumsuz etkenler daha da çoğalmaktadır. Örneğin, hala “komünistlerin kapıya şapka asması” hikâyesinin yalan olduğu daha Komünist Manifesto’da (Karl Marx, 1848) yalan olduğu açık ve inandırıcı bir biçimde yazılmışken, bizde hala geçer akçe olarak kullanılmaktadır.
Rasyonel bilgiden uzaklaşma, doğaldır ki cehaleti doğurur. Kısmi parlak örneklere karşın yüzyıllar süren cehalet ve sonuçları, aslında yeni biri “cahiliye dönemi” olarak adlandırılabilir. Osmanlı’da saraydaki bilim ne yazık ki saray ile sınırlı kalmıştır. Bilgiden uzak toplumda düşüncenin anası olan felsefe de yaşama şansı bulmaz. Felsefe olmadan, felsefi düşünsel metodoloji olmadan yaratıcı düşünsel üretim süreci de gerçekleşmez Düşünce, kültür ve sanat ancak özgürlükle birlikte var olabilir. Sağ ise, dünya statükosuna bağlı bir ekonomik alt yapı içinde olmakla, özgür ve bağımsızlık koşullarına ve geleneğine sahip değildir. Burada, geçmişte İslami geleneğin Hristiyan Batıya arkasını dönmesine karşın, Türk muhafazakâr sağı, yakın tarihimizde yüzünü batının askeri gemilerine döndürmüş, üstelik namaza durmuş ve batının askerlerini “Komünistlere karşı korumak için” kan akıtmaktan da geri kalmamıştır. Sağ, bu konuda henüz –geleneğinde olmasa bile– sahici bir özeleştiri vermemiştir. Sağın, müesses nizam için daima bir paramiliter güç kaynağı olması özelliği de bu özeleştiriyi imkânsız kılmaktadır. Sağın politik olarak –ve elbette kaçınılmaz bir zorunluluk olarak- Batı mihverinde kendini konumlandırması da yine düşünsel bir paradokstur. Öyle ki, sağ cenah için önemli bir düşünce kaynağı olan Cemil Meriç “Umrandan Uygarlığa” kitabında şöyle yazmaktadır (s. 65); “Tanzimat sonrası Osmanlı irfanının dikkate layık bir tezadı: Avrupa’nın kültür emperyalizmine cihad açan Osmanlı sadrazamı, yazılarını Fransızca kaleme almış.” Burada sözü edilen sadrazam, Said Halim Paşa olmalı. Yazının Fransızca yazılması bile bir tezad iken, günlük pratiklerdeki tezatlar aslında arşa değer (!) boyuttadır.

İşte, kaldırılan her taşın altında, sağ için bir “zor”, çelişki, paradoks çıkmakta!

Sanat için yaratım yolunu açan unsurlardan biri avangart sanattır. Bu konuda da sağın statükocu temel özü nedeniyle avangardının olabilmesi mümkün görülmemektedir. Ama sahip olduğunu ileri sürdüğü “tarihe sahip çıkma” konusunda da yine bir sorun vardır. Zira, Türk- İslam coğrafyasının sahip olduğu önemli –avangart derecesinde- sanatçılardan 15. yy. da yaşayan ressam Mehmet Siyah Kalem de, sağın gündeminde değildir. Çünkü ressamın eserleri zamanını aşan bir öncülüğe sahip olmakla, statükoya uygun değildir. 

Sanat nesnesi, varlığının dışında, dolaşıma girebilmesi için, bir bakıma “alıcıya” yani alımlayana, yani bir hedef kitleye ihtiyaç duyar. Türkiye’de sağ açısından baktığımızda; kentli olmayan/olamayan, hatta “liberal sağ” nitelemesine de dâhil olmayan bir ana gövde vardır. Sanata, bir sanat nesnesi olarak değil, bir ahlaki tepkiyle yaklaşan bu kültürel üst yapı içindeki toplumsal katmanın kendi sanatçısını çıkarmasının ve kendi sanatsal üretimini –çağdaş dünyada kabul edilebilir ölçülerde– yapmasının bu anlamda maddi koşulları da mevcut değildir. Sanat bir ahlaki ilinekle değil, özne-nesne ilişkisinden doğar çünkü.

Sonuç olarak; Türkiye’de sağ düşünce, kültür ve sanatı, olması gerektiği gibi; hümanizmayı gözden kaçırmadan, üretim ve yeniden üretim süreci içinde bir yaratıma yönelirse, içinde bulunduğu çıkmazdan ancak o zaman kurtulabilir. Fakat böyle bir durumda da artık o sağ, “sağ” olmaktan çıkar. Kısacası, sağ, sahip olduğu tarihsel/kültürel arka plan ve dünyanın nizamının onun yerleştirdiği yer itibarıyla derin bir paradoks içindedir. Sağın içinde bulunduğu bu derin paradoks nedeniyle, durumu sola göre daha vahimdir. Sol cenahın özellikle bizim ülkede karşı karşıya kaldığı yasal, polisiye, fiili ve başkaca zorluklara karşın, ileriye dönük rasyonelliği nedeniyle üretim ve yaratım konusunda –sağın tersine– bir varlık yokluk düzleminde olmamıştır. Sağ, solu ölümcül bir düşman gördüğü sürece, düşünce ve sanat alanında kendi ölümcüllüğüne yol açmayı sürdürecektir. Bu anlamda, sağın soldan öğreneceği çok şey vardır. Sağın kendisine biçtiği sol karşısında antagonist tutum ve kendi varlığı için kabul ettiği anakronik düşünce düzlemi, sağın sağlığına iyi gelmeyecektir.

Sonuç olarak ve tahminimizce; karşıtların birliği söylemi, karşıtların birbirini etkileme, değiştirme ve dönüştürme olarak görülmek yerine, ayrışık kaplar olarak ele alındığı sürece her iki cenah için de düşünsel sorunlar bir zorunluluk olarak yaşanacak gibidir…