Kötülük Mektupları

Bir eyleme gücünü doldurmaktan ibaret olan her şey neşedir. Bir eyleme gücünü doldurmak, eyleme gücünü gerçekleştirmek, eyleme gücünün doldurulmasını sağlamak… Neşe her zaman olduğu şey olmaktan alınan keyiftir, her neredeyse oraya erişmiş olmaktan duyulan haz. Keder ise, doğru ya da yanlış, muktedir olduğuma inandığım bir eyleme gücünden koparıldığımda ortaya çıkar. Koşulların izin vermemesi, yasaklanması vs. Ve bütün kederlerin bir iktidarın benim üzerimdeki etkisi olduğunu söylemek gerekir. Bir şeyin eyleme gücünün gerçekleşmesi her zaman iyidir, der Spinoza. Kötü eyleme gücü yoktur; kötü olan, eyleme gücünün en alt derecede olmasıdır ve bu da her durumda yine de bir eyleme gücüdür. Bu durumda kötülük nedir? Kötülük, bir kişinin yapabileceği bir şeyi yapmasını, eyleme gücünü gerçekleştirmesini engellemektir. Kötü eyleme gücü değil, kötü iktidarlar vardır. Çünkü iktidar kendisine tabi olanları daima eyleme güçlerinden ayırır. Rahipler, yargıçlar, psikanalistler vs. bunların hepsi onlara tabi olanları yapabileceklerinden koparan, onların eyleme güçlerini gerçekleştirmelerini engelleyen bir iktidarı paylaşırlar. İktidar, daima, eyleme güçlerinin gerçekleştirilmesini önleyen bir engeldir.[1]

Kötülük nedir? Tanrı, kötü eylemlerin nasıl sebebi olabilir? Spinoza’nın Aralık 1664 ile Haziran 1665 tarihleri arasında Blyenbergh ile sürdürdüğü sekiz mektupluk yazışmasının bütününe yayılmış en genel soru budur.

*

12 Aralık 1664’te ilk mektup Blyenbergh’den gelir. Descartes ve Spinoza düşüncesine hakim, kendisini “saf ve içten bir hakikat sevgisiyle, insan zekâsı elverdiği ölçüde kendini bilime vermeye çalışan biri” olarak tanıtan bu yabancı, Willem van Blyenbergh, Spinoza’yı doğrudan ilgilendiren şu noktaya temas ederek filozofumuzun ilgisini ilk anda çeker: “Öyle görünüyor ki bu iddiadan zorunlu olarak çıkan sonuç, ya ruhun hareketi ve isteğinde hiçbir kötülük olmadığı ya da bu kötülüğe dolaysızca Tanrının neden olduğudur. Çünkü kötülük olarak adlandırdığımız ne varsa, ruh aracılığıyla, dolayısıyla Tanrının doğrudan etkisi ve katkısıyla yapılıyordur.”[2] Blyenbergh’in bu yorumu yapmasına sebep Spinoza’dan çıkardığı iddia ise şudur: Sen Tanrının yaratma ve varlıkta tutma gücünün bir ve aynı şey olduğunu, yani, sadece tözleri değil tözlerdeki hareketi de Tanrının yarattığını söylüyorsun; bu durumda haliyle, “Tanrı, ruhun sadece tözünün değil, istek diye adlandırdığımız çabasının veya hareketinin de nedenidir.”[3]

Mesele doğrudan özgür irade ile ilgiliymiş gibi gözüküyor: “Zira hem tözde hem çabada varolan her şeyin mutlak nedeni olan Tanrının iradesi, kötü olması ölçüsünde kötü isteğin de ilk nedeni gibi görünmektedir. Ayrıca bizde olup da Tanrının ezelden beri bilmediği hiçbir irade belirlenimi yoktur; aksi halde Tanrıya bir yetkinsizlik atfetmiş olurduk; ama Tanrı bunu, kendi kararları yoluyla bilemeyecekse başka ne yolla bilebilir? Demek ki, belirlenimlerimizin nedeni Tanrının kararlarıdır. Ve böylece buradan çıkan sonuç, ya kötü isteğin kötü bir şey olmadığı ya da Tanrının bu kötülüğün dolaysız nedeni olduğu ve onu gerçekleştirdiğidir.”[4] Blyenbergh, ileriki mektuplarında ağzından tamamen çıkaracağı baklayı biraz da olsa gösteriyor burada: Peki sen bunu yapmakla iyi olanlar kadar kötü eylemlerimizin, isteklerimizin nedenini de Tanrıya atfetmiş olmuyor musun? Blyenbergh’in derdi, öyle anlaşılıyor ki, özgür irade mefhumuyla Tanrıyı dünyanın kirinden pasından arındırmak, kötülüklerinden kurtarmak.

*

Mektuplaşma tarihi itibarıyla (1664-1665) Blyenbergh Spinoza’nın yalnızca iki eserinden, Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme (1662) ve Descartes Felsefesinin İlkeleri ve Metafizik Düşünceler’den (1663) haberdar olsa gerek. Henüz Etika’nın ve Teolojik-Politik İnceleme’nin yazılmamış olduğu bu ortamda Spinoza yine de düşüncesinin nüvelerini bu mektuplarda, “hakikati sevdiğine” inandığı bu yabancıya sunmaktan çekinmez. Ama göreceğiz ki Blyenbergh hakikat âşığı falan değildir ve Spinoza’nın fikirlerinin -söz gelimi, Kitabı Mukaddes’in insani bir tarzda, antropomorfik bir dille konuşması veya kötülük diye bir şeyin olmaması, gibi- ondaki tesiri şoke etmekten başka bir şey olmaz.

Spinoza’nın nüvelerini verdiği, Blyenbegh’i “şoke eden” bu fikirlerden biraz bahsedecek olursak, Spinoza için Tanrı her şeyden önce Doğadır. Yani, dünyanın kendisinden başka bir şey değildir. Ve insan, tözün (yani Tanrının) kipleri olarak, doğanın nedensellik zincirlerine tabidir. Doğanın evrensel yasalarından azade hiçbir istisna -insan dahil- yoktur. Fakat insanlar çoğu zaman kendilerini bağlayan bu nedensellik ilişkilerini fark etmezler, eylemlerine kendi istekleriyle karar verdiklerini zannederler. Eylemlerinin sonuçlarının farkındadırlar ama nedenlerinin değil. Dolayısıyla bir özgür irade illüzyonu vardır burada. Öyle ki, insanın kendisini doğanın kalbinde, merkezinde, “krallık içinde bir krallık”[5] sanmasına yol açan bir illüzyon… Krallık içinde bir krallık olmaktan ziyade, insan, doğanın sürekliliği dahilinde bir birey, bir güç derecesidir. Deleuze’ün tabiriyle, Spinoza bedeni bir model olarak almayı önerir.[6] Dolayısıyla Spinoza’nın kötülüğe dair yaklaşımını da bu fikrinden hareketle incelemek gerekir.

*

Spinoza, Blyenbergh’in ikinci mektubundan sonra, mektuplaşmalarının artık ikisine de bir şey katmayacağını, kendisinin dostluklarını üzerine inşa etmeye niyetlendiği temelleri Blyenbergh’in asla paylaşmadığını fark eder. Aralarında aşılmaz bir uçurum, ikisini birlikte taşıması mümkün olmayan bir zemin vardır ve bu zemin birkaç mektup sonra zaten çökecektir.

Her şeyden önce, ikisinin kötülükten anladıkları ortak değildir. Spinoza bunu Âdem ve ilk günah örneğinden hareketle ortaya koyar (ilk başta bu örneği veren Blyenbergh’tir): benim Tanrı Âdem’in sadece yasak elmayı yemesine değil, bunun kendi buyruğuna karşı gelerek gerçekleşmesine de karar vermiştir dediğimi sanıyorsun; yani dolayısıyla ya Âdem’in kendisine gelen buyruğa rağmen yasak elmayı yemesi bir kötülük değildir ya da bu kötülük Tanrının kendi işidir sonucuna vardığımı düşünüyorsun. Ama Spinoza için Tanrının kendi iradesine aykırı şeyler yaptığını da bu aykırı şeylerin iyi olabileceğini savunmak da saçmalıktır: “Dahası, Âdem’in isteğinin Tanrının Yasasına aykırı olduğunu ve Tanrının hoşuna gitmediği için bir kötülük taşıdığını da söyleyemeyiz, çünkü bir şeyin Tanrının iradesine aykırı olarak meydana gelebileceğini kabul etmek ve Tanrının kendi arzusunu yerine getiremediğini, doğasının tıpkı yaratılanlarınki gibi birilerine sempati, öbürlerine antipati duyacak şekilde belirlenmiş olduğunu öne sürmek, Tanrıya büyük bir yetkinsizlik atfetmenin ötesinde, ilahi iradenin doğasıyla büsbütün çelişmektedir.”[7] Dolayısıyla Âdem’in eylemi ne kendinde kötü ne de Tanrının iradesine aykırıdır. Buradaki tek kötülük, “Âdem’in eylemi yüzünden yitirdiği daha yetkin bir halin yoksunluğundan başka bir şey değildir.”[8] Âdem, çok basitçe, bilgisizliğinin kurbanı olmuştur. Tanrı Âdem’e sadece elmayı yediği takdirde ona “kötü” geleceğini, bedensel bileşenlerini bozup dağıtacak kötü bir karşılaşma olacağını söylemiştir (bir model olarak beden fikrini hatırlayalım).[9] Ortada ne bir yasa ne de yasanın ihlalinden doğan bir ceza vardır: sadece Âdem’in bedeni ve elmanın bedeni arasında, Âdem’in bedeni için kötü olan bir karşılaşma…

Benzer şekilde, Neron ile Orestes’in annelerini öldürmeleri arasında eylemsel olarak hiçbir fark yokken, Neron’un suçlanıp Orestes’in suçlanmamasının, kötülüğün sadece Neron’a atfedilmesinin sebebi nedir? Suç, kötülük, hata vs. bunlar asla öze dair şeyler değildir Spinoza’ya göre, dolayısıyla Tanrının onların nedeni olduğu da söylenemez. Yine bir model olarak beden fikrini hatırlarsak, her iki olayda da bir yapıp etme durumu, bir yetkinliğin gerçekleştirilmesi vardır yalnızca: bir bıçağı kaldırıp indirerek başka bir bedenin bileşimini bozup dağıtmaya gücü yeten bir bedenin eylemi; ve bu eylemin kendisi iyi veya kötü olamaz. Neron’un suçu “bu eylemle vefasız, acımasız ve itaatsiz olduğunu göstermekten başka hiçbir şeydir.”[10] Bunlar -vefasızlık, acımasızlık, itaatsizlik vs.- niteliklerdir ve hiçbir şekilde bir öz ifade etmedikleri için bu niteliklerin nedeni Tanrı değildir. Kötülük eylemlerde, eyleme kudretinin kendisinde değil, eylemlere atfettiğimiz toplumsal olarak yüklü niteliklerdedir.

Beden meselesine tekrar dönecek olursak, Spinoza’nın Descartes’tan ayrıldığı şu temel noktaya işaret etmek gerekir: beden ve ruhun, birinin diğerinin önüne geçmesine izin vermeyen, ikisi arasında nedensellik ilişkilerini koparan paralelliği. Bilinç ve beden birbirinden ayrı şeyler değildir. Deleuze’ün de işaret ettiği üzere, bilinç aracılığıyla tutkulara egemen olma girişimi olarak ahlâkın dayandığı geleneksel ilkenin tersine çevrilmesi demektir bu (ama bu sefer de ruhu bedenin egemenliği altına yerleştirmeden). Eğer ahlâk, bilinç aracılığıyla tutkuların, bedenin dizginlenmesi demekse Spinoza’nın etiği, bilinç ve bedenin tam da ortak, kol kola eyleme kudreti ve yapabilirlik durumuna işaret eder. Öyleyse Spinoza’nın doktrini ahlâkın karşısında özgür insan etiğidir.

*

Özgür insan ve köle… Spinoza ve Blyenbergh mektuplaşması (Deleuze’ün bu yazışmaya verdiği isimle “kötülük mektupları”) bu iki uçtaki iki insanın mektuplaşmasıdır. Aralarındaki aşılamaz mesafeden bahsetmiştik, o mesafe şudur: Ateistlik suçlamasıyla Yahudi cemaatinden kovulmuş, Heidelberg’den gelen profesörlük davetini özgürce düşünmesini engelleyeceği gerekçesiyle reddetmiş[11] özgür filozofumuz Spinoza’ya mektuplaşmalarının bir yerinde Blyenbergh şöyle bir yanıt verir:

“Felsefe yaparken iki genel kuralı izlemeye çalıştığımı bilmeniz gerek: Birincisi anlama yetimin açık ve seçik karamı, ikincisi Tanrının vahyolunmuş kelamı, başka bir deyişle Tanrının iradesi. Birinci kuralı izlerken bir hakikat dostu olmaya, ama her ikisini izlerken de Hıristiyan bir felsefeci olmaya çalışıyorum. Ve eğer uzun bir incelemeden sonra doğal bilgim bu Kelamla çelişir veya iyi uyuşmaz görünürse, Kelamın üzerimde öyle bir otoritesi vardır ki açık olduğunu sandığım kavramları, Kitap’ta bana emredildiğini düşündüğü hakikatin üzerine ya da karşısına koymaktansa şüpheli görmeye başlarım. Bunda şaşacak ne var? Çünkü ben bu Kelamın Tanrının kelamı olduğunu, yani yüce ve çok yetkin, benim kavrayabileceğimden çok daha fazla yetkinlik barındıran Tanrıdan geldiğine hep inanmak isterim.”[12]

Hıristiyanlık dininin, İslâm dininin, devlet dininin, akademi dininin “Blyenberghlerinin”, meseleyi son kertede “aşkın hakikatlere” havale eden, iyilik/kötülük temelli ahlâki mahkemelerinin aksine Spinoza’da yalnızca bize faydalı veya zararlı gelebilecek iyi/kötü karşılaşmalar, durumlar vardır. Neşe kudretimi artırırken keder kudretimi azaltır; bu yüzden neşe iyi ve keder kötüdür. Spinoza neşeyi bir direniş ve yaşam kavramına dönüştürür: kudretimizin en yüksek derecesine erişebilmek için kederden kaçınalım ve neşeye yaklaşalım; teslimiyet, vicdan azabı, pişmanlık gibi rahiplerin, yargıçların ve psikanalistlerin sömürdüğü tüm bu kederli duygulara karşı tetikte olalım.


Resim: Samuel Hirszenberg, Spinoza (1907). Courtesy A. A. Deineka Picture Gallery, Kursk, Russia.

[1] Gilles Deleuze ve Claire Parnet, L'abécédaire de Gilles Deleuze avec Claire Parnet. Gilles Deleuze ve Claire Parnet arasında A harfinden Z harfine kadar süren bir söyleşi serisi.

[2] Blyenbergh’in 12 Aralık 1664 tarihli mektubu.

[3] Aynı mektuptan.

[4] Aynı mektuptan.

[5] Etika, 3. Kitap, Önsöz.

[6] Gilles Deleuze (2005), Spinoza: Pratik Felsefe (çev. Ulus Baker), Norgunk Yayıncılık, s. 25.

[7] Spinoza’nın 5 Ocak 1665 tarihli mektubu.

[8] Aynı mektuptan.

[9] Aynı mektuptan.

[10] Spinoza’nın 13 Mart 1665 tarihli mektubu.

[11] Spinoza’nın Louis Fabritius’a yazılmış 30 Mart 1673 tarihli mektubu.

[12] Blyenbergh’in 16 Ocak 1665 tarihli mektubu.